Başlıktaki küçücük bir cümle ama anlamı öyle büyük ki, satırlara sığmaz, romanlarca anlatılmaz. Mayıs ayının üçüncü haftasında, ayı bitirmek üzereyken, bu yazıda annelere selam çakacağım. Geçtiğimiz hafta onların gününü kutladık. Şüphesiz artık “ticari” tarafı ağır basıyor bu günün ama annelerimize onları ne kadar sevdiğimizi söylemek için bir bahane belki bu. Onlara olan sevgimizi bir güne sığdırmak elbette imkansız. Bahanemiz kârı olsun, kalan günlerde de annelerimizi unutmayalım. Sadece annelerimizi değil, çocuklarını kaybetmiş anneleri de unutmayalım. Bu yazı, kızlarını ve oğullarını umutla arayan, onları kaybedenlerin cezalandırılmasını isteyen annelerin sesine ses katmak için yazıldı.
Mayıs, yılın beşinci ayı. 1 Mayıs’la başlayan, 31 Mayıs’la sonuna ulaşan bu ay, içerisinde pek çok olay barındırıyor. Bu ayın içinde, 19 Mayıs 1919’dan 6 Mayıs 1972’ye, anlamlı çok tarih var. Bu tarihlerde ve Mayıs ayı boyunca karşılaştığımız diğerlerinde, bir yanda büyük heyecanlar ve büyük umutlar, diğer yanda aynı büyüklükte acılar karşımıza çıkıyor. 14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin, 27 Mayıs 1960’ta asker tarafından yok edilmesi, partinin kurucusu ve kodamanlarının asılması, 13 gün ve 10 yıla sığan bir hikâyenin ötesinde, memleketin kırılma noktalarından biri. 27 Mayıs 1960 ve onu hazırlayan “şarkılı” tarihi önümüzdeki hafta ayrıntısıyla anlatacağım ama bugün, bir başka 27 Mayıs’tan söz etmek istiyorum: 27 Mayıs 1995’ten. O gün, Galatasaray Meydanı’nda, 27 Mayıs darbesinin 35. yılında, darbeyle alakası olmayan ama aslında bütün darbelerle bağlantılı bir buluşma gerçekleşti. Gözaltında kaybolan evlatlarını, faili meçhul cinayetlere kurban giden yakınlarının faillerini arayan anneler, o gün ilk kez bir araya geldi ve seslerini duyurma yolunda ilk adımlarını attı. Sonrasında Cumartesi Anneleri olarak anılacak topluluk, gün geçtikçe büyüdü. Sadece anneler değil, annelerin acısını kalbinde duyan herkes onların sesine ses verdi. Ses yükseldikçe birilerinin tahammülsüzlüğü arttı. Devletçe yapılan tehditler ve tartaklamalar, müdahaleye dönüştü. Cumartesi Anneleri, 13 Mart 1999’da, polisin sert müdahalesi sonucu buluşmalara ara verdi. Bu “mecburi” ara on yıl sürdü ve 31 Ocak 2009’da yeniden toplandılar. Talepleri basit: Kayıpların akıbetlerinin açıklanmasını, faillerin yargılanmasını, “zorla kaybetme” suçunun Türk Ceza Kanunu’na göre yeniden ve zaman aşımına uğramayacak şekilde düzenlenmesini istiyorlar. Acılılar.
Cumartesi Anneleri, Arjantin’de, Plaza del Mayo alanında toplanan anneler aslında. Aynı zamanda Yunanistan’da Albaylar Cuntası’nın kaybettiği çocuklarını arayan anneler… Örnekleri artırmak mümkün ama tek bir cümleyle özetleyeyim: Dünyanın neresinde olursa olsun, ne vesileyle olursa olsun çocuklarını kaybeden annelerin çığlığı yürekleri yakıyor. Hele ki bu çocuklar iktidar tarafından alıkonulmuş ve yok edilmişlerse… “Darbelerle alakalı” demem, biraz da bundan: Darbeler ve (15 Temmuz’da şahit olduğumuz gibi) darbe girişimleri ve sonrasında önce çocuklar yok ediliyor. A. Kadir’in dediği gibi, “çocuklar, çiçekleri umudumuzun”. Onların hedef alınması tesadüf değil.
