Anlamak için seyahat etmek
Naipaul, şimdilerde üç yüzden fazla gazetecinin ve yazarın tutuklu bulunduğu Türkiye’ye bir daha dönmedi. Meşru öfke kötü bir şeye dönüştü; yerini itaate ve güçlü adamlara dönük bir arzuya; ötekilerin terörize edilmesine; iktidar, bağımsızlık ve egemenlik vaadine; azınlıklara ve kadınlara yönelik zulme ve hayali bir saflığa geri dönme arzusuna bıraktı yerini.
Hanif Kureishi
Bir gece, bir arıcının arılardan korunmak için giyeceği türden bir kıyafeti gündelik hayatlarında giyiniyormuş gibi görünen yaklaşık bir düzine model ve moda tutkunuyla, birkaç travestiyle, Dazed and Confused’un (İngiltere’de yayınlanan bir moda dergisi) editörü Jefferson Hack’le ve İtalyan Vogue’nun editörü Franca Sozzani’yle birlikte Boğaz’da bir tekne gezintisine çıkmıştım. Avrupa’nın kültür başkentindeydik, fakat sanki Londra kulübü Kinky Gerlinky’deki masalsı bir gece İstanbul’a nakledilmiş ve bunu da Türkiye Kültür Bakanlığı finanse etmiş gibiydi. Teknenin bir ucunda tekerlekli sandalyesinde Gore Vidal vardı; diğer uçta ise V. S. Naipaul. Haziran 2010 olmalı, çünkü dışarı çıkmadan hemen önce, bir otel lobisindeki bir televizyonda, Frank Lampard’ın Almanya’ya attığı ama hakem tarafından sayılmayan golünü gördüğümü hatırlıyorum.
Tekno davullar ve baslar çalmaya eder ve Osmanlı sarayları kıyı boyunca kayıp giderken biz Allahsızlar, ahlakı bozulmuş materyalistler ve holiganlar daha da sarhoş olduk; zilzurna ve azgın. Vidia, yanındakilerle birlikte, bu aptallar teknesinin bir ucunda duruyordu; Vidal de kendi üzerine düşeni yapıyordu. Bu iki yaşlı savaşçıyı birbirlerinden uzak tutmak konusunda idmanlıydık ve Türkiye’de geçirdiğimiz dört gün boyunca aralarında tek bir söz alışverişinin dahi olduğuna inanmıyorum. Vidal’e iki ‘yeğeni’ eşlik ediyordu; onu her yere birer fanila ve şort giyinmiş olan bu iki güçlü genç adam götürüyordu. Mutsuzdu; genellikle aşırı sarhoş ve nadiren espriliydi; ama çoğunlukla kavga arıyor ve değersizleştirici şeyler söyleyip duruyordu. Âşık ve nihayet neşeli olan Vidia’ya o muhteşem Nadira eşlik ediyordu. Meraklı gözlerle etrafı gözlemliyor, pek ketum davranıyordu. Daha önce, kadın yazarlara yönelik sözde düşmanlığına rağmen, Agatha Christie hakkında ve hiçbir zaman malzeme sıkıntısı çekmediği için Christie’nin ne kadar talihli olduğu konusunda konuşmaya heves ettiği de olmuştu. Ama tersine, ‘küçük bir yerden’ gelen o, 1970’lerin sonunda, kendi deyimiyle ‘İslamî uyanışı’ keşfetmek için yollara düşmek zorunda kalmıştı. “Anlamak için seyahat ediyordu” o.
1980’lerde amcalarımdan birinin yanında, Karaçi’de kalmak üzere Pakistan’a ilk kez gittiğimde, bir tür kılavuz olarak Naipaul’un İnananlar Arasında’sını da almıştım yanıma. Geniş ailemi görmek ve amcam Omar’ın –bir gazeteci ve kriket yorumcusu– gitmiş olduğu bu umutlu ülkeye kısa da olsa bir bakış atmak istiyordum. Babam ve dokuz kardeşinin çoğu gibi Omar da Hindistan’da doğmuştu; okul arkadaşı Zülfikar Butto’yla birlikte Birleşik Devletlerde eğitim görmüş ve en sonunda 1950’lerde Pakistan’a –şu coğrafi tuhaflıklar– dönmüştü. Anılarını yazdığı Eve, Pakistan’a adlı kitabında şöyle diyordu: “Eskiden Pakistan’da Amerika’ya Mayflower (16. Yüzyılda hacıları Amerika’ya taşıyan tarihi bir gemi) ile ulaşan Hacı Babalara benzeyen bir şeyler vardı.”
