Antik Yakındoğu’da ideal erkeklik halleri

Erkekliğin tüm toplumsal cinsiyet rolleri gibi belirli sosyo-politik koşullarda inşa edildiğini unutmamak gerekir. Aynı zamanda piramit gibi dikine yükselen bir inşadır bu...

Abone ol

Yılmaz Yeniler*

“Göğsünde tutarak beni toprağa göm” ifadesinin de yer aldığı tablette kendisinden sonra torunu Muršili’nin tahta geçmesini vasiyet eden Hitit kralı I. Hattušili, aynı zamanda Muršili’nin iyi yetiştirilmesini de emrediyordu. Edindiği acı tecrübelerden sonra karar kıldığı Muršili’ye öğütleriyse, ardıllarına miras kalması gereken değerleri hatırlatmaya yönelikti. Bu değerler; merhametin yanı sıra yargılarda adaleti, uygun bir yaşa gelindiğinde savaşta kahramanlık göstermeyi içeriyordu. Bir başka dikkat çeken öğüt, yaşlanıncaya kadar az yemek olarak ifade edilebilecek ölçülülük ve özdenetimdi. Hattušili şöyle diyordu:

“Şimdiye dek ailemden hiç kimse arzumu kabul etmedi. Muršili sen onu kabul et! Babanın sözlerini koru! Babanın sözlerini korursan ekmek yiyeceksin, su da içeceksin! Yüreğine olgunluk çağı gelince, günde iki kez, üç kez ye! Kendine iyi bak! Yüreğine yaşlılık çökünce, doyuncaya kadar ye! O zaman babanın sözünü bir kenara at!”

Bu cümleleri bir erkeğin başka bir erkek için yazdırdığı düşünüldüğünde ne ilginç bir tesadüf ki Hititçenin çözülmesinde büyük rol oynayan “ekmek” ve “su” kelimelerinin, dolaylı olarak bir “erkeklik” haline de ışık tuttuğu fark edilir. Söz konusu vasiyet kaydı üzerinden bakıldığında Hititlerde normatif erkeklik yapısının kilit bileşenleri; yetişkinliğe geçişi kanıtlayan bir özdenetim, dürtüleri dizginleyebilme yetisi ve baba olarak sonraki kuşaklara aktarılacak bilgelikti. Yalnız Hattušili’nin vasiyeti özelinde değil, Tunç Çağı’nda Anadolu’nun çeşitli katmanlarında keşfedilmiş pek çok materyalin ideal erkeklik konusunda hırs ve hazzın dışa dönük tezahürlerini dizginlemek, nesiller boyu karşılıklı ilgi ve sadakat göstermek gibi pratiklerde bir ortak paydada buluştukları söylenebilir. Bu ortak paydada özdenetim gibi Hitit krallarına özgü noktalar olduğu kadar savaşlarda kahramanlık gibi komşu kültürlerle paylaşılan özellikler de vardı. Her halükârda tüm bunlar bir “babalar” dünyası resmediyordu.

Hitit topraklarının her birinin kendi erkek otorite figürüne sahip halkalar içerdiği tahayyül edilebilir. Ailenin başındaki babadan başlayıp krallar tarafından atanan erkek yöneticilerle idare edilen yerleşimlere, oradan da kralın hüküm sürdüğü coğrafyalara doğru genişleyen ataerkillik halkaları. Tabii bu halkalar göklere uzanıyordu: Kozmosun parçası tanrıların bahşettiği erkeklik halleriyle!

ATAERKİLLİK PİRAMİDİNİ TIRMANARAK ERKEK OLMAK

Günümüzde olduğu gibi kadim Yakındoğu için de “erkek olmak nedir?” sorusu, erkeklerin hem birbirlerinden alakasız hem de bazen birbirleriyle benzer noktaları işaret ettikleri cevaplar vermelerine yol açan bir soruydu. Bu sorudan yola çıkarak, Antik Yakındoğu’da kültürler ve dönemler arasında ortaklaştığı kadar farklılaşan erkeklik halleri olduğunu vurgulamaya çalışalım.

Erkekliğin tüm toplumsal cinsiyet rolleri gibi belirli sosyo-politik koşullarda inşa edildiğini unutmamak gerekir. Aynı zamanda piramit gibi dikine yükselen bir inşadır bu. Ataerkil toplum, doğuştan gelen penis varlığı gibi biyolojik özellikler temelinde çocuklara nasıl kadın ya da erkek olunacağını öğretir ve bu öğretilerin içselleştirilmesini ister. Erkeksi ve kadınsı olarak iki kutba ayrıştırılan değerler içinde erkeksilik tarafında toplanan her şey daha rasyoneldir. Güçlü, risk alabilen, duygusal davranmayan, yönetme becerisine sahip olmaktır üstünlük getiren. Bir bakıma kamusal alandaki prestijli mevkilerin erkekler tarafından işgali meşrulaşır. Böylece piramidin altına doğru konumlanan kişiler, bu üstünlüğe tabi olmak zorunda bırakılırlar.  

