Kadın kadının yurdu olmaya önce annenin yani ilk bakıcının kız çocuğuna yurt olmasıyla başlar. Onu koşulsuzca sevmesi, kabul etmesi, saygı duymasıyla… Orada kurulacak güvenli ilişki, kuşkusuz tüm kadınlarla kurulacak ilişkileri de etkileyecektir. O vakit “kadın kadının yurdudur” slogan olmaktan çıkıp gerçekten bir ilişki biçimine dönüşecektir.
Hepimizin en temel ihtiyacı olduğumuz halimizle sevilmek, kabul görmek. Parçalanmadan, parçalamadan, bütünselliğimizle birlikte… Hasarlarımızla, zaaflarımızla, kusurlarımızla, karanlığımızla… Bu, aynı zamanda dünyanın en zor şeylerinden biri de olabilir. Kendimizi olduğumuz haliyle kabul edebildiğimiz ölçüde ötekini de kabul edebiliriz. Bu gerçekleşmediğinde ise olmadığı halleriyle olmadığımız halimize gelen ilişkilerde sahicilik, bütünlük ararız. Yalnızlık hissimiz hiç geçmez.
Bu kabul görme hikayesinin başladığı yer elbette ilk mekanımız olan anne rahmi, ilişki kurduğumuz birinci nesne olan anne… Anne, ilk ilişki evrenimiz, başlangıç noktamız. Kabul etsek de etmesek de orada kurulan ilişkinin izlerini başka ilişkilerimizde daima görüyoruz. Yaşamda en çetrefilli ilişkilerin başında kuşkusuz anne-çocuk ilişkisi geliyor. Fakat daha inceltecek olursak da anne-kız ilişkisi… Anneye benzemek hem çok korkutucu hem de öykülünesi; “Yine annem gibi davrandım”, “Anneme hayranım.” Anne-kız ilişkisinin karmaşıklığı da belki en çok bu çelişkiden geliyor. Anneden ayrışabilmek ve bireyselleşmeyi becerebilmek için önce anneyle kurulacak sağlam bir ilişkiye ihtiyaç duyarız. Ne olursa olsun anne tarafından duygusal veya fiziksel olarak terk edilmeyeceğimizi bilmemiz gerekir. Kadınlıktan, kadınsılıktan, kadın olmanın anlamından bahsedeceksek anne-kız ilişkisinde olan biteni anlamayı es geçemeyiz. Kız çocuk, annenin hemcinsi olarak onun bir nevi narsisistik aynası da oluyor. Bu da kız çocuğunu annenin kayıplarına, travmalarına, yaslarına daha duyarlı kılıyor ve maruz bırakıyor. Kadınlık eksiği gediğiyle, iyisi kötüsüyle önce anneden aktarılıyor. Kadın olmanın koşulu anneden geçiyor.
Kadınlık, inşası hiç bitmeyen çok katmanlı bir süreç, regl olmamızla, anne olmamızla, orgazm olmamızla, menopozla çok çeşitli evreleri olan, her evrede başka değişimlerin, kendi içinde kayıpların, kazançların, yasların yaşandığı bir süreç. Anne, kız çocuğuna hayat vermesinin dışında ona aynı zamanda bir kadınlık bilgisi de sunar. Psikanalist Elda Abrevaya’ya göre bu durum kız çocuğu kaçınılmaz olarak annenin kaderine bağlar. “Kız çocuğu annenin geçmişindeki travmatik olaylardan, acılarından payını alır. Bu anlamda kızın kaderi, annesinden kendisine iletilen düğümleri çözmektir. Ancak bu şekilde yetişkin bir kadın haline gelip bir kız doğurduğunda (ya da doğurmadığında), iletilme riski taşıyan yasın ve melankolinin zincirini kırabilir.”
Kendimizi olduğumuz gibi sevebilmeyi, şansımız varsa önce annemizden (ilk bakıcıdan) öğreniriz. Ancak annemiz kendisini olduğu gibi sevebilmeyi başaramamışsa, bedeniyle ilişkisi sıkıntılıysa biz de bunu görerek yetişiriz. Kusurlu bedenler, hasarlı ruhlar başlıklı yazımda “Dokunma Bana” filminden bir repliği aktarmıştım; “Nasıl sevdiğini söylemek için bana nasıl sevildiğini anlat, anlat ki ben de nasıl sevdiğimi anlayayım.” O yazıda annenin bedeniyle nasıl ilişki kurduğu, anne bedeninin bizimle nasıl ilişki kurduğu, onu hem anne hem kadın bedeni olarak nasıl algıladığımızın kendi bedenimizle olan ilişkiyi de büyük ölçüde belirlediğinden bahsetmiştim. Anne giden gençliğiyle, bedenindeki değişimlerle barışamıyorsa, kız çocuğuyla da bir rekabet ilişkisine girmesi kaçınılmaz olacaktır.
Geçtiğimiz haftalarda Okuyanus Yayınlarından çıkan Hillary L. McBride tarafından kaleme alınan Anneler, Kızları ve Beden Algısı kitabı odağına şu önemli soruları alıyor: “Kadınlar olarak bedenlerimizi olduğu gibi sevmenin mümkün olduğuna inanmazsak, bu yolu açma cesaretini nasıl bulacağız kendi kendimize? Var olabileceğine inanmadığımız bir şeyi nasıl inşa edebiliriz? Kendimizi, bedenlerimizi ve birbirimizi olduğumuz gibi nasıl sevebiliriz?”
