Anti-komünizmin icadı ve sözel kültür
Kuşkusuz bugün devlet yapılanması içinde oluşturulmak istenen ya da büyük ölçüde oluşturulmuş olan otoriter ve baskıcı yapı geçmişte örgütlenmeler üstünden oluşturulanın ve meram edilenin bugündeki vahim sonucudur.
Halim Şafak
Osmanlı Rus ilişkilerinin ve savaşlarının bize bıraktığı en önemli miras aynı tarih içinde oluşturduğumuz, bir yanıyla icat ettiğimiz “Moskof” imgesidir. Söz konusu imge Ekim devrimiyle birlikte baştaki özelliklerine komünizm düşmanlığını yani anti-komünizmi de eklemiş, hatta onu başat öğe haline getirmiş, böylelikle de imge tam bir ötekileştirmeyle daha çok anti-komünizmi ifade eden bir kavram haline gelmiştir/getirilmiştir.
Başlangıçta sağın ve solun dışında duruyor gibi gösterilen ve hatta böyle kabul gören bu kavramlaştırma tuhaf bir biçimde ABD yandaşlığını da en baştan kendine dâhil etmiştir. Bu dediğime bağlı olarak kurulu düzeni ya da geleneği sürdürmek gibi eğilimlerden aldığı güçle de bunu hür dünya diye anladığı ve tarif ettiği kapitalizmi savunmaya da dönüştürmüştür. Rusya ve Sovyetlere dönük olumsuz ilgi ve ilişkilerin ama ikisinden çok düşmanlığın oluşturduğu Moskof imgesi bir zaman sonra ABD temelli bir sol ve solcu düşmanlığına dönüşmüş her türden ve cinsten öteki bu düşmanlıktan payını almış komünistlikle, komünist olmakla suçlanmış ve öldürmeye kadar giden bir saldırı ve onun şiddeti ile sonuçlanmıştır. Bu yüzden de anti-komünizm tarihi boyunca ve sonra da kendini tam bir faşizanlıkla ve intikam duygusuyla bir başkasının hayatına kast etme ile/olarak gerçekleştirmiştir. Bunun özellikle bizde sağın ve biçimlerinin ötekine dönük son derece olumsuz ve saldırgan ikisinden çok faşizan ya da faşist tavrıyla fazlasıyla uyumlu ve iç içe olduğu söylenebilir.
Bu durum memleket sathında her zaman ayrım ve ayrılıkları derinleştirirken dışarıda da batıyla ama ondan çok ABD ile ilişki kurmanın anti-komünizmi onun çıkarlarına göre biçimlendirmenin imkânı da olmuştur. Hasan Basri Erzurumi, “Amerika, dinsizlik ve imansızlık ve ahlaksızlık rejimi olan komünizme karşı savunma yapan bir millettir. Bizim gibi mümin ve Müslim ve ahlaklı milletin, elbette ki onun safında olması icap eder, Allah da bunu emreder” diye yazması da bu dediğimle ilgilidir. Hatta ona göre “Amerika aleyhinde bulunmak için Türk hasletlerine yakışmayacak şekilde nankör olmak lazımdır.” Başlangıçta kapitalizme ve cumhuriyete bağlı olarak modernizme karşılık bu noktada anti-komünizmin bir çelişkisi gibi görünse de aynı modernizm zamanla teknik bir detay haline getirilerek onun ve özellikle dindar muhafazakârlığın aracı haline getirilmekte pek gecikilmemiştir.
Sıradan insanın bugün de büyük etkisini sürdüren komünizm ve ondan çok komünist algısının oluşmasında Osmanlının Moskof imgesinden sonra onun belirlediği “Komünizmle Mücadele Dernekleri” gibi örgütlenmelerin katkısının çok büyük olduğu söylenmelidir. Bu noktada solun oluşturmaya çalıştığı aile modelinin, hayat biçiminin ve bütün bunların dine mesafesinin onlardan çıkarılan gerçekliği baştan tartışmalı söylenceler burada özellikle hatırda tutulmalıdır.
Hatta burada biraz daha ileri gidip özellikle edebiyata dönük kalıcı etkisine rağmen anti-komünizmin daha çok sözel ve onu üstünden ilerleyen ve kendini öyle geliştiren bir ideoloji olduğunu söyleyeceğim. Politik olandan ve yazı haline getirilenden çok sözelin bu düşmanlığı oluşturduğunu ve kendine memleket sathında geniş bir hareket alanı açtığını da belirteceğim. Kaldı ki anti-komünizmin sıradan insan üstünde bu derece ve kalıcı bir sosyalleşmeye neden olmasını ve bu temeldeki etkisini tamamıyla bu olumsuz tavrına onun Anadolu’da tek yayma ve propaganda ajitasyon aracı haline gelmiş sözel kültüre borçludur.