Antik Yakındoğu’da kadınlar da toplumsal düzen içinde büyük ölçüde erkeklere tabiydi. Kadın olmak, erkek olmanın tersi anlamına gelirken erkek olmak da “kadın olmamak” şeklinde tanımlandı. Mezopotamya’dan kadın ve erkek ilişkilerine dair çeşitli düzenlemeleri içeren hukuk metinlerine bakıldığında, kadınlar üzerindeki otorite açıkça görülmektedir. Her ne kadar titizlikle uygulanıp uygulanmadıkları belirsiz olsa da yasaların söylemsel olarak erkeği esas özne ve eylemin başlatıcısı olarak tanımladığı, kadını ise eylemin edilgen nesnesi olarak tasvir ettiği söylenebilir. Örneğin, evlenmemiş bir kadının uğradığı cinsel saldırı aslında babasının hanesine bir tecavüz olduğu için suç kabul edildi, evli bir kadının zinası kocasına karşı işlenmiş bir suç sayıldı. Bu tahakküm sistemi içerisinde, cinsel saldırı ve zina konuları erkek mülkiyetini ihlal başlığı altında değerlendirilmişti. Aşağıda Hitit kanunlarından bir madde, hem erkeği konunun öznesi olarak göstermesi hem de iktidarların kadına müdahalesi açısından ilginçtir:   

“Eğer onları adam (kadının kocası) zina halinde yakalarsa ve onları öldürürse onun suçu yoktur. Eğer onları saray kapısına (yani kralın mahkemesine) götürür ve karım ölmesin! derse, karısını sağ bıraktırır. Aşığını da sağ bıraktırır. (Sonra koca), karısının başını örter. Eğer derse ki ikisi de ölsün! Tekerleği döndürürler. Kral onları isterse öldürür isterse sağ bırakır.”

Erkek otoritesi ve mülkiyeti kapsamında çocuk da Antik Yakındoğu kültürlerinde kendi başına bir endişe oluşturuyordu. Çocuk sahibi olmak bir erkek için yaşlılığında bakılmak, ölümünden sonra hatırlanmak ve dua almak gibi anlamlara gelebilirdi. Bir şekilde çocuk, üretim sistemi içerisinde maddi serveti ve ailenin ismini sonraki nesillere taşımaya vesile oluyordu. Çocuk sahibi olmak için kurulan cinsel ilişki ise penis penetrasyonu anlayışıyla şekillenmiştir. Mesela Antik Mısır’da erkeğin üremedeki rolü esastı. Su nasıl toprağa, Nil nasıl Mısır’a hayat veriyorsa erkeğin de menisiyle insana hayat verdiği söylenebilir. Kadının yeni hayatı sadece karnında büyüttüğüne inanılıyordu. Ayrıca Osiris’i hayata döndüren son adımın cinsel organının çamurdan yapılmış modeli olması, Atum’un mastürbasyonla yaşamı tek başına yaratması gibi örnekler, genelde kadına atfedilen yaratma ve bereket gibi kavramları aslında erkek egemenliğini pekiştiren mitolojilerin fallik öğeleri şeklinde yorumlamak gerektiğini akla getiriyor.  

Kısacası kadın ve erkeğin farklı olduğu söylemini arkasına alarak toplumun çeşitli mevzularına sirayet etmiş ataerkil düzen, bir piramit hiyerarşisi şeklinde inşa edilmişti. Erkekler bu hiyerarşide dikey olarak geçiş sağlarken nasıl erkek olunacağını öğrenmeye, göstermeye ve yeri geldiğinde değiştirmeye çalışabilirlerdi. Kimi tepeye yaklaşırken, kimisi de aşağı yuvarlanabilirdi. Piramidin tepesinde oturmaya sadece bir kişinin hakkı vardı.

