Türk Apartheid’ı, Osmanlı Millet Sistemi, sömürgecilik zihniyeti ve etnik Türk temelli uluslaşma anlayışının üzerine bir hukuk sistemi ve politik pratik olarak inşa edildi ve hâlâ da böyledir. Artık bu yüzyıllık Apartheid ile yüzleşmek ve 'Apartheid’a Son' demek zorundayız. Özgür ve demokratik bir gelecek ancak bu bakış etrafında kurulabilir.
Taner Akçam hocamız, Cumhuriyet’in 100. yılı tartışmalarına Yüzyıllık Apartheid kitabıyla katılıyor. Aras Yayıncılık’ın yayımladığı kitap, Cumhuriyet’in “eşit vatandaşlığı” reddeden ve Sünni-Türk’ü esas vatandaş sayan bir zihniyet üzerinde kurulduğu tespitini yapıyor ve ‘Türk Usulü Kast Sistemi' oluşturulduğunu savunuyor. Bu sistemde, T.C. vatandaşlarının milletine ve dinine göre üçlü bir hiyerarşiye tabi tutulduğu ve Sünni-Türk’ün hiyerarşinin en tepesinde yer aldığı belirtiliyor. “Aleviler ve Türk olmayan diğer Müslümanlar” ikinci, Hıristiyan ve Yahudiler üçüncü sınıfı/kategoriyi oluşturuyor. Cumhuriyet’te, Osmanlı’nın din esasına dayanan ayrımcılığı devralınmakla birlikte, ona “ırk, kan, etnik köken, soy ve kültür gibi din dışı” unsurlar da eklenmiştir. Kitapta kuruluş yıllarının ırkçı kanun ve kararnameleri de analiz edilmektedir.
Akçam’a göre, Apartheid sisteminin biliniyor, ama yeteri kadar bilince çıkartılmamış olmasının ana nedeni, 1918-1923 döneminin sadece “Kurtuluş-Bağımsızlık Savaşı” olarak ele alınıyor olmasıdır. Akçam, bu dönemi Apartheid’ın inşası dönemi olarak ele almayı, yeni bir kuruluş hikâyesi anlatmayı ve eski kurucularla araya mesafe koymayı öneriyor.
Cumhuriyet’in kurucularının vatandaş eşitliğini ve vatandaşların en temel hak ve özgürlüklerinin tanınmasını istemediğini vurgulayan Akçam, eğer demokratik bir gelecek istiyorsak, ‘yeni kuruculara’ ihtiyacımız olduğunu savunuyor. Rejimin, eşitlikçi temelde değiştirilmesi için uğraş veren Midyatlı Malak Barşom, Şeyh Said, Çerkes Ethem, İhsan Nuri, Seyid Rıza ve yakın tarihimizden Hrant Dink’le Tahir Elçi, gibi ilk akla gelen isimlerin “Cumhuriyet’in yeni kurucuları olarak tanınmasını” öneriyor.
Kitapla ilgili yazılı sorularımızı cevaplayan Taner Akçam hocamıza teşekkür ederiz. İfade etmeden geçmeyeceğim. Referanslardaki titizliğinden dolayı özel olarak teşekkür ediyorum; benim için onurdur. Kitabın ve cevapların bir cümlelik özeti şuydu: Asırlık tarihi geride bırakan Cumhuriyet, ayrımcılık temelinde kurumsallaştı ve bir ‘Apartheid’ rejimiydi. Apartheid, uluslararası hukukta kabul edilen ‘insanlık suçu’ydu. Öneri de netti: “Artık bu Yüzyıllık Apartheid ile yüzleşmek ve 'Apartheid’a Son' demek zorundayız. Özgür ve demokratik bir gelecek ancak bu bakış etrafında kurulabilir.”
‘SÜNNİ-TÜRK ESAS VATANDAŞTIR’
Hocam emeğinize sağlık. Cumhuriyet’in 100. yılında cepheden tartışma yaratacak çalışma, Yüzyıllık Apartheid. İsimde Apartheid’i neden tercih ettiniz?
Benim tercihim değil, rejimin kendisi Apartheid rejimi olduğu için… Apartheid, Güney Afrika’da 1948 yılında bir rejim olarak kurulduktan sonra Uluslararası Hukuk’un konusu oldu ve Birleşmiş Milletlerde birçok sözleşmede ele alındıktan sonra 1973 yılı itibarıyla açık bir suç olarak tanımlandı. Buna göre, Apartheid “bir ırksal grubun veya grupların, ülkenin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamına katılımını engellemek için hesaplanan her türlü yasal önlem ve diğer önlemler ve özellikle bir ırksal grubun veya grupların üyelerini temel insan hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakarak, bu tür bir grubun veya grupların tam gelişimini engelleyen koşulların kasıtlı yaratılması” suçudur. 2000 yılında Uluslararası Ceza Mahkemesinin temelini oluşturan Roma Statüsünde, Apartheid açık olarak insanlık suçu olarak tanımlandı.
Uluslararası tanımlar çok açık ve bu Türkiye tarihinin kısa özetidir. Ve ben bu çalışmamda 1918’den başlayarak Apartheid sisteminin, nasıl Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bilinçli bir tercihi olarak gündeme sokulduğunu gösterdim.
Türk devleti, sömürge konumunda olmayan Osmanlı’nın devlet teşkilatı, ordu, idare, mevzuat gibi hazır mekanizmalarını kullanarak var oldu. Bu süreklilik, Apartheid rejimi inşasını kolaylaştırdı mı?
Evet, Apartheid eğer Cumhuriyet rejiminin inşasının temeli ise açık ki bunun tarihi kökleri olması gerekir. Burada üç önemli kökenin altını çizmek isterim. Birincisi Osmanlı Millet Sistemidir. İkincisi, Dersim dahil Kürt bölgelerine yönelik sömürgecilik zihniyetidir. Üçüncüsü, Türk etnik temelli ulus devlet kurmak arzusudur. Birinci köken şudur: İslam hukuku esasına göre düzenlenmiş Osmanlı Millet sistemi toplumu kompartımanlara böldü ve eşitsizliği esas alan bir hiyerarşi kurdu. Müslümanlar Millet-i Hâkime idiler. Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanlarla eşit sayılmadılar ve onlara verilen haklardan mahrum bırakıldılar. Fransız devriminin eşit vatandaşlık rüzgârı, bu topraklarda İslam’ın hukuki ve kültürel gücü nedeniyle vatandaş eşitliğini sağlamaya yetmedi. Ama, Osmanlı eşitsizliğinin ve hiyerarşik yapısının bir özelliği vardı: Temeli din olduğu için, farklı din grupları arasında geçişler mümkündü. Yani