‘Bir Zamanlar Toroslar’da: Sagalassos’ bir antik kenti anlatmanın ötesine geçen, izleyiciye antik çağların insanları ve günümüz arkeoloji çalışmaları hakkında çok şey öğreten, iyi hazırlanmış bir sergi.
Burdur’un Ağlasun ilçesi yakınlarında, dağların eteklerinde kurulu bu antik kent işlek yollardan, sahillerden uzak olduğu için ancak 70’lerden itibaren yoğun çalışmaların odağı olmuş. Bir Roma kentinin her tür görkemli yapısına sahip, Akdeniz’in en iyi korunmuş antik kentleri arasında sayılıyor. 2000’li yıllarda önemli bir restorasyondan geçen Antoninler Çeşmesi, bu antik kentin simge yapısı. Günümüzde popülerliği artmış, her yıl on binlerce ziyaretçiyi kendine çekmeye başlamış bir yer.
Yapı Kredi Kültür Sanat’taki sergide Burdur Arkeoloji Müzesi’nden gelen 368 eser var. Ziyaretçileri hemen girişte, beş metrelik İmparator Marcus Aurelius heykelinin günümüze ulaşan parçaları karşılıyor. Devasa boyutlardaki baş, ayak ve bacak parçaları Roma’nın ihtişamından bir hatıra. Ama bu sergi ihtişama, krallara, savaşlara ve imparatorlukların tarihine dair değil. Günümüz arkeolojisine ve onun ışık tuttuğu geçmiş kentlerin hikayesine, insanların hayatlarına dair...
Sergi kültür merkezinin üç katına yayılıyor. İlk katta Sagalassos’un kurulduğu antik adıyla Pisidia bölgesinin coğrafyası ve doğası anlatılıyor. Burada sözü coğrafyacılar, botanikçiler, jeologlar alıyor. Nitekim bu katta gezinip panoları okur, kalıntılara bakıp videoları seyrederken serginin temel konularından birini iyice kavrıyoruz: Günümüzde arkeoloji, pek çok farklı bilim dalının hizmet verdiği disiplinler arası bir çalışma... Bir kentin gelişimini, insanların yaşantılarını, yaşanan doğal afetleri, savaşları, zenginliği ya da kıtlığı ve bütün bunların sebeplerini ortaya çıkartmak için yıkıntıların arasından çıkan tohumlardan, civardaki maden ve kayalara, küresel iklim verilerinden, toprak katmanlarına karışmış toza, çöpe kadar her şey geçmişi aydınlatmaya hizmet ediyor. Öğrendiğimiz her şeyi bizzat Sagalassos Arkeolojik Araştırma Projesi ekibinden dinliyoruz. Çok iyi çekilmiş kısa videolarda yerli ve yabancı bilim insanları, birikimlerini ziyaretçilerle paylaşıyorlar.
İkinci katta Sagalassos’un tarihi kronolojik olarak anlatılıyor. Binlerce yıl önceki ilk yerleşimlerden Luwi halkının kurduğu küçük kente, savaşlar ve işgallerle gelişen tarihinin Roma egemenliğine girmesiyle birlikte bugünkü kalıntıların yapıldığı görece bir parlak döneme dönüşmesi, Hıristiyanlık ve Bizans döneminin ardından 1200’lerde Selçuklular’ın bölgeyi ele geçirdiği yıllarda terk edilmesinin hikayesini okuyoruz. Elbette hayat kentin terk edilmesiyle sona ermiyor. Bölge halkı civarda eski yaşantısından izler taşıyan yepyeni bir kültür kuruyor. Sagalassos ölürken, Ağlasun görünür oluyor. Antik nesnelerle birlikte Anadolu kentlerindeki etnografya müzelerinden bildiğimiz halı kilim, bir mankene giydirilmiş yerel kıyafetler, kap kacak ve silahlar da sergileniyor bu katta. Son yıllarda isimleri Kent Müzesi’ne dönüşse de Anadolu’nun Türk Müslüman kültürüne odaklanan bu etnografik mekanların rengahenk koleksiyonları tam da burada, eski hayatların beyaz mermerleri ve soluk kırmızı çömlekleriyle aynı salonda sergilendiklerinde hayatın sürekliliği içinde bir anlam kazanıyor. Dahası, o unutulmuş kırık mermer parçalarına da can katıyor, onları bugünün bir parçası kılıyor.