PİRAMİDİN TEPESİNDE OTURAN ERKEK

Antik Yakındoğu’da tarih öncesinden itibaren birtakım erkek imajlarının benzerleri sürekli üretilmişti: Yöneticiler, yaptırdıkları anıtlarda kahramanlıkları hakkında övündüler. Avlandıkları, hayvanlarla mücadele ettikleri sahnelerle tasvir edildiler. Kaosa karşı düzeni sağlamakla yükümlü olduklarından fiziksel güçlerini, cesaretlerini ve canlılıklarını sergilediler. Bu görüntülerde dikkat çeken başka bir detay, yine dönemler arasında tutarlı bir şekilde karşımıza çıkıyor: Boyun eğdiren erkekler ve boyun eğen erkekler. Toplumsal cinsiyetler, “diğerleriyle” olan ilişkimize bağlı olarak şekillendiğinden ezilebilecek alt statüde ya da toplumsal normların dışında cinsiyet rolleri sergileyen kişilerin varlığı antik dönemlerde de önemliydi. Örneğin Antik Mısır’da cinsiyet; bir asker, bir kâtip veya Deir-el Medina’da yaşayıp Krallar Vadisi’ndeki mezarların inşasında çalışan bir işçi tarafından farklı göstergelere sahip olabilirdi. Fakat “diğerleriyle” ilişkisellik bağlamında, firavun piramidin en tepesinde oturuyordu. Söz konusu, ülke topraklarını düşmanlara karşı korumak olduğunda isyankâr davranışlara sahip görünen kötülük tanrısı Seth’e özgü davranışlar dahi firavunla özdeşleşebilmişti. Muhtemelen saray içerisinde de bilgiye, güce ve deneyime dayalı hiyerarşi, firavunun performanslarına benzer pratikler ortaya çıkarmıştı. Diğer bir deyişle hegemonik erkek, güç ilişkilerinden başarıyla sıyrılmış yani “piramidin” tepesine kadar tırmanabilmiş elitler için bir model oluyordu. 

Hegemonik erkeklik, Antonio Gramsci’nin geliştirdiği hegemonya anlayışından doğan bir kavramdır. Hegemonya, egemenlikten farklıdır çünkü egemenlik altına alınan toplulukların askeri, siyasi ve kültürel bakımdan egemen olanlara boyun eğmeleri için ikna edilmelerini içerir. Bu ikna, hükmedilenler arasından bazı gruplara özel yetki ve imtiyazlar bahşetmek gibi yöntemlerle başarılır. R. W. Connell, hegemonya fikrini erkeklik çalışmalarına uygulayarak erkekliğin bütün kültürlerde bir şekilde hegemonik olduğunu, erkeklerin üstün sosyal pozisyonlardan dışlansalar bile her durumda birtakım imtiyazlardan yararlandıklarını belirtmiştir. Bu yaklaşımdan yola çıkarak Antik Yakındoğu için de erkekliğin, mutlak otoritenin olduğu devlet hiyerarşisi içinde konumlanmış bir erkeğin statüsü ve rütbesi meselesi olduğu düşünülebilir.

Mısır’daki firavunu geride bırakıp Mezopotamya’ya yönelecek olursak hegemonik erkekliğin bariz başka bir örneğini keşfedebiliriz. Yeni Asur döneminde kurulan yeni sosyal düzen, askeri bir devlete yakışır şekilde oldukça homososyal ve hiyerarşikti. Bu bağlamda Nimrud Sarayı’nda gerçekleştirilmeye çalışılan sanat programı, Asurlular ve Asurlu olmayanlar arasındaki ilişki temelinde yapılandırılmıştı. Ayrıca saray içerisinde yer aldıkları için ancak hükümdar maiyetinin ve saraya kabul edilenlerin görebileceği bu kabartmalar, hükümdar ve maiyeti arasındaki rekabetle oldukça bağlantılıydı. Kral, Asur tarihinde sıklıkla görülen saray entrikalarıyla suikastlara karşı önlem almak ve meşruiyetini korumak için yakın çevresine karşı hegemonik erkeklik performansı sergileyerek bunu kabartmalara yansıtmıştı.  

Naram-Sin stelinde yarı çıplak tasvir edilen ya da Orta Asur döneminde Tukulti Ninurta gibi diz çöker şekilde karşımıza çıkan kral figürü, Yeni Asur döneminde başka bir görünüşe bürünmüştü. Kral dik bir şekilde duruyordu; kaslı kollara, geniş omuzlara sahipti. Asurlular, düşmanlarından daha uzun ve dolgun sakallarla da gösteriş yapmaya başlamışlardı. Kraliyet sakalı ise en özenli olanıydı, bireysel stilleri bile vardı. O kadar bol fışkırıyordu ki neredeyse yanakları tamamen kaplıyor ve orta göğüs hizasına kadar iniyordu.