AİLEM PAKİSTAN'I MÜSLÜMANLAR İÇİN DEMOKRATİK BİR YURT OLARAK TANIMLIYORDU
Geceleyin, evin arka kısmında bir uykusuzluk tuttu beni ve kendime yabancılaşmışken buldum kendimi. Kendimi bir konuma yerleştirme girişimiyle, sonradan Benim Güzel Çamaşırhanem halini alacak olan metin üzerinde çalışmaya başladım; bulabildiğim her kâğıt parçasının üzerine yazıyordum. İngiltere’de Margaret Thatcher ve onun refah devletinin yapısını sökmesi nedeniyle kaygılıydık – ben refah devletinden bir hayli yararlanıyordum. Thatcher’ın düşüncelerine yönelik bir tür hiciv oluşturmak istiyordum; fakat Karaçi’de insanlar, Thatcher’ı -beni dehşete düşürerek- ‘özgürlük’ için dikilen biri olarak görmenin dışında pek de düşünmüyorlardı onun üzerine. Amcalarım ve çevrelerindeki insanlar, ülkelerinin gittikçe daha çok İslamcılaşmasıyla daha çok ilgiliydiler. Eve, Pakistan’a adlı kitabında Omar şöyle yazıyordu: “Bir yanda bir hükümetin sureti var ve bir yanda da gerçek iktidarın yattığı yer olan gerçeklik var. Açık bir toplum halini alacağımız ve demokrasinin buralarda da kök salacağı konusunda derin kuşkularım olmuştu.” Zülfikar Butto 1979’da asılmıştı ve kızı Benazir de caddenin hemen yukarısında, Clifton Yolu 70 numarada, etrafında devasa bir duvar ve her köşesinde polislerin bulunduğu bir konakta ev hapsindeydi. Kesin olan tek bir şey vardı: Benim ailem, tıpkı Cinnah gibi, Pakistan’ı İslami bir devlet ya da dindarların bir diktatörlüğü olarak değil, Müslümanlar için demokratik bir yurt, Hindistan’da kendilerini sıkışmış hissedenler için bir sığınak olarak tasavvur ediyordu.
1970’lerin sonlarında Malezya’ya, Endonezya’ya, İran’a ve Pakistan’a seyahat etmiş olan Naipaul bu ayrımın artık geçerli olmadığını erken kavramıştı. İnananlar Arasında’da –şaşırtıcı bir biçimde, bu kitap önyargıdan uzak bir kitaptır; cin fikirli bir romancının bireylere ve genel görünüme ilişkin bakışını sunar– taksi şoförleriyle, öğrencilerle, küçük bürokratlarla ve hatta bir molla ile röportajlar yapar. Onların söylediklerini yazıya geçirir ve çoğunlukla kendisini çerçevenin dışında tutar. Bir ergen olarak, Norman Mailer, Tom Wolfe, Hunter S. Thompson, Joan Didion ve James Baldwin gibi kendilerini hikayelerine katan ve Thompson gibi bizzat hikayenin kendisine dönüşen hayal gücü yüksek, fişek gibi yazarlarıyla kişisel gazetecilik olarak bilinegelen şeyin bir hayranıydım. Naipaul da ideolojik devrime ilişkin ilk tutanaklarından birinde buna benzer bir şey yapıyordu. Ama kaybın ve huzursuzluğun yazarı olarak o çok daha mütevazıydı. Trinidan Chaguanas’tan (“küçük, uzak, önemsiz”) şimdi daha geniş bir yelpazede yolculuğa çıkıyor; etrafa kapsamlıca bakıyor ve insanları –elbette çoğunlukla erkekleri– gerçekten dinliyor. Hiçbir zaman kendisi kadar zeki biriyle röportaj yapmıyor; ama gerçek bir merakla titiz sorular soruyor ve kolay kolay etkilenmiyor. Hatta röportaj yaptığı kişilerden birini, kendi otel odasında “Marks & Spencer marka pamuklu pijamasıyla” karşılıyor ve bundan öylesine gurur duyuyor ki iki kere bu pijamaların sözünü ediyor.