Serginin en üst katında hem kenti bütüncül biçimde, büyük bir makette görüyor hem de ekonomisi, yaşam kalitesi, beslenme alışkanlıklarıyla zamanın insanlarını biraz daha tanıma olanağı buluyoruz. Sagalassos Araştırma Projesi Başkanı Jeroen Poblome’nin ‘yavaş teknoloji’den ve dönemin yemek pişirme tekniklerinden söz ettiği müthiş videosu da bu katta. Kendisini bir seramik uzmanı olarak tanıtan Poblome’nin yardımcısı Ebru Torun ise bir mimar. Torun’un enkaz halinde bir yapıyı ayağa kaldırıp kaldırmamak üstüne anlattıkları, 5 dakikalık bir ‘eski eser’ ve ‘koruma’ dersi gibi… Yıkılmış bir yapıyı yeniden yapmaya anastilosis dendiğini anlatan Torun, bir enkazdaki her bir yapı parçasını kaydedip inceleyen mimarların o yapıyı tekrar kurabileceğini de aktarıyor. Ama önce önemli bir soruya cevap vermek gerekiyor, ‘buna neden gerek var ve antik kente ne kazandıracak?’. Biliyoruz ki yeniden inşa etmenin de bir ölçüsü var ve o ölçü kaçtığında bir antik kent, bir film platosuna dönüşüp bilim insanları için sakladığı sırları, ziyaretçiler içinse harabelerin gizemini ve büyüsünü kaybedebiliyor.
Poblome, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra günümüzün teknoloji anlayışının yaygınlık kazandığını anlatıyor. Sürekli daha hızlı ve daha işlevsel yeni aletler icat etme yarışı içindeyiz. Bugün mutfaklarımızda birbirinden maharetli belki elli tane alet edavat var. Oysa eski çağlarda geliştirilen bir teknoloji işe yaradığı sürece çok ama çok uzun süre geçerliliğini koruyordu. Mesela Sagalassos’un kil ve odun bakımından zengin çevresinin de katkısıyla geliştirdiği ünlü çanak çömlekleri yaklaşık 700 yıl boyunca hep aynı teknikle yapıldı. Pişirme kapları düz tabanlı ve tek kulpluydu ve kenarlarındaki isten anlıyoruz ki ateşin üstüne değil yanına konuyordu. Tabii ateş, antik çağda kolay elde edilen bir şey değildi. Odun yoksul insanlar için pahalıydı ve evlerde her zaman sıcak yemek olmazdı. Bazen işçilerin sıcak yemek karşılığında anlaşma yapmaları, tapınakların etrafında sıcak yemek dağıtılan merkezler olması bununla ilgili. Zaten Sagalassos’un evleri hasırdan ve kerpiçten yapılan yoksul insanlarının hayatları hakkında ne yazık ki taş evlerde yaşayan orta ve üst sınıf kadar şey bilmiyoruz. Odun Sagalassos’ta boldu ama evlerdeki ocaklardan çok tuğla ve kap kacak üretimi için kullanılan ormanlar hızla tükendi. Sagalassos bir süre sonra doğal zenginliğini kaybetti ve bu da kentin sonunu getiren etkenlerden biri oldu.
İşte “Bir Zamanlar Toroslar’da: Sagalassos” sergisi bu ve benzeri şeyleri öğrenip üstüne düşünme olanağı sunuyor. Arkeolojik eserlerin, bilgi veren panolar ve videolarla iç içe geçtiği, sözü bizzat Sagalassos için çalışanlara verip bilim insanlarını ustaca vitrine çıkarttığı son derece keyifli ve dolu dolu bir sergi. Özellikle süreleri birkaç dakikayı geçmeyen videolara mutlaka vakit ayırmanızı öneririm. Gezerken bu güzel sergiyi hazırlayanları merak ettim ama künyesini görmeyi başaramadım. Yapı Kredi Kültür’ün internet sitesinden öğrendiğime göre bilimsel danışmanlığı KU Leuven Üniversitesi profesörlerinden kazı başkanı Jeroen Poblome, koordinatörlüğünü Yapı Kredi Müzesi yönetici Nihat Tekdemir üstlenmiş. Tasarımı ise Pattu Mimarlık yapmış. Bütün fotoğraflar ise Belçikalı sanatçılar Bruno Vandermeulen ve Danny Veys tarafından çekilmiş. Hepsi kocaman bir teşekkürü hak ediyor.