Yeni Asur’da kralın hegemonik erkekliğini sergilemesi, yalnız sağlamlığın işareti kaslar ve cinsel üretkenliğin işareti sakal vurgusuyla olmamıştı. Bir diğer yol, kralların yakınında resmedilen hadımların varlığıydı. Saray kabartmalarında karşımıza çıkan bebek yüzlü, sakalsız görevliler bazen yelpazelerle kralı serinletirler, bazen yiyecek taşırlardı. Hadımlar, krala bağlılıkları ve adanmışlıkları ile tanınırlardı; tıpkı kadınların kocalarına, kölelerin efendilerine karşı olmaları gerektiği gibi... Bu nedenle üreme yeteneklerini kralın yanında yitirmiş eksik erkekleri temsil ediyorlardı. Mevcut kayıtlar, kralın hadımlarla ilişki yaşayıp yaşamadığı konusunda bilgi vermiyor. Ancak seyirciye bu ihtimali vermeleri bakımından da hadım figürleri dikkat çekicidir. Kralın eğer isterse hegemonik erkeklik itibarından ödün vermeden bir hadımla birlikte olabileceğini söylemek mümkündür.

Oğulları aracılığıyla ayrılıkçı hareketler başlatıp ayrı hanedanlar kurma gibi imkânları bulunmadığından hadımlar, Yeni Asur döneminde şehir yöneticiliği yapmışlar ve savaşlara katılmışlardı. Krala olan bağlılıkları; mülk edinme ve kendi stellerini dikme gibi erkeklere ait imtiyazlar topluluğundan pay almalarını sağladı. Yani hegemonyanın ikna gücü işlevlik kazanmış; hadımlar hem kralın üstün erkeklik performansını erkekliğe tezat özellikleriyle ön plana çıkarmışlar hem de kralın politik çıkarlarına hizmet etmişlerdi.

Hegemonik erkekliğin fiziksel güç, sakal, aktif cinsellik gibi unsurlarıyla tezat oluşturan bir başka örnek, Sümerce gala Akadca kalû olarak bilinen kişilerdi. Bunlar Mezopotamya’da Sümer’den Hellenistik dönemin sonuna kadar yüzlerce yıl boyunca çeşitli ritüellerde görev alan erkek ağıtçılardı. Eski Babil döneminden itibaren üçüncü cinsiyet olarak ifade edilebilecek toplumsal normları aşan erkeklerin de tapındığı erotizm, aşk ve savaş tanrıçası İnanna/İştar’ın kültüne din görevlisi olarak girmişlerdi. Bu kişiler, sakalsız görünümleri ve kadınlarla özdeşleştirilmiş ağıtçılık mesleğini icra etmeleriyle ideal erkekliklerden ayrılıyor, aynı zamanda onları pekiştiriyorlardı. Hadım olduklarını tartışanlar olsa da mevcut kayıtlar çocuk sahibi olabildiklerini gösteriyor. Bu nedenle yaşadıkları dönemde feminenliklerine yapılan referanslar, gerçeklikten ziyade ideal erkeklik değerlerini savunmak için yönetici sınıf tarafından üretilen söylemler olabilir.

Özetle bir ilişkisellik mevzusu olan kadınlar ve diğer erkekler üzerindeki hegemonya ile inşa edilen hegemonik erkeklik; Antik Yakındoğu’da “en heybetli” ve “en yüksek” olmaya karşılık geliyordu. Kralları sembolik olarak piramidin tepesine yerleştirmemizin bir nedeni daha var: Eril tahakkümün kalbinde yatan fallus.

DİK DUR EĞİLME

Asur saray kabartmalarının hedef kitlesi, ideal bir erkekliği “dimdik” olma hali şeklinde okumaktan geri duramazlardı. Dik olmamak daha az erkeksi olanın, “gerçek” erkek tarafından ortadan kaldırılmayı hak etmesine karşılık geliyordu. Bu nedenle savaş sahnelerinde yatan, eğilen, yuvarlanan bir kral bulmak mümkün değildi.