Devam edelim… Anti-komünizm hiçbir dönemde demokratik bir tepki olarak ortaya çıkmamış tersine baştan beri kendini bireysel ya da değil şiddetle ve antidemokratik tavırla ifade etmiş, gerçekleştirmiş bunu yaparken de otorite ile bağ kurmaktan onu kullanmaktan ve kendinin kullanılmasına izin vermekten hiçbir zaman imtina etmemiştir.
Ertuğrul Meşe “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kitabında bunu biraz daha ileri götürerek anti-komünizmi iktidarın ürettiği politikalara karşı muhalefet göstermenin imkânsızlığını aşmak için üretilen bir “direniş sanatı” ve “siyaseti” olarak kabul ediyor. (İletişim,2016) Ertuğrul Meşe’nin dediğine ek olarak anti-komünizmin uyguladığı yol ve yöntemlere bakarak daha çok aşağılık bir direnişten çok saldırı siyaseti hatta saldırganlık olarak ortaya çıktığını burada belirtmemiz gerekiyor. Bu aşağılıklığın da yine başta belirttiğim sözel kültürle çok ilgisi var. Memleketin delilerinin bile bir başkasına komünist diye sövdüğünü bilmemiz ve her türden adi ve yüz kızartıcı suçu komünistlerin işlediğine/yaptığına dair bir olgudan haberdar olmamız bile bu aşağılıklığı anlamamız için ihtimal yeterlidir.
Aslına bakılırsa illa anti-komünist bir akıldan söz etmemiz şartsa bunun ortalamasının bile olmadığını ve böyle bir şeyin gerekmediğini de söylemeliyim. Bu noktada Komünizmle Mücadele Derneği’nin tüzüğünde “siyasetle ilgisi yoktur” ibaresinin olmasının önemli bir ayrıntı olduğunu belirtmeliyim. Bu durum tarih boyunca solla sağ arasındaki tuhaf ama sağın lehine temel bir ayrım haline gelmiştir. Hatta bu dediğim sayesinde sıradan insan solu her daim politika yapmakla yargılarken sağı da vatan savunucusu yapmıştır.
Sermaye çevrelerinin desteğini almış bu ideolojik tepki böylelikle onun kapitalizmi ve tabii devleti korumayı önceleyen bir şey haline getirirken sağda pek bir tepkiye ve karşılığa da yol açmamıştır. Hatta bu günde uluslararası kapitalizmle kurulmuş derin ilişkileri de bununla açıklayabiliriz. Kapitalizm anti-komünizmin de, onsuz edemeyen muhafazakâr dindarlığın ve sağın başka hallerinin de kendini var edip geliştirebildiği ve hatta kapitalizmi belirleyebildiği bir kültür vasatı haline bile getirmiştir.
Anti-komünizmin geçmiş ve orada gelenekle kurduğu ilişkinin dünyada ve bizde büyük ölçüde bir tepki ama daha fazla Cumhuriyetin ilk yıllarının tersine direniş ve direnmeden çok saldırı ideolojisi olarak her türden şiddeti öncelemesi ve uygulaması kendini özellikle sıradan insan ve devlet katında lince ve infiale dönüştürmesi hem geçmişte hem de günümüzde de ürettiği şiddet duygusuna bağlı olarak faşizmle bu temelde ilişki kurmasına da izin vermiştir. Bu saldırganlık ve şiddet bir uçtan bugün de etkisini sürdüren bir mağduriyet tartışmasından da beslenmiş ve bir zaman sonra bünyesine hıncı almakla yetinmemiş öç /intikam alma duygusunun temellendirdiği bir şiddet biçimi haline gelmiştir.
Cumhuriyetle birlikte tek parti döneminde dindarlıktan sonra devlet milliyetçiliğinden kısmen uzaklaştırılınca Türk milliyetçiliği ve ondan çok dini duyarlılıkları potasında eriten Komünizmle Mücadele Dernekleri ortaya çıkmıştır. Başlangıçta şoven ve ırkçı yani öne çıkan dernek bir zaman sonra yine bünyesinde bulundurduğu mukaddesatçılığa yani dinsel olana yönelmiştir. Türkçülük mukaddesatçılık tartışmasında mukaddesatçılık kazanırken başlangıçtaki kapitalizm ve modernizm karşıtlığı da gerilemiş hatta islamcılık modernist bir eğilim haline gelince geriye tek anti-komünizm kalmıştır.
