Anvil’in Hikayesi: Şarkıları söylenmeden unutulanlar
Bu yapıtın çok önemli iki işlevi var. İnandığından ve sevdiğinden her türlü zorluğa ve imkansızlığa rağmen asla vazgeçmemenin insanı nerelere taşıyabileceğini, taşımasa dahi o dirayetli mücadelenin varoluşun temeli olduğunu vurgulaması ve bunu yapma şekli çok kıymetli. Ama bence daha önemlisi, birilerinin hayatını değiştiren kişilerin veya şeylerin, hiçbir çıkar beklenmeden, hatta gerekirse özveriyle hikâyeleri anlatılınca neler olabileceğini göstermesi.
Bu yazı için çalışmaya oturduğum saatlerde Bartın’daki maden
faciası meydana geldi. Faciaların, ölümlerin kıyaslaması olmaz
belki ama, madencilerin kaza sonucu ölümü beni en derinden üzen.
Ama kaza demeye bin şahit gereken vakalar, para ve güç hırsından
gözü dönmüş yüreksizlerin sebep olduğu aşikâr kazalar sadece üzmez,
derinden yaralar. Madenciliğin tabiatından ve onu zihnimde
konumlandırdığım yerden olsa gerek, kapkara kuyularda, karanlık
tünellerde seslerini kimselere duyuramadan değerli şeyler bulup
çıkarmaya çalışan ve bazen yine seslerini kimselere duyuramadan
ölen madencilerin hikayeleri derin hüzün barındırır. 40’ı aşan
vefat sayısıyla sadece o güzel insanları değil, bir kez daha birçok
şeyi birlikte kaybettik, karanlıkları ve felaketleri sanki başka
hiçbir yerinkine benzemeyen güzide memleketimizde. Bu hislerin ve
kayıpların acısının milyonlarca ruh tarafından paylaşıldığından
eminim ama bunun ocağına ateş düşen o canlara ne faydası olur
bilinmez. Vefat eden maden işçilerine tanrıdan rahmet, ailelerine,
yakınlarına, sevenlerine sonsuz sabır ve metanet dilerim.
Müziğin madencileri; hakkı teslim edilmeyen, şarkıları
söylenmeyen, doğru düzgün teşekkür edilmeyenler, ışıltılı
sahnelerin, kahkahalı sofraların, heybetli kürsülerin
arkasındakiler ve altındakiler bu köşede sık sık yer alır.
Arkada değil önde, sahnenin üzerinde yer almayı seçmiş ama tam
yıldızı parlayacakken hiçliğe gömülmüş ilginç bir gruptan, Anvil’in
hikayesinden bahsetmek istiyorum. Daha doğrusu, bu hikâyeyi
içtenlikle ve incelikle anlatan bir belgeselden: “Anvil! The
Story fo Anvil” (“Anvil! Anvil’in Hikayesi”). Belgeselin
ismindeki ünlem yazının geri kalanında görüleceği şekilde, hem
belgeselle hem de grupla ilgili çok fazla şey anlatıyor. 2005-2007
arasında çekilen, 2008’de Sundance Film Festivali’nde ilk
gösterimiyle büyük beğeni toplayan belgesel, hiçliğe gömülmüş bir
grubu, ama daha önemlisi, o grubu kuran insanları hayata
döndürmesiyle çok özel bir yere sahip ve kült statüsünü sonuna
kadar hak ediyor. Yayınlanmasından 14 yıl sonra, MTV’nin
unutulmaz heavy-metal VJ’i Matt Pinfield’ın, yönetmen Sacha Gervasi
ve grubun iki kurucu üyesiyle gerçekleştirdiği röportajın
eklenmesiyle yeniden gün ışığına çıkarak yayına giren belgeselin bu
ekstra içerikli versiyonunu New York’un köklü sinema merkezlerinden
The Angelika’da seyretme şansı buldum.