Hedefte olan, kaybedilen çocukların anneleri, aradaki on yıllık arayı saymazsak, dün 634. kez yan yana geldiler. Onların sesini kitlelere duyuran isim, geçtiğimiz haftalarda Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya verdiği destekle yeniden gündeme gelen Sezen Aksu olmuştu. 1997 yılında, Aktüel dergisinin 5. yıl armağanı olarak verilen “Cumartesi Türküsü” adlı kaset sonrasında Ali Kırca’nın sunduğu atv Ana Haber’e konuk olan Aksu, şunları söylemişti: “Bana bu şarkıyı yazdıran, bilinen toplumsal kimliğim değil. Hiçbir anneden farkım yok, her annenin ciğerinin yandığından eminim. Bu benim kendi dilim, kendi üslubumla bireysel protestom. Herkesin kendi üretim alanında yapacağı bireysel protestolara ihtiyacımız var çünkü bu mesele, insani bir mesele. Her şeyin üstünde. Evladını arayan bir annenin çığlığı beni ve herkesi sarsıyor. Duramadım, bağırayım bari dedim.”
1975 yılında ilk plağını yapan Sezen Aksu, şarkılarında ekseriyetle kadınların dertlerini anlattı ama o güne dek memleket meselelerine değinen bir şarkı yapmamıştı. 22 yıl sonra, yaptığı ilk “politik” şarkıda şunları söylüyordu: “Bekleye bekleye geçiyor günler / Gün sağır dilsiz sustu bülbüller / Kemiğim etim kapı önlerinde / Can kayıp // Allahım bu nasıl bir dünya / Bu nasıl bir ayıp // Ben anayım / Yanmaz canım dışarıdan kora koysalar / Ümidimi kaybedemezsiniz ölsem de / Ahım tarihi karalar…”
Sanatçı, protestosunu “bireysel” olarak değerlendiriyor ama çoktan toplumda yerini buldu. Cumartesi Anneleri dediğimizde aklımıza gelen bir başka çalışma, çoktan kitlelere mal olmuş Bandista şarkısı “Benim Annem Cumartesi”: “Benim annem cumartesi her bir dilde çıkar sesi / Benim annem cumartesi elinde solmuş bir resim / Benim annem cumartesi hesap soracak öfkesi…” “Benim Annem Cumartesi”, dilden dile yayıldı, sadece Bandista’nın değil son dönemin en güçlü şarkılarından biri oldu. Şarkının etkileyici kısımlarından biri, aradaki “meyan” faslı: “ah kör kuyularda bul beni / bul beni bir sahilde çıplak, bir işkence gemisinde elektrikle ayık, bir kışlada kayıp / anne, bir sokak başında / isimsiz yüzsüz bir kimsesiz mezarında / ‘kaybedenler kaybetti’ yazan mezar taşının altında bul beni / anne bul beni Arjantinli annelerin arasında, Plaza del Mayo'da / anne bul beni Galatasaray Meydanı'nda / bul beni Ramallahlı annelerin, Gazzeli annelerin / anne bul beni Varşova gettosunda / anne bul beni Nico'nun Bart'ın İtalyan annelerinin gözlerinde / anne bul beni bir sokakta, akranlarım bağırırken hâlâ / anne bul beni / ‘bir sabah’ diyen adamın gözlerinde bul beni / o sabahı kuran kadının sözlerinde / anne bul beni Ahmet Kaya'nın gözlerinde…”
Nevzat Çelik şiiri “Şafak Türküsü”ne ve annelerden ziyade oğulların (ve elbette kızların) sesini dile getiren Ahmet Kaya’ya çakılmış selam bir yana, Amerika’da idam edilen İtalyan göçmenler Sacco ile Vanzetti de unutulmamış. Hatırlayalım: Nichola Sacco ve Bart Vanzetti, 15 Nisan 1920’de, bugünkü Boston’un içinde kalan Braintree’de bir soyguna karıştıkları gerekçesiyle tutuklanır. Sacco ayakkabıcılık yapmaktadır, Vanzetti ise geçimini balıkçılıkla kazanır. İki işçiyi bir araya getiren, grevler ve yürüyüşler. İlk dava, 31 Mayıs 1921’de görülür ve bir dizi dava sonrasında iki göçmen, ölüme mahkum edilir. İnfaz, 23 Ağustos 1927’de gerçekleşir. Sacco, elektrikli sandalyeye otururken şunları söyler: "Yasaşın anarşizm! Elveda karıcığım, çocuklarım, arkadaşlarım." İnfaz anında iki dudağının arasından dökülen kelime, boğazımızın düğümlenmesine sebep: “Mama!”
