Anvil’in Hikayesi: Şarkıları söylenmeden unutulanlar

Bu yapıtın çok önemli iki işlevi var. İnandığından ve sevdiğinden her türlü zorluğa ve imkansızlığa rağmen asla vazgeçmemenin insanı nerelere taşıyabileceğini, taşımasa dahi o dirayetli mücadelenin varoluşun temeli olduğunu vurgulaması ve bunu yapma şekli çok kıymetli. Ama bence daha önemlisi, birilerinin hayatını değiştiren kişilerin veya şeylerin, hiçbir çıkar beklenmeden, hatta gerekirse özveriyle hikâyeleri anlatılınca neler olabileceğini göstermesi.

Can Sertoğlu csertoglu@gazeteduvar.com.tr

Bu yazı için çalışmaya oturduğum saatlerde Bartın’daki maden faciası meydana geldi. Faciaların, ölümlerin kıyaslaması olmaz belki ama, madencilerin kaza sonucu ölümü beni en derinden üzen. Ama kaza demeye bin şahit gereken vakalar, para ve güç hırsından gözü dönmüş yüreksizlerin sebep olduğu aşikâr kazalar sadece üzmez, derinden yaralar. Madenciliğin tabiatından ve onu zihnimde konumlandırdığım yerden olsa gerek, kapkara kuyularda, karanlık tünellerde seslerini kimselere duyuramadan değerli şeyler bulup çıkarmaya çalışan ve bazen yine seslerini kimselere duyuramadan ölen madencilerin hikayeleri derin hüzün barındırır. 40’ı aşan vefat sayısıyla sadece o güzel insanları değil, bir kez daha birçok şeyi birlikte kaybettik, karanlıkları ve felaketleri sanki başka hiçbir yerinkine benzemeyen güzide memleketimizde. Bu hislerin ve kayıpların acısının milyonlarca ruh tarafından paylaşıldığından eminim ama bunun ocağına ateş düşen o canlara ne faydası olur bilinmez. Vefat eden maden işçilerine tanrıdan rahmet, ailelerine, yakınlarına, sevenlerine sonsuz sabır ve metanet dilerim.   

Müziğin madencileri; hakkı teslim edilmeyen, şarkıları söylenmeyen, doğru düzgün teşekkür edilmeyenler, ışıltılı sahnelerin, kahkahalı sofraların, heybetli kürsülerin arkasındakiler ve altındakiler bu köşede sık sık yer alır. Arkada değil önde, sahnenin üzerinde yer almayı seçmiş ama tam yıldızı parlayacakken hiçliğe gömülmüş ilginç bir gruptan, Anvil’in hikayesinden bahsetmek istiyorum. Daha doğrusu, bu hikâyeyi içtenlikle ve incelikle anlatan bir belgeselden: “Anvil! The Story fo Anvil” (“Anvil! Anvil’in Hikayesi”). Belgeselin ismindeki ünlem yazının geri kalanında görüleceği şekilde, hem belgeselle hem de grupla ilgili çok fazla şey anlatıyor. 2005-2007 arasında çekilen, 2008’de Sundance Film Festivali’nde ilk gösterimiyle büyük beğeni toplayan belgesel, hiçliğe gömülmüş bir grubu, ama daha önemlisi, o grubu kuran insanları hayata döndürmesiyle çok özel bir yere sahip ve kült statüsünü sonuna kadar hak ediyor.  Yayınlanmasından 14 yıl sonra, MTV’nin unutulmaz heavy-metal VJ’i Matt Pinfield’ın, yönetmen Sacha Gervasi ve grubun iki kurucu üyesiyle gerçekleştirdiği röportajın eklenmesiyle yeniden gün ışığına çıkarak yayına giren belgeselin bu ekstra içerikli versiyonunu New York’un köklü sinema merkezlerinden The Angelika’da seyretme şansı buldum.