Dik duruşa sahip kralın elinde tuttuğu ok da fallik gücün sembolü olarak okunabilir. Kabartmalarda kral, ok ve yayını etkin şekilde düşmanlarına yöneltir. Ok, yüksek bir gerilim durumundan serbest bırakma, sertçe nüfuz etme gibi çağrışımlarıyla bir fetih durumunda dahi fallus benzeri bir penetrasyonu taklit eder. Düşman savaşçılarının ellerinde bulunmayan ok ve yay, onlara bir nevi erkeklik dışı özellik yükleyerek edilgenliklerini sembolize eder. Bu anlamda silahı olmayan bir erkeği penisi olmayan bir erkekle eş değer tutmak mümkündür. Antik Mısır’a geri döndüğümüzde ise fallusun başka belirgin örnekleriyle karşılaşıyoruz. Hiyeroglif yazıda erkek kavramının dik penis işaretiyle somutlaştırıldığı, mitolojik anlatılarda kendini yenileme ve yaratmanın güçlü bir temsili olarak penisin vurgulandığı Antik Mısır’da fallus daha çok ilahi bedenin bir parçasıydı. Yeni Krallık dönemini inceleyen Robins, bu nedenle seçkin erkeklerin ve firavunların ereksiyon halinde gösterilmediğini belirtir. Fakat böylesi açık göstergenin yokluğunda erkeklikler, beden üzerinde alternatif yollarla sergilenmişti. Seçkin erkekler; kadın figürlerinden farklılaşan koyu renkleriyle, alt sınıflardan farklılaşan kıyafetleri ve silahlarıyla ön plana çıkan bir görünüşe sahiptiler. Tuttukları asanın ve mızrağın varlığı, Asur’da okun üstlendiği benzer bir fallik işlev üzerinden yorumlanabilir.

GERİYE KALAN: TARİHİN SUSTURDUĞU ERKEKLER

 Yakın zamanda hayata gözlerini yuman Bell Hooks, 'Değişme İsteği: Erkekler, Erkeklik ve Sevgi' başlıklı kitabında ataerkilliği şöyle tanımlıyor: “Erkeklerin kalıtsal olarak hükmeden olduklarını, zayıf olarak algılanan her şeyden ve herkesten, özellikle de kadınlardan üstün olduklarını; zayıf olana hükmetme, onları yönetme ve bu hakimiyeti çeşitli biçimlerdeki psikolojik terörizm ve şiddet yoluyla sürdürme hakkının erkeklere bahşedilmiş olduğunu iddia eden politik-toplumsal bir sistem.”

Hooks’un tanımında geçen “hükmetme,” “üstün,” “yönetme” gibi anahtar kelimeleri, bu yazıda Antik Yakındoğu’da ideal erkeklik hallerini tanıtmaya çalışırken de kullandım. Cinsiyetler hakkındaki nüanslar ve toplumsal beklentiler dönemler arasında değişiklik gösterse de Hattušili’nin vasiyeti gibi nesiller boyu aktarılan ve ataerkil düzenin sınırları içerisinde oluşturuldukları için günümüze dek sürekliliğini koruyan bazı mesajlar vardır. Peki bunlar aslında kimlerin mesajı?

Hititlerden başlayıp Mezopotamya’ya oradan Mısır’a uzandığımız bu kısa yolculukta, krallara ve yönetici seçkinlere odaklandık. Bahsi geçenler, toplumsal hiyerarşi piramidinin üst kısımlarından seslerini duyuran insanlardı. Devasa anıtların ve gösterişli objelerin patronları ve onların görevlendirdiği katipler ve sanatçılar, bugüne ulaşan yazılı ve görsel malzemenin neredeyse tamamını üretmişlerdi. Erkekliğe dair kendi fikirlerini yansıtan bu grubun asla göstermediği bir dünya vardı. Bu geriye kalan dünyayı tarihin susturduğu erkekler olarak tanımlıyorum.

Geçmişin cinsiyetleri üzerine konuşup yazarken bugün hâlâ “kadınlar şöyleydi, erkekler böyleydi” diye başlayan büyük cümleler kurmak yaygındır. Ama görece yetersiz olan ve belli bir sınıfın perspektifini yansıtan kayıtlarla toplumların resmini çizmek ne kadar mümkün? Antik Yakındoğu kültürleri, pek çok geçmiş kültürün işaret ettiği gibi 21. yüzyıl insanlarına şunu hatırlatıyor: Erkeklik, bütün erkeklerde yekpare bir vücut bulma hali değil, “diğerleriyle” ilişkilere sıkıca bağlı bir konum meselesi. Toplumsal cinsiyetin ilişkiselliğinden yola çıkan gelecekteki araştırmaların, dönemler arasındaki değişimleri ve cinsiyet performanslarındaki nüansları öne çıkarması, “neden” ve “nasıl” sorularına daha fazla yer vermesi kıymetli olacaktır. O zaman geçmiş kültürler için “erkek olmak nedir?” sorusu derin bir şekilde ele alınabilir.

*Tarihçi/ Arkeolog