Heavy-metal müziğin Kanadalı temsilcilerinden Anvil, 70’lerin
ortalarında Toronto şehrinde, iki çocukluk ve lise arkadaşı, Steve
“Lips” Kudlow (vokal / gitar) ve Robb Reiner (davul) tarafından
kuruluyor. İkili, aynı zamanda grubun ilk günden beri değişmeyen
üyeleri. Görünüşleri ve davranışlarıyla, sahne kıyafetleri ve vücut
dilleriyle, albüm adları ve şarkı sözleriyle gerçek bir gruptan
ziyade bir heavy-metal parodisini çağrıştıran Anvil, bir yandan da
müzisyenlikleri ve adanmışlıklarıyla Ian “Lemmy” Kilmister
(Motörhead), Lars Ulrich (Metallica), Slash (Guns N Roses), Scott
Ian (Anthrax) gibi çoğu birer Rock efsanesine dönüşmüş
çağdaşlarının dikkatini çekiyor, hatta bu isimlerin hayranlıklarını
kazanıyor. O kadar ki, Lemmy 1982 senesinde, o zamanki Motörhead
gitaristi ve bir başka efsanevî müzisyen “Fast” Eddie Clarke
gruptan ayrılınca Lips’e Motörhead’e katılmasını teklif ediyor.
Anvil’deki sorumlukları ve taahhütlerini öne sürerek teklifi
reddetmesiyle Lips’in büyük bir fırsatı geri çevirdiğini düşünen
Lemmy ona çok kızıyor ve ancak Lemmy’nin seneler sonra “doğrusunu
yaptın, iki grup bir gruptan daha iyidir” demesiyle barışıyorlar.
Bu teklif ve reddi, belki birçok insanın hayatını etkilemiş bir
dönüm noktasıdır ama nedense belgeselde konu edilmiyor. Ama yukarda
saydığım isimlerin tümü Anvil hakkındaki görüşleriyle belgeselin
başında yer alıyorlar ve o noktada Anvil’in ne ifade ettiğini
anlamaya başlıyorsunuz. Bu girizgahın hemen ardından Kudlow’u köhne
bir minibüsün direksiyonunda, Toronto’da ilkokullara catering
hizmeti veren bir şirketin yemek kuryeliğini yaparken, yani Anvil
sonrası normal evreninde görünce bu anlatının nasıl seyredeceği
hakkında fikriniz oluşuyor.
ANVIL (80’lerin başları)
Anvil “sıradanın zaferi”nin değil, sıra dışı derecede naif ve
çocuksu olanın öyküsü. Çünkü zafer yok, ama her şeyden önce zafer
peşinde koşan yok. Kendi halinde, çocukluk hayalinin peşinde koşan,
onu yaşatabildiği her an ve durumda hayatının en mutlu zamanlarını
geçiren iki kahraman var. Varoluşlarındaki müdanasızlığa, müzik
uğruna fedakarlıklarına ve cesaretlerine saygı duyduğum böylesi çok
müzisyen tanıyorum. Çoğu, yaptığı işte başarıya ulaşmak için
gereken azme, yeteneğe ve ferasete sahipse de Lemmy’nin filmin
başında söylediği gibi doğru zamanda doğru yerde veya yeterince
şanslı olamadıklarından büyüyememişlerdir. Anvil için de, feraseti
kenara koyarsak, durum biraz böyle. Defalarca hüsrana ve hayal
kırıklığına uğramalarına rağmen asla pes etmemeleriyle ve
azimleriyle birçok şeye ulaşıyorlar, ama o şeylerin hiçbiri aslında
birer zafer sayılamıyor. Fakat bunu hiç önemsememeleri izleyici
gözünde onları her daim muzaffer kılmaya yetiyor.
Steve “Lips” Kudlow (2006)
Ergen yaşlarımda ve hatta sonrasında azılı bir metalciydim;
Anvil’i bilirdim ama hiç dinlememiştim. Demek ki hem grup bana
yeterince ulaşamamıştı, hem de ben onları yeterince merak
etmemiştim. Yabancı ve nisbeten az bilinen grupların müziğine
ulaşmanın epeyce zor olduğu 80’ler ve 90’ların başlarının
Türkiye’sinde bir grubu dinlemeyi başarmanız için öncelikle çok
merak etmeniz ve istemeniz gerekirdi. Plak, kaset ve CD jenerasyonu
bunu iyi bilir. Anvil bana ulaşamamış ama Barış Manço’nun ulaşmayı
başardığı Japonya’ya ulaşmıştı. Bu ilginç ülkenin ilginç müzik
sevgisi belgeseldeki öykünün önemli bir kısmını teşkil ediyor.