'BU ÜLKEYİ TERK ETMEK İSTİYORUZ AMA BÜTÜN KAPILAR KAPALI'
Aşağı yukarı aynı dönemde Michel Foucault –pamuktan daha sert– Ruhullah Humeyni’yi Paris’in dışında ziyaret etti ve Tahran’a iki kere gitti. San Francisco’da karşılaştığı aşırı gey yaşam tarzından büyülenmiş olan Foucault, Corriere della Serra için “tinsel devrim” adına imamları savunan yazılar da yazmıştı. Ezilenlerin bu ilham verici ayaklanmasının ya da kutsal savaşının, tahakküm tarafından parçalanmış kimliklerden yeni bir toplum yaratmak suretiyle yaratıcı bir direniş halini alacağına, Marksizm’e bir alternatif oluşturacağına inanıyordu. Bu yeniydi. Ama Naipaul’un keşfettiği üzere, Ayetullahların ele geçirdiği bu iktidarla ilgili olarak çok az tinsellik söz konusuydu. Çok kısa bir süre sonra eşcinselleri vinçlerde asıyorlardı; kadınlar kara çarşaf giymek zorundaydılar. Pakistan’da bile kadınlar dışarıya çıkarken örtünüyorlardı ve benim ailemde daha önce hiç kimse örtünmemişti. Erkek olmayan kuzenlerimden biri Humeyni’yi –‘Allah’ın sesi’– saflığın ve özverili adanmışlığın bir örneği olarak görüyordu. İyi bir adamın olması gereken her şeyi olmuştu o. Ama beni bir kenara çekti ve çocuklarını Batı'ya kaçırmam için yalvarmaya başladı bana. Pakistan gençler için imkansız bir yer haline gelmişti; yapabilen herkes parasını ülke dışına gönderiyordu ve mümkün olduğu anda da paranın ardı sıra çocuklarını, tercihen de nefret edilen ama bir yandan da sevilen Birleşik Devletlere, o olmazsa Kanada’ya. “Bu ülkeyi terk etmek istiyoruz; ama bütün kapılar kapalı bizim için” diye yazmıştı kuzenim bana. “Buradan nasıl çıkacağımı bilmiyorum.”
GEÇMİŞTEN KAÇIŞ YOK
“Köktencilik hiçbir şey sunmadı” diye yazıyordu Naipaul. İdealize edecek pek bir şey bulamamıştı. Naipaul’un yakınlaştığı insanlar daha fazlasını istiyorlar, ama bunun ne olduğunu bilmiyorlar. Göreli yoksunluklarının farkındalar, ama saflıkla – Naipaul’un başyapıtı Bay Biswas İçin Bir Ev’in kahramanı gibi tıpkı. Biswas bir gazeteci olur; “Kaçış” adlı bir hikaye üzerinde çalışmaktadır, ama kendisini çevreleyen şeyler için fazla zekidir. Histerikleşir; sonu gelmeksizin kendi yaralarıyla ve mağduriyetiyle ilgilenmeye başlar. Kendisini sürekli aşağılayan bir iktidara –sömürgecilik– maruz kalmaktadır ve bu iktidarın aşağılamalarını içselleştirmiştir. Tek bir çıkış vardır: En azından çocuklarının senden daha iyi bir hayata sahip olacaklarına yönelik bir inanç. Biswas’ın akıllı oğlu Anand’dır Vidia Naipaul: Oxford’a kaçmayı başaran, BBC için çalışan ve bir yazar olan Naipaul. Naipaul bütün bunları yapmıştır; ama geçmişten kaçışın olmadığını da öğrenmiştir. Şimdi, kendisinin geldiği yere benzeyen yerlere seyahat ederek, tıpkı babası gibi kaygılı, yaralı adamların çoğaldığı gerçeğiyle karşılaşmıştır.
