Kar neşesi ve ferahlığı da hayatımızdan çalınanlar arasında maalesef. “Fakat böyle de yaşanmaz”. Son zamanlarda en sık kurduğumuz cümlelerden biri bu olmuştur herhalde, içimizden ya da dışımızdan. Kalbin atmaya devam edebilmek için düzenli aralıklarla hızlanmaya ihtiyacı var: Neşe, yaşam coşkusu, heyecan ve umutla. Kalbi çarptıran aşk ve kalbi ısıtan sevgiyle...
Kar, hem sıkı bir bellek uyarıcısı hem de göğün en huzur verici
armağanı. Bir zıtlıklar şöleni olarak zihni dürtüyor: Kar ve ateş,
kara kışın beyazlığı… Döne savrula yere düşen kar tanelerini
seyretmenin daima rahatlatıcı, hatta hipnotize edici bir yanı var.
İnsan zihni bir çağrışım tüneline giriveriyor. Kar insanı mutlaka
çocukluğuna götürüyor. Cama yapışılıp büyülenerek izlenen ilk kar
manzaraları, cama üflenen nefese çizilen uçucu resimlerin basit
ferahlığı, kar topu antrenörlüğünde hayatın beklenmedik salvolarına
eğlenceli bir hazırlık, genellikle pek bir şeye benzemeyen kardan
adamlar, mutlulukla donmuş parmaklar, yanaklarda Eskimo pembeliği,
“kar bir yağsa kırılacak soğuk” beklentisi, doğanın ve hayatın
tıkanıklığının açılması… Karın bütün kentleri sade bir makyaj ve
koreografiyle güzelleştirebilmesi…
Kar tanelerinin eşsizliği, her bir kar kristalinin diğerlerine
benzer ama bir yandan da parmak izi kadar tekrarlanamaz oluşu,
mucizeyi olağanlıkla bir arada görmeyi arzulayan insana bitmez
metaforlar sunuyor hep. Günümüzde insan da tıpkı kar tanesi gibi
diğerlerine çok benzer ama eşsiz olmak istiyor. Birçok kişisel
gelişim öğretisi ve sektör de bundan bir güzel faydalanıyor.
Halbuki kar ne kadar zahmetsizce kendiyse, insan bir o kadar
kendini “oldurması” gerçekleştirmesi gereken bir varlık. Kar
tanesinin kısacık ömrüne karşılık insan ömrü bir “hikâye”. İnsan
başkalarıyla ilişki içinde var olan, sevmeyi, sevilmeyi ve
anlaşılmayı arzulayan karmaşık bir yapı. Herkes ‘ben de ben’ diye
gezse de bu dünyada çok fazla insan var. Benzersizlik arzusu da
sevgi ve aşk gibi kendiliğindenlik ve emeğin bir bileşimini
gerektiriyor. Aşk ve sevgi kısmına döneceğim.
Karın başlatıcı ve ferahlatıcı olduğu kadar da durdurucu bir
yanı var. Tıkanan yollar, iptal olan seferler, okul ve işyeri
tatilleri. Kar, doğanın “dur, bir mola ver, beni ve kendi hayatını
izle” deme şekli bir tür de keşke “günümüz karı” bu kadar romantik
olabilse. Kar taneleri bizi çocukluk neşesine götürüyor ama
ülkedeki büyük tıkanıklığı açacak mucizevi bir güce sahip değiller
ne yazık ki.
'Necla Teyze' olarak da bilinen hayvansever Ülker
Güleryüz
Bu yıl, kar paketine ultra dahil gelmesi beklenen neşenin,
yerini kar bunaltısı ve kara kış endişesine bırakmasını yoğun
biçimde deneyimledik. 78 canı yitirdiğimiz Kartalkaya yangını,
geçen hafta bir ocağın bile bulunmadığının söylendiği kulübesinde
şüpheli bir yangında hayvanlarıyla birlikte can veren 82 yaşındaki
hayvansever teyze. Bu kış kar, zıddı ateşle bir olup hayatın en
acımasız yüzünü gösterdi. Evde zorunlu kar tatilleri “çılgın
kalabalıktan uzakta” huzurlu birkaç gün için bulunmadık nimetti.
Fakat Tanpınar’ın artık neredeyse bir yeni zaman atasözü kadar sık
kullanılan “Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul
olmak imkanını vermiyor,” sözünün teyidi gibi bir kar haftası oldu.