Tarihin dipsiz kuyularında unutulması pek olası birçok grubu
kurtaran ve yaşatan (Almanya’yla birlikte) iki ülkeden biri olan
Japonya ulusal kültürüyle grubun serüveninde reel ve sembolik bir
yere sahip. Sevdiğini çok seven ve kolay kolay terk etmeyen,
bireysel özgürlüklerle kolektif bilinci çok güzel harmanlayan,
sadakate kıymet veren toplumsal karakteriyle şahsına münhasır bir
ülke Japonya. Anvil’in en aktif olduğu dönemde çıkan ve muhtemelen
müzik üzerine yapılmış en iyi müzik mockumentary (“sahte belgesel”:
belgesel tarzı ve anlatısıyla çekilen, bir konuyu veya olguyu
mizahla ele alarak anlatan bir film / dizi tarzı) sayılan 1984
yapımı This is Spinal Tap’teki Japonya vurgusu ve her
şeyiyle Anvil’i bu kadar anımsatması da tesadüf değildir.
ANVIL (2022)
Ancak Anvil için Japonya’dan çok daha fazlasını bu belgesel
fikrinin sahibi ve yönetmeni Sacha Gervasi yapıyor. Henüz 15
yaşında tutkulu bir Anvil dinleyicisiyken bir Londra (The Marquee)
konseri sonrasında grupla tanışan, tanışmakla kalmayıp aldığı
roadie’lik teklifiyle üç sene
boyunca grubun turnelerinde ve ekibinde yer alan Gervasi, son
derece başarılı senaristlik ve yönetmenlik kariyerinin ortasında,
müzik kariyerleri bitmenin eşiğine gelen Anvil üyeleriyle 20 yıl
sonra karşılaşıyor. Bu belgesel fikriyle Gervasi, ergenliğinde
kendisi için çok şey ifade etmiş olan bu grubun, bir bakıma da
aslında kendi hikayesini anlatırken belki bilerek ve isteyerek,
belki de hiç farkında olmadan başta Reiner ve Kodlow olmak üzere
birçok insanın hayatının iyi yönde değişmesine vesile oluyor.
Eleştirel ve kültürel zeminde büyük beğeni ve takdir toplayan, Los
Angeles, Sydney ve Galway festivallerinde izleyici ödüllerinin yanı
sıra film camiasının çeşitli kuruluşlarından birçok saygın ödül
alan, The Guardian (Tüm Zamanların En İyi 7. Belgeseli) ve
The Times (“Rock N Roll hakkında yapılan gelmiş geçmiş en
iyi film”) gibi saygın gazetelerin seçki ve övgülerine mazhar olan,
Rotten Tomatoes gibi çok mühim filmleri dahi yerin dibine sokan bir
platformdan dahi 100 üzerinden 98 puan alan, sıkı hayranları
arasında Paul McCartney (The Beatles), Jimmy Page (Led
Zeppelin), Chris Martin (Coldplay), Dustin Hoffman, Keanu Reeves,
Ryan Gosling gibi mega-ünlüler bulunan bu belgeselin hala bu kadar
az bilinmesi, ülkemizeyse esintisinin dahi değmemiş olması
üzücü.
Sacha Gervasi
Bu filmin ardından Anvil’in sönmüş kariyeri yeniden canlandı ve
grup AC/DC, Saxon gibi gruplarla birlikte turneler yaptı, Hellfest,
Download, SXSW gibi festivallerde yer aldı, yüzlerce konser verdi,
önde gelen televizyon kanallarında programlara katıldı. Lakin gruba
kattıkları dışında bu yapıtın çok önemli iki işlevi var.
İnandığından ve sevdiğinden her türlü zorluğa ve imkansızlığa
rağmen asla vazgeçmemenin insanı nerelere taşıyabileceğini,
taşımasa dahi o dirayetli mücadelenin varoluşun temeli olduğunu
vurgulaması ve bunu yapma şekli çok kıymetli. Ama bence daha
önemlisi, birilerinin hayatını değiştiren kişilerin veya şeylerin,
hiçbir çıkar beklenmeden, hatta gerekirse özveriyle hikâyeleri
anlatılınca neler olabileceğini göstermesi. Birilerine dokunmuş,
bir şeyler öğretmiş, kendindekinden başkalarına da vermiş insanları
“şimdi”nin ve geleceğin şişik cazibelerine kapılarak unutmamak
lazım. Derdini anlatamayanların derdine omuz, sesini
duyuramayanların sessiz çığlığına ses vermek lazım. Bir şeylerin
altında, arasında, arkasında sıkışarak yitip gidenleri “kader”le,
“fıtrat”la atlatmak yerine haysiyetle, şükranla uğurlamak lazım.
“İnsanım” diyenin yapması gereken budur, insan olandan bu
beklenir.