Bu bir zaman sonra özellikle Anadolu’da yani taşrada dini Şerif Mardin’in demesiyle ötekine karşı silah gibi kullanmaya kadar gitmiştir. Hatta bu dediğimin günümüzde nerdeyse devlet ideolojisi haline geldiğini bile söyleyebilecek durumdayız. Bunu Ayşe Öncü’nün günümüz için öngördüğü sıradan insanın faşizmi ile de ilişkilendirmenin mümkün olduğunu da düşünüyorum. Başka bir deyişle bu derneklerin kışkırttığı anti-komünizmin sıradan insanın ötekine dönük düşmanlığını tamamıyla bir şiddet eylemi haline getirdiğini de söyleyeceğim. Aynı şekilde Ahmet Oktay’ın da şiddet yoksullar tarafından gerçekleştiriliyor ve şiddetin ücretlisi olmak yoksulun ön koşulu demesini de sıradan insanın şiddeti içinde değerlendirmek gerekiyor.
Özellikle dindar anti-komünistlerin geçmişte devletle kurdukları ilişkiyi ya da barışmayı bugünü belirleyen iktidar hazırlığı olarak kabul etmek mümkündür. Bu tam bir otoriterleşmenin önünü açarken cumhuriyet ve laiklikle ilgili baştaki eleştiriler günümüze geldiğimizde tamamen reddetmeye dönüşmekte pek zorluk çekmemiş hatta bu durum devlet ve düzeninin kökten değişimi gibi bir arzuyu da şehvetle kışkırtmıştır.
Tek partinin dindarlara dönük otoriter tavrı karşısında anti-komünizmi ve onun ürettiği sözel kültürün gücünü de anlamaya çalışabiliriz ama direniş ve sanat siyasetinin devletten çok, kimi zaman devletle birlikte sol ve laik kesimlere dönük saldırganlık ve kaba kuvvetle yani tam bir şiddetle ortaya çıktığını ve bunun çoğu zaman yine devletle birlikte çalışmaya hatta muhbirliğe kadar gittiğini düşünürsek bu siyaset etmenin verili dindar siyasetin tersine (o da bir zaman sonra kendini ya imha etmiş ya da geçersizleştirmiştir) estetize edilecek bir yanın pek olmadığını da söylememiz kolaylaşır.
Ayrıca bu saldırı ve kaba kuvvetin kendini solla da sınırlamadığını derneğin mini etekli kadınlar ve uzun saçlı erkeklerle de mücadele etmesinin istendiğini ve artık bunun günümüzde sıradan insanın insan ve insan cinslerinin ve daha başka canlıların hayatına kasteden ve sokağı işgal etmeye doğru giden ve onay bulan bir şiddet haline geldiğini unutmayalım. Bunun hem devlet katında daha da önemlisi parlamento da benzer bir karşılık bulduğunu büyük çoğunluğun o sözel kültürün içinden konuştuğunu ve kendi gibi olmayanı yargıladığını ve hukuku bu işe karıştırmadan cezalandırmak istediğini ve cezalandırdığını da burada bir daha hatırlamalıyız.
Bütün bunlar karşısında anti-komünist söylemi benimseyen kesimler eleştirel olana dönük mesafelerinden dolayı doğal olarak Ertuğrul Meşe’nin demesiyle anti-entelektüel olmuşlardır. Kaldı ki dindar muhafazakârlığın devlet ideolojisi haline gelmesi ve iktidar olması karşısında dindarların otoriteye eklenmesi ve savunucusu hale gelmesi ya da sonsuz bir suskunluğun içinde kaybolması da aynı çevrede entelektüel bir geçmişin oluşturulamamış olmasından kaynaklanıyor.
Ertuğrul Meşe’nin Komünizmle Mücadele Dernekleri kitabı Osmanlıdan bugüne gelen anti-komünizmin özellikle dindarların belirlediği ve Türk milliyetçiliğini kendilerine dâhil ettikleri bir saldırganlık ve şiddet biçimi olarak günümüzde de büyük ölçüde otoritenin belirlemesini ve yönlendirmesini de unutmadan söylersem dünyanın ve ötekinin sorunu olmayı sürdüreceğinin altını kalınca çizdikten sonra gerisini dünyaya bırakıyor.
Komünizmle Mücadele Dernekleri kitabının ortaya çıkardıklarının ve söylediklerinin bugünü anlamak için uzun süre tartışma konusu olacağını/olması gerektiğini belirtip bitiriyorum.