Onca yoksulluk varken, yaşlılar, emekliler üşürken, gazeteciler
başta, düşünen, bir söz eden onca insan art arda tutuklanırken,
geri çekilmeyen yasanın vahşeti hayvanseverlere yönelik artan
nefretle sürüyorken, sokak hayvanları soğukta sığınacak yer
bulamazken, karın beyazlığı bizi gerçeklerin karanlığından
kurtarabilir mi? Kar neşesi ve ferahlığı da hayatımızdan çalınanlar
arasında maalesef.
Çok küçükken, yağmur ve karın “göğün kelimeleri” olduğu gibi bir
düşüncem vardı. Bu yılın kâh saatlerce durmaksızın, kâh bir cinnet
gibi kısa ama şiddetli, kâh delimsirek savrulmalarla yağan karı ise
“gökyüzü bir terapiste görünse iyi olur,” hissini verdi. Bu ya
kararsız ya da karamsar, öfkeli karın bizi sevdiğine emin
olamıyoruz. Çocukluk anılarımızı ya da çocukları rahatlıkla emanet
edebileceğimiz, kendimizi akışına bırakabileceğimiz, esirgeyiciliği
altında sevinçle yuvarlanabileceğimiz bir kar değil bu. Öfke
kontrol problemi olan bir adama benziyor. Belki de “masum” bir doğa
olayına ülke ruh hali içinden biz anlam yüklüyoruz kabul ama doğa
karşısında insan masum değil ki. İklimleri ne yapıp edip insanların
ve ülkelerin kararan kaderine dönüştürmüş olduğumuz açık. İklim
krizi ve hayatı esir alan tüm diğer krizler, kar anlatısını da
krize sokuyor.
“Fakat böyle de yaşanmaz”. Geçtiğimiz haftalarda en sık
kurduğumuz cümlelerden biri bu olmuştur herhalde, içimizden ya da
dışımızdan. Daha önce de defalarca yazdığım gibi, kalbin atmaya
devam edebilmek için düzenli aralıklarla hızlanmaya ihtiyacı var:
Neşe, yaşam coşkusu, heyecan ve umutla. Kalbi çarptıran aşk ve
kalbi ısıtan sevgiyle. “Ülke konuşmayı öldürdü” diye
yazmıştım bir zaman önce. Şimdi ise hepten “gündeliğin yitimi”
tehdidi altındayız. Gündem daima çok ağır, “alternatif kanallarda”
hala yayınlanabilen tartışma programları ve haberler gündeliğe,
kültür ve sanata pek az yer verebiliyor çünkü “yer çok dar.” Neşe
yok, hikâye yok, yaşam coşkusu yok, sadece haberdarlık ve müdahale
edilemeyen şeyler hakkında en azından bilgi sahibi olma ihtiyacını
gideren bir izleyicilik hali.
Byung-Chul Han’ın, Walter Benjamin’in hikâye anlatıcılığının
ölümü ve deneyimin değer kaybetmesi, deneyimin yoksullaşmasına dair
eserine sıklıkla göndermede bulunduğu kitabı “Anlatının Krizi”nde
dediği gibi deneyim tarihsel bir süreklilik sunar, yaşantıları
hikayeye dönüştürebilen şey de budur. Byung-Chul Han, Proust’un
“anlatıcının görevi geçmişi kurtarmaktır,” dediğini hatırlatıyor.
İnsanlar, kar taneleri gibi bir andan diğerine savrularak var olan
“anlık” varlıklar değildir. İnsan hayatı dijital ekranlardan akan
birbirinin çok benzeri ve çoğunlukla çöp görseller yığını, kısa
video değildir. Başı ve sonu olan, anlam, değer ve hikâye içermesi
gereken bir anlatıdır, hayat.