Ve anne-kız çocuk bağlılığından şöyle bahsediyor:
“İnsanlar sağlıklı bir bağlılığa sahip olduklarında genellikle kendileri hakkında iyi ve dünyada güvende hissederler. Ait olduklarını ve sevilmeye layık olduklarını bilirler. Sağlıksız bağlanma tarzlarına sahip olduklarında ise kendilerini iyi hissetmeleri, güçlü ya da acı verici duygularla baş edebilmeleri, güvende olduklarına ya da terk edilmeyeceklerine inanmaları da zorlaşır. Yetişkinliklerinde romantik ilişkilerinde mesafeli, kaygılı ve/veya güvensiz hale gelirler ya da büyürken gördükleri bu kalıpları tekrar eden insanları tercih ederler. Aslında çocuklara, onları sevdiğinizin, terk etmeyeceğinizin ve güvende tutacağınızın bıkmadan usanmadan gösterilmesi gerekiyor. ”
Hillary McBride, kadınların beden deneyimlerini keşfeden araştırmalar yapan bir akademisyen ve klinisyen. Kadın sorunlarının yanı sıra devam eden çocukluk dönemi istismar travmaları ve yetişkin travma tedavileri gibi konularda feminist bir bakış açısıyla uzmanlaşmış ve kendisi de yıllarca yeme bozukluğu ile mücadele edip, tedavi görmüş. Kitabında vaka örneklerinin yanı sıra kendi tedavi sürecinden paylaşımlar da var. Benim en hoşuma giden bölümlerden biri bireysel ve ilişkisel benliklerden bahsettiği kısım oldu; “Olduğumuz kişiyi terk edemeyiz ve kim olduğumuz hem benzersiz bir birey hem de bağlılık ve ilişkiye bağlı bir insan olarak tanımlanabilir. İkisi de dengede olduğunda daima kendimiz olacağız.”
Kendimizi tanıyabilmenin en önemli yollarından biri ilişkiler. Kendimizi olduğumuz gibi kabullenmediğimizde başkalarının bizden beklediği gibi davranırız. Bu, kişide bireysel bir benlik kaybına yol açar, asla kendi olarak sevilmeyeceğine duyulan bir inançtır bunu körükleyen. Benliğin kaybı kadın olarak kimliğimizin bir parçasını ihmal eden ve bütün olmaktan alıkoyan bir hayat yaratır. Bu inanç başka biriyle sahici bir yakınlık kurmanın da önündeki en büyük engeldir. Kişi kendisini bütün olarak kabul etmiyor ki başka biriyle nasıl bütünleşsin?
McBride kitabında gözden kaçırılmaması gereken bir çelişkiden bahseder; “Photoshop gibi programlarla rötuşlanmış bir dünyada, görselliğe tapınan ve kendi annelerinin kilo ve beden korkularının olduğu bir dünyada kızlara beden algılarıyla rahat olmalarını öğretmek istiyoruz fakat her birimiz farklı ailelerde doğduk, bizi şekillendiren farklı hikayelerimiz ve farklı beden tiplerimiz var. Tüm bunlar sonradan çocuklarımızın dünyasını da şekillendiriyor.”
Yüzümüzdeki çizgiler, saçımızdaki beyazlar, zaman içerisinde sarkan bedenimiz yaşam hikayemizi anlatırlar, bunlar kimseyi daha az sevilesi veya daha çirkin yapmaz. Toplumun kadınlara öğrettiği güzellik algısını merkeze aldığımızda eril tahakkümün sürdürülmesini sağlarız ve bunu kız çocuklarımıza da öğretiriz. Asla özgür hissedemeyiz. Bedenimizdeki tüm yaşam izleri bana kalırsa onurlandırılmayı hak ederler. Bunlarla barıştığımızda gelecek nesle aktarılacak güçlü bir kadınlık hikayesi de sunmuş oluruz. Kadın kadının yurdu olmaya önce annenin yani ilk bakıcının kız çocuğuna yurt olmasıyla başlar. Onu koşulsuzca sevmesi, kabul etmesi, saygı duymasıyla… Orada kurulacak güvenli ilişki, kuşkusuz tüm kadınlarla kurulacak ilişkileri de etkileyecektir. O vakit “kadın kadının yurdudur” slogan olmaktan çıkıp gerçekten bir ilişki biçimine dönüşecektir. Farklılıkları kabullenerek, kabullenildiğimizi bilerek, her koşulda dayanışma gösterilerek, birbirimizi gerçekten destekleyerek…
9 Mart salı akşamı meslektaşım Klinik Psikolog Ezgi Taboğlu ile bu konuları enine boyuna tartışacağımız ve Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı yararına yapacağımız “Kadınlık Halleri” söyleşisini bu yazı vesilesiyle buradan da duyurmuş olayım. İlgilenen kişiler polentepsikoloji@gmail.com adresine mail atabilirler.
Kadınlık mirasımızı sağlıklı bir şekilde dönüştürüp aktarabilmemizi tüm kalbimle diliyorum.