Hüküm Allah’ındır. Hâkim olan odur. Yargıç, “hâkim” sıfatını, bu tanrısal sıfatı ilahi bir işlevi yerine getirdiği için alır. Haşa, Allah olmadığına göre, onun gibi “kusursuz” hüküm verecek değildir. Hâkimin mahkemede hüküm vermesi, kadiri mutlak olmadığı için, kurallara bağlanmıştır. Bu kurallar, hükmün güvenilir olması için düşünülmüştür. Usul kuralları der buna hukuk disiplini.
Usuli kurallara uymayan bir kişi “yargıç” olarak maaş alsa bile yargı işinin temelini çiğnediği için yargıç sıfatını haiz olamaz. Yargıç olmadan hüküm tesisi mahkeme olmadan karar alma anlamına gelir ki bu durumda “karar” hukuki değil fiilidir, adalet idesiyle bağını koparmıştır, en iyi ihtimalle boş bir karardır. Ve fakat bu karar sonuç doğuruyorsa, birinin (yargılananın ve çoğu durumda onunla beraber başkalarının) hayatını etkiliyorsa zulüm başlar. Adalet, her şeyin yerli yerinde, ait olduğu yerde olması demekse zulüm, her şeyin ait olmadığı yerde olması halini alır; şeylerin ait olduğu yerde görünmesini engelleyen karanlığın adıdır zulüm. İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi başkanının, yargılanan akademisyenlere hitaben, “Ama Beşiktaş’ta, Boğaz’da oturup viski içmekle olmuyor” sözü, ceza yargılamasında yargıçların uyması zorunlu olan temel bir kaideyi, ihsası rey yasağını çiğner. Üstad yargıç Orhan Gazi Ertekin, hâkimin “ihsası rey” ettiğini, yani yargılama prosedürlerini önemsemeden kafasında hüküm oluşturduğunu ve bu hükmü de o cümle ile deklare ettiğini güzelce yazdı. Ertekin konuyu “yargı/yargıç-lık kültürü” cephesinden görerek, iyi bir yargının önündeki en önemli engellerden birine etraflıca dikkat çekti.
İHSASI REY
O yazıyı akılda tutarak: Yargıç ihsası rey etti, kafasında oluşan hükmü önceden açıkladı. Fakat bunu bir dil sürçmesi, bir dalgınlık, bir sehiv olarak yapmadı. Ve bu ihsası reyin özellikli bir yanı var: Yargıç, yargıladığı kişiyi yargı konusu olan fiilinden önce bizzat kendisinin (yargıcın vehmettiği) kişiliğine, varlığına dair bir gözle/gözlükle gördüğünü ortaya koydu. Bunun Ertekin’in güzelce anlattığı gibi ideolojik-kültürel bir etkileşimler dizisi eşliğinde yapıldığı muhakkak; Faruk Özsu üstadın “yargı kültürü” dediği şey adalet idesi peşindeki yargı faaliyetinin/kabiliyetinin önündeki önemli engellerden biri gerçekten de. İki yargıç yıllardır konuyu sürekli işleyerek hayli gerekli ve yararlı bir iş yapıyorlar. Müteşekkirim. İki yargıcın analizlerini paylaşmakla beraber, konunun sadece “taşra” ve “onun ideolojisi” ekseninde olmadığı düşüncesindeyim.
TAŞRALAŞTIRAN DEVLET
Elbette topografik (taşra demek, merkez dışı) ve sosyopsikolojik (taşralı duygular, hınç vs) yönleri olduğuna itiraz etmemekle beraber, meselenin bir başka yönü olduğu kanaatindeyim. Ertekin’in yazının sonunda değindiği “yargılama yetisi”nin yokluğunun hayli “merkez”e ait yönler taşıdığını iddia edeceğim; iki büyük merkeze: Devlet denilen şeyin merkezine ve elbette onun “toplumu”nun merkezine.