Dünyadaki “anlatı krizi”nin pek çok nedeni var. Neoliberal
tüketim kültürü, birbirlerine hikayeler anlatan ve birbirini
dinleyen, birbirini sevme ve anlama kapasitesine gerçekten sahip
insanlara değil, moda deyimle “kalabalık yalnızlar”a, ekranlarının
karşısında sürekli iletişim, etkileşim içinde olan iletişimsizlere
muhtaç. Neredeyse iklim krizi kadar ciddi bir hal almış olan dikkat
eksikliği, konsantrasyon problemi bu devasa endüstriyel ihtiyacın
bir yan ürünü. Hikayenin yerini enformasyon; deneyim ve yaşamın
yerini de büyük ölçüde zihnin ve bedenin fast foodu olan sanal
deneyimler aldı. Bütün bunlara ülkeye özgü koşullarda gideren artan
şiddet, geleceksizlik hissi ve korkuyu ekleyin. Neşesi gibi
hikayesini ve bağ kurma, sevme becerisini de giderek yitiren bir
toplumla karşılaşmak şaşırtıcı bir sonuç değil. Suya sabuna dokunur
hiçbir şeyin ciddi riskler alınmadan söylenemediği yer distopiktir,
bir kabustur. Öte yandan sadece en önemli şeylerin söylenebildiği,
“önemli”nin “hayati” demek olduğu yer de kabus çünkü bu akışın,
paylaşımın, giderek gündelik ve olağanlığın yitimi demek. İşte kara
kış değil, bu karanlığın içinden beraber geçtiğimiz için kar
neşesine kaptıramıyoruz bir türlü kendimizi.
Ne yapacağız? Yaşayacağız! Yaşantıya anlam ve umudu ne yapıp
edip yeniden kazandıracağız. Bu salt yaşamsal değil politik de bir
gereklilik. Bunun için de “gündeliğin olağanlığı”nı ve “anlam”ı
tekrar kazanmamız gerek. Sevmenin, gezmenin, hoşça vakit
geçirmenin, bir filmin ya da dizinin doğurduğu hazzı yazarak
çoğaltmanın insana kendini suçlu hissettirmemesi gerek. Hiçbir şey
olağan değilse de acilen olağanlık hissine ihtiyacımız var… Kalp
bunca neşesizliğe dayanır mı, hayat korka korka sevilir mi?
Sırf hayat değil insan da ondan korkarak sevilmez. İnsan
konsantrasyonunun en yüksek biçimlerinden biri olan aşk pek çok
duyguyu içinde taşır; şeker pembesi değil, gökkuşağıdır, inişler ve
yokuşları vardır, kastettiğim bu değil. Size zulmeden kişiyi,
zorbayı, potansiyel katili sevemezsiniz. Korkudan olsa olsa marazi
bir bağlılık, çıkışsızlık doğar. Sevmek eşitlik gerektirir.
“Aynılık” değil, eşitlik. İşte bu nedenle karlar arasından pembe
kalpli balonların yükseldiği 14 Şubat haftasında aşk ve şiddet
arasındaki varsayılan tekinsiz ve şüphesiz uydurmaca, ataerkil bağ
üzerine tartışıldı epeyce.
Zehra Çelenk ve Gülderen Sağlam
11 Şubat’ta Osmangazi Kent Konseyi, Osmangazi Belediyesi ve Koza
Kadın Derneği’nin davetlisi olarak Bursa’daydım. 14 Şubat
yaklaşırken hâkim aşk anlatısı, aşk ve sevgi, Türkiye’de kadın
olmak üzerine söyleştik. Gülderen Sağlam’ın şefkatli ve özenli
moderatörlüğünde, tarihi bir hamamdan kültür merkezine evrilen
Ördekli Kültür Merkezi’nin büyüleyici atmosferinde gerçekleşen
söyleşinin içinden şarkılar türküler de geçti, TV dizileri de,
hayattan hikayeler de… Aşkla şiddetin bu toplumda birbirine neden
ısrarla bu kadar yakın durduğundan, hayatı ve haklarımızı
kaybetmeden aşka sahip çıkabilmenin yollarından bahsettik. Tümü el
emeği olan çok güzel hediyeler aldım, daha önemlisi de birçok güçlü
ve tatlı kadın tanıdım bir günde. Derya Şimşek Aksakal, Nursel
Demir başta olmak üzere etkinliği düzenleyen ve güne katkı sunan
tüm kadınlara ve ayrıca belediye ve konseye teşekkürler.
Osmangazi Kent Konseyi, Osmangazi Belediyesi ve Koza
Kadın Derneği'nin düzenlediği etkinlikten
İnsandan sevgiyi ve neşeyi alırsanız bence geriye pek bir şey
kalmaz. Kadınlarda çok güçlü bir yaşam ve neşe üretebilme ve
dayanışmayı sürdürme becerisi var. Dünyada ve ülkede hala “iyide
kalmak”, hayatı sırf kendisi değil başkaları için de güzel kılmak
isteyen pek çok insan var. Sırf bu nedenle bile, “sevginin gücü,
güce olan sevgiyi yenecek” bir gün, diliyoruz, biliyoruz,
inanıyoruz.