Heavy-metal müziğin Kanadalı temsilcilerinden Anvil, 70’lerin ortalarında Toronto şehrinde, iki çocukluk ve lise arkadaşı, Steve “Lips” Kudlow (vokal / gitar) ve Robb Reiner (davul) tarafından kuruluyor. İkili, aynı zamanda grubun ilk günden beri değişmeyen üyeleri. Görünüşleri ve davranışlarıyla, sahne kıyafetleri ve vücut dilleriyle, albüm adları ve şarkı sözleriyle gerçek bir gruptan ziyade bir heavy-metal parodisini çağrıştıran Anvil, bir yandan da müzisyenlikleri ve adanmışlıklarıyla Ian “Lemmy” Kilmister (Motörhead), Lars Ulrich (Metallica), Slash (Guns N Roses), Scott Ian (Anthrax) gibi çoğu birer Rock efsanesine dönüşmüş çağdaşlarının dikkatini çekiyor, hatta bu isimlerin hayranlıklarını kazanıyor. O kadar ki, Lemmy 1982 senesinde, o zamanki Motörhead gitaristi ve bir başka efsanevî müzisyen “Fast” Eddie Clarke gruptan ayrılınca Lips’e Motörhead’e katılmasını teklif ediyor. Anvil’deki sorumlukları ve taahhütlerini öne sürerek teklifi reddetmesiyle Lips’in büyük bir fırsatı geri çevirdiğini düşünen Lemmy ona çok kızıyor ve ancak Lemmy’nin seneler sonra “doğrusunu yaptın, iki grup bir gruptan daha iyidir” demesiyle barışıyorlar. Bu teklif ve reddi, belki birçok insanın hayatını etkilemiş bir dönüm noktasıdır ama nedense belgeselde konu edilmiyor. Ama yukarda saydığım isimlerin tümü Anvil hakkındaki görüşleriyle belgeselin başında yer alıyorlar ve o noktada Anvil’in ne ifade ettiğini anlamaya başlıyorsunuz. Bu girizgahın hemen ardından Kudlow’u köhne bir minibüsün direksiyonunda, Toronto’da ilkokullara catering hizmeti veren bir şirketin yemek kuryeliğini yaparken, yani Anvil sonrası normal evreninde görünce bu anlatının nasıl seyredeceği hakkında fikriniz oluşuyor.

ANVIL (80’lerin başları)

Anvil “sıradanın zaferi”nin değil, sıra dışı derecede naif ve çocuksu olanın öyküsü. Çünkü zafer yok, ama her şeyden önce zafer peşinde koşan yok. Kendi halinde, çocukluk hayalinin peşinde koşan, onu yaşatabildiği her an ve durumda hayatının en mutlu zamanlarını geçiren iki kahraman var. Varoluşlarındaki müdanasızlığa, müzik uğruna fedakarlıklarına ve cesaretlerine saygı duyduğum böylesi çok müzisyen tanıyorum. Çoğu, yaptığı işte başarıya ulaşmak için gereken azme, yeteneğe ve ferasete sahipse de Lemmy’nin filmin başında söylediği gibi doğru zamanda doğru yerde veya yeterince şanslı olamadıklarından büyüyememişlerdir. Anvil için de, feraseti kenara koyarsak, durum biraz böyle. Defalarca hüsrana ve hayal kırıklığına uğramalarına rağmen asla pes etmemeleriyle ve azimleriyle birçok şeye ulaşıyorlar, ama o şeylerin hiçbiri aslında birer zafer sayılamıyor. Fakat bunu hiç önemsememeleri izleyici gözünde onları her daim muzaffer kılmaya yetiyor.

Steve “Lips” Kudlow (2006)

Ergen yaşlarımda ve hatta sonrasında azılı bir metalciydim; Anvil’i bilirdim ama hiç dinlememiştim. Demek ki hem grup bana yeterince ulaşamamıştı, hem de ben onları yeterince merak etmemiştim. Yabancı ve nisbeten az bilinen grupların müziğine ulaşmanın epeyce zor olduğu 80’ler ve 90’ların başlarının Türkiye’sinde bir grubu dinlemeyi başarmanız için öncelikle çok merak etmeniz ve istemeniz gerekirdi. Plak, kaset ve CD jenerasyonu bunu iyi bilir. Anvil bana ulaşamamış ama Barış Manço’nun ulaşmayı başardığı Japonya’ya ulaşmıştı. Bu ilginç ülkenin ilginç müzik sevgisi belgeseldeki öykünün önemli bir kısmını teşkil ediyor. Tarihin dipsiz kuyularında unutulması pek olası birçok grubu kurtaran ve yaşatan (Almanya’yla birlikte) iki ülkeden biri olan Japonya ulusal kültürüyle grubun serüveninde reel ve sembolik bir yere sahip. Sevdiğini çok seven ve kolay kolay terk etmeyen, bireysel özgürlüklerle kolektif bilinci çok güzel harmanlayan, sadakate kıymet veren toplumsal karakteriyle şahsına münhasır bir ülke Japonya. Anvil’in en aktif olduğu dönemde çıkan ve muhtemelen müzik üzerine yapılmış en iyi müzik mockumentary (“sahte belgesel”: belgesel tarzı ve anlatısıyla çekilen, bir konuyu veya olguyu mizahla ele alarak anlatan bir film / dizi tarzı) sayılan 1984 yapımı This is Spinal Tap’teki Japonya vurgusu ve her şeyiyle Anvil’i bu kadar anımsatması da tesadüf değildir.  