Yargılama yetisi dedik, başa dönelim: Hüküm Allah’ındır. Hakim olan odur. Yargı günü, elbette daima yürürlükte olan tanrı yargısının nihai ve tüm yönleriyle belirdiği gündür; insan için tarih bitmiştir. Tarih içindeki eylemlerinin, amellerinin hükmünü dinleyecek, o hükmün gereğini çekecektir. Ondan önce, o günden önce insan, “yargı” yetisini dünya işlerini çekip çevirmek için kullanacaktır, bu ilahi sıfatı ve işi, hâkim olma ve muhakeme etme işini tek koşul altında ve bir kurallar dizisiyle yürütecektir. Koşul, adalettir. Yargının, hukukun “can”ını bulduğu şeydir adalet idesi. El altında değildir, hazır değildir, daima aranan bir şeydir, Jean Luc Nancy’nin işaret ettiği gibi.
ADALETİN VİSKİYLE İMTİHANI
Haksızlığa uğradığını düşünen kişi “adalet” aramaz sadece, onun başvurduğu kişiler de adaletten emin olamazlar, onlar da aramak zorundadırlar. “ihsası rey” yasağı, önceden görüş belirtme yasağı, bu zorunluluğun usulî ifadesidir.
Yine, dünya yargısı daima bir fiille ilgilidir: yargılanan, şüpheli bulunan yani sanık sandalyesine oturtulan kişinin kendisi değil, bir fiilidir; kanunda suç olarak düzenlenmiş bir fiil. Ağır ceza reisi, fiilin değil failin yargılandığını söylemektedir bize. Boğaz’da viski içme fiili, kanunlara göre suç değildir, zaten akademisyenler bir şey içtiği için değil, bir metne imza attıkları için yargılanmaktadır. Metinde suç var mıdır yok mudur, metine imza atma suç oluşturur mu oluşturmaz mı, araştırılacak şey buyken, birden ortaya çıkan viski meselesi, yargıcın yargılanan kişi/leri şahsi niteliklerinden ötürü yargılamaya müstehak gördüğünü gösterir. Bir kural daha çiğnenmektedir o halde: Masumiyet karinesi. Yargılanan kişi, viski içmekle, masumiyet karinesinden yararlanma hakkını yitirmiş olabilir mi?
DEVLETİN VE TOPLUMUN BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜĞÜ
Buraya kadar söylediklerim, Ertekin ve Özsu’nun “taşralı akıl/ruh” teoremi ile hayli örtüşüyor. Ayrışmaya başladığım yer ise (iki üstada karşı değil aslen bu yazdıklarım, onların açtığı başlık altında tartışma alanını genişletme çabası daha çok) burada beliriyor: Cennetten ihraç gününden kıyamet gününe kadar tanrı dünyadaki işlerimize doğrudan müdahil olmaktan genellikle (peygamber yollama hariç) kaçındığına göre, boşluğu birileri doldurmalı. Boşluk, iki entite tarafından doldurulmuştur hep, birbirine sarmalanmış iki entite: Devlet ve toplum. Kral ve halk. Yargılama yetkisinin kraldan ayrışması, devletin içinde “yargı” denilen bürokrasiyi oluşturur.
Sözü kanun, eylemi söz ve kararı mutlak olan kral sanki ölmemiş de devlet denilen varlığın içinde dağılmıştır. Kanunu başka kurum yapar, eylemi başka kurum ve yargılamayı başka kurum. Yasama, yürütme, yargı. Güçler ayrılığı. Sistem çalışıyorsa, yargı prosedürlere uyarak hüküm oluşturan kurum niteliğiyle belirir. İnsan olmaktan kaynaklı hatalar çeşitli mekanizmalarla (temyiz vs) düzeltilmeye çalışılır. Krallar çağında nasıl ki kralın adalet yetisi onun adil ya da zalim olarak tanımlanmasına yol açıyorsa, cumhuriyetler için de devletin adil ya da zalim oluşu onun niteliğini belirler; adil ya da zalim. Bir devlet, adaletsizliği sistematik hale getirme tehlikesi bulunan bir yargıç kültürü belirdiğinde, bundan yararı yoksa, o kültürü dönüştürmek için özel çaba içine girer.