Sacco ve Vanzetti’nin çığlığını, Nâzım Hikmet’ten Allen Ginsberg’e pek çok insan eserine taşıdı. Haklarında sadece şiirler değil, oyunlar ve şarkılar da yazıldı. “Benim Annem Cumartesi”nin bir bölümünde bize göz kırpmaları, onların unutulmadığını, unutulmayacağını gösteriyor. Cumartesi Anneleri de unutulmayacak. Hiçbir zaman.
Şarkıya döneyim… Başında duyduğumuz “benim annem pazartesi demlikte bir çay tanesi” dizesi, Sait Faik’in “Semaver”ine çakılmış bir selam gibi. Sonda duyduğumuz iki konuşma ise, Arjantin’den İstanbul’a uzanan iki çığlık. İlki, Plaza del Mayo’da toplananlar arasında bulunan Hebe de Bonafini’nin öfkeli sesi, diğeri, Galatasaray Meydanı’dan: “Ben bir anneyim, benim sesimi duymak zorundasınız. Beni dinlemek zorundasınız.”
“Benim Annem Cumartesi”, bir Teodorakis bestesiyle sonlanır. “O Levendis”, Yunanistan’da oğlunu kaybeden bir annenin, onun ardından yaktığı ağıttır. Çiğdem Talu’nun Tükçe söz yazdığı bu şarkı, ‘70’li yılların sonunda Timur Selçuk tarafından konserlerde seslendirildi, içinde Selda Bağcan’ın da yer aldığı bir koro tarafından yorumlandı ve 1989 tarihli Grup Yorum albümü “Gün Gelir / Cemo”da “Oğula Ağıt” adıyla kayıt altına alındı: “Binbir çileyle büyüttüm oğlumu / Yemedim yemedim bugüne getirdim / Cesurdu mertti, kaya gibi sertti / Bir gün geldi ki vurdular onu // Yaşlı gözlerle beklerdim yolumu / Oğlum gider de ya dönmezse diye / Gözbebeğimdi, benim her şeyimdi / Bir gün geldi ki vurdular onu // Beni kınama, arkamdan ağlama / Ne yaptıysam bil ki halkım için derdi / Aslan gibiydi, sözünün eriydi / Bir gün geldi ki vurdular onu // Sabır taşından yaratılmış insan / Güle güle oğlum, kalanlar sağ olsun / Yaşı yirmiydi ,canımın içiydi / Bir gün geldi ki vurdular onu // Kurşun değildi, top tüfek değildi / Faşist yılanıydı boğan oğlumu / Bir can gitse de binler var geride / Bir gün gelir ki ezerler onu!”
Cumartesi Anneleri, dün 634. kez buluştu. Bu çığlık susmadı. Evlatlarını bulamayacaklar belki ama onları kaybedenlerin cezalandırılacağına dair umutları tam –ki hepimizin istediği de bu aslında. Onun için seslerine ses veriyoruz, onların sesini duyurmak için çabalıyoruz. Fiilen Galatasaray Meydanı’nda olamasak bile kalbimiz her cumartesi orada. Önümüzdeki hafta, ilk buluşmanın 22. yılı. Bu kez hep birlikte orada olalım, seslerine sahiden ses katalım. Başlıktaki cümle, “Benim Annem Cumartesi”nin son cümlesi: “Anne, biz geldik.” Cumartesi Anneleri’nin duymak istediği cümle bu. Onları güçlü kılacak, mücadelelerinde yüreklendirecek cümle. Küçücük belki ama etkisi dünyalara değer.