ANVIL (2022)

Ancak Anvil için Japonya’dan çok daha fazlasını bu belgesel fikrinin sahibi ve yönetmeni Sacha Gervasi yapıyor. Henüz 15 yaşında tutkulu bir Anvil dinleyicisiyken bir Londra (The Marquee) konseri sonrasında grupla tanışan, tanışmakla kalmayıp aldığı roadie’lik teklifiyle üç sene boyunca grubun turnelerinde ve ekibinde yer alan Gervasi, son derece başarılı senaristlik ve yönetmenlik kariyerinin ortasında, müzik kariyerleri bitmenin eşiğine gelen Anvil üyeleriyle 20 yıl sonra karşılaşıyor. Bu belgesel fikriyle Gervasi, ergenliğinde kendisi için çok şey ifade etmiş olan bu grubun, bir bakıma da aslında kendi hikayesini anlatırken belki bilerek ve isteyerek, belki de hiç farkında olmadan başta Reiner ve Kodlow olmak üzere birçok insanın hayatının iyi yönde değişmesine vesile oluyor. Eleştirel ve kültürel zeminde büyük beğeni ve takdir toplayan, Los Angeles, Sydney ve Galway festivallerinde izleyici ödüllerinin yanı sıra film camiasının çeşitli kuruluşlarından birçok saygın ödül alan, The Guardian (Tüm Zamanların En İyi 7. Belgeseli) ve The Times (“Rock N Roll hakkında yapılan gelmiş geçmiş en iyi film”) gibi saygın gazetelerin seçki ve övgülerine mazhar olan, Rotten Tomatoes gibi çok mühim filmleri dahi yerin dibine sokan bir platformdan dahi 100 üzerinden 98 puan alan, sıkı hayranları arasında Paul McCartney (The Beatles),  Jimmy Page (Led Zeppelin), Chris Martin (Coldplay), Dustin Hoffman, Keanu Reeves, Ryan Gosling gibi mega-ünlüler bulunan bu belgeselin hala bu kadar az bilinmesi, ülkemizeyse esintisinin dahi değmemiş olması üzücü.

Sacha Gervasi

Bu filmin ardından Anvil’in sönmüş kariyeri yeniden canlandı ve grup AC/DC, Saxon gibi gruplarla birlikte turneler yaptı, Hellfest, Download, SXSW gibi festivallerde yer aldı, yüzlerce konser verdi, önde gelen televizyon kanallarında programlara katıldı. Lakin gruba kattıkları dışında bu yapıtın çok önemli iki işlevi var. İnandığından ve sevdiğinden her türlü zorluğa ve imkansızlığa rağmen asla vazgeçmemenin insanı nerelere taşıyabileceğini, taşımasa dahi o dirayetli mücadelenin varoluşun temeli olduğunu vurgulaması ve bunu yapma şekli çok kıymetli. Ama bence daha önemlisi, birilerinin hayatını değiştiren kişilerin veya şeylerin, hiçbir çıkar beklenmeden, hatta gerekirse özveriyle hikâyeleri anlatılınca neler olabileceğini göstermesi. Birilerine dokunmuş, bir şeyler öğretmiş, kendindekinden başkalarına da vermiş insanları “şimdi”nin ve geleceğin şişik cazibelerine kapılarak unutmamak lazım. Derdini anlatamayanların derdine omuz, sesini duyuramayanların sessiz çığlığına ses vermek lazım. Bir şeylerin altında, arasında, arkasında sıkışarak yitip gidenleri “kader”le, “fıtrat”la atlatmak yerine haysiyetle, şükranla uğurlamak lazım. “İnsanım” diyenin yapması gereken budur, insan olandan bu beklenir.

Tüm yazılarını göster