Ama bu sefer onların oğulları çürümeyecek. Yeni bir maçoluğa, politikleşmiş bir İslam’a dönecekler yüzlerini, “çünkü diğerlerinin hepsi başarısız olmuştur.” İnananlar Arasında’nın sonlarında Naipaul o sırada Morning Star’da gazeteci olan kuzenim Nusret Nasrullah’la karşılaşıyor. Nusret, “fazla nağmeli sesi ve ayıbalığı bıyıklarıyla” ona şöyle diyor: “İslami bir toplum yaratmak zorundayız. Batılıların gittiği yoldan gelişemeyiz biz. Gelişme bize ancak bir İslam toplumuyla birlikte gelir. Bize söyledikleri bu.” İran devrimi döneminde Bob Dylan, birilerine ya da bir şeylere adanmış olmamanın imkânsızlığını ayrıntılı biçimde irdelediği “You Gotta Serve Somebody”yi çıkarmıştı. Naipaul’un, İnananlar Arasında’da sömürgecilerin ideolojisinin dışında bir yer arayışı içindeki muhatapları kendilerine zaten yapılmış olanı tekrarlamaktan –sadece bu sefer daha sert bir biçimde– başka bir şey yapamıyorlar. Kaynakları içeride olan bir direniş biçimi olarak başlayıp da birkaç Parisli entelektüel tarafından alkışlanan şey, kısa bir süre içinde yeni, gönüllü bir köleliğe, kendi kendisine mazoşistik bir ek yapan bir tür öz-itaate dönüştü – Usame bin Ladin’in kendini ölüme adamışlığı da bunun dışavurumlarından bir tanesidir. Buradan da Naipaul’un karşısına çıkan çaresizliğe ve hayal kırıklığına ulaşıyoruz. Eğer sömürgeci, madunların bağımsız düşünce ya da demokrasi konusunda yetersiz olduğuna daima inandıysa, yeni Müslümanlar da ortaya koydukları itaatle bunu teyit ettiler. Son derece arzulu bir biçimde yeni bir tiranı varlığa getirdiler ve O korkunçtu; öncesinden bile daha kötüydü. Karaçi’de kaldığım o ilk dönemde tanık olduğum en tuhaf şeylerden biri insanların durmaksızın bana İngilizlerin geri dönmesini ve işleri onların çekip çevirmesini istediklerini anlatmalarıydı. Pakistan’da eksikliği duyulan pek çok şey vardı; fakat iyi fikirlerden yoksunluk en kötüsüydü.
Boğaz’da tekne gezintimizden birkaç ay sonra Naipaul, Avrupa Yazarlar Parlamentosuna hitap etmek üzere yeniden Türkiye’ye davet edildi – José Saramago’nun fikriydi bu. Bu defa bir hengameye neden olmuştu: Bir röportajda söylediği “dönüşebilmeniz için geçmişinizi yok etmeniz, tarihinizi yok etmeniz gerekiyor” ifadesiyle, Naipaul’un İslam’a hakaret ettiği söyleniyordu. Naipaul, şimdilerde üç yüzden fazla gazetecinin ve yazarın tutuklu bulunduğu Türkiye’ye bir daha dönmedi. Meşru öfke kötü bir şeye dönüştü; yerini itaate ve güçlü adamlara dönük bir arzuya; ötekilerin terörize edilmesine; iktidar, bağımsızlık ve egemenlik vaadine; azınlıklara ve kadınlara yönelik zulme ve hayali bir saflığa geri dönme arzusuna bıraktı yerini. Bu fikrin bu kadar yayılacağı ve yayılmaya da devam edeceği kimin aklına gelirdi ki?
Yazının aslı 'ta yayınlanmıştır. (Çeviren Abdurrahman Aydın)