Toplum, halk da bu talebi devlet denilen şeye yöneltir ya da yöneltmez. İki üstadın sözünü ettiği kültür, devletin kurguladığı yönetsel modelle uyumsuzluk içinde değildir, aksine yargıçların “taşralılıktan kurtulma” yerine “taşralılaşma yarışı”na girmeleri, modele uyum arzusundandır. Toplumun modele ve sonuçlarına dair algıları ve düşünceleri (devletin zorun etkisi, yönlendirme-manipülasyon ve ideolojik enjeksiyon kabiliyeti ne olursa olsun) modelin işlerliğini ve ömrünü belirleyecektir. Model işliyor, çünkü böylesi iyidir dedi devlet. Model çok itiraz görmedi, çünkü böylesi bence de iyidir diyor toplum. İbnu’ul Mukaffa’yı tekrar etmekte yarar var: “En kötü zaman, yönetenin ve halkın kötülüğünün birleştiği zamandır.” (İbnu’l Mukaffa, İslam Siyaset Üslubu. Türkçesi Vecdi Akyüz. Dergah Yayınları)
SİYASETİN YARGI ELİYLE İLGASI
Şu anda, kıyamet gününden önce hakimiyeti elde tutanlar, o güne kadarki emirleri tanrı adına yeniden yazmaktalar; yasama yürütme ve yargı tek makamda, aynı zamanda kişi de olan ve kendi kendisini istediği yere atama yetisine sahip makamda toplanmaktadır. Çay toplayan yargıçların sevinci, yargılama yetilerinin değil çay toplama yetilerinin yargılama konusu olduğu sistemle uyum zevkinden doğuyordu. Taşralılaşma ve taşralılaştırma bugün devletin temel işlemlerinden biri olarak yürürlük buluyor; sosyolojik anlamda taşra ile siyasal anlamda taşranın buluşması değil sadece bu, ama devletin yeni yapılanmasında gerekli olan omnipotent merkezin tahkimi için merkezin bizzat kendisinin üretimine hız verdiği merkezi bir taşralılaşma. Bu işlem, yeni hukukun siyasetle ilişkisinde bir özellik eşliğinde süren bir işlem: Siyasetin yargıya havale edilmesi, yargısallaştırılması. Kanadalı düşünür Charles Taylor, yıllar önce bu ihtimalin yol açabileceği kötülüklere işaret etmişti, kaba özetle: Yargı oyunu iki sonuçludur, siyaset oyunu ise üç sonuçlu. Yargıda ak ve kara vardır, beraat ya da mahkumiyet. Siyaset ise üç sonuca açıktır: Kazanç, kayıp ve uzlaşma. Siyasal olanda hüküm hakkı yargıya, yargıca verilirse, siyaset imkanı yok edilir. (Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, Çevrine: Uğur Carbilen, Ayrıntı Yayınları) Örneğin, 10 yıl kadar önce başlatılan KCK soruşturmaları, siyasetin yargıya gördürülmesiydi.
Siyasetin yargıya havalesi, yeni Türkiye’nin öncelikli metodik tercihlerinden biridir. Akademisyenlerin yargılanmasının “siyasi” olmasının anlamı budur, çatışma yolu yerine “uzlaşma” yolunun seçilmesini istemeleri cezalanrdırılmakta, yani siyasetin ilgası yürürlükte tutulmaktadır. Siyaset ilga edilirken yargıya biçilen görev, siyasetin boğulmasıdır. Bu hukukla olamayacağı için anti-hukuk öne çıkıyor. Çünkü siyasetin yargıya havalesi, sadece hukukun karşıtıyla imhası anlamına gelmiyor, siyasetin demokratikleşmesinin de imhası anlamına geliyor. Antidemokratik bir işlemin olağan sonucudur anti-hukuk.
Hülasa, yargıçlar, ağızlarından söz kaçırmıyor, kuralları insani hatalarla atlamıyor, prosedürleri sehven ters çevirmiyor; anti-demokratik çağın gereği olarak ihtiyaç duyulan anti-hukuk macerasında yeteneklerini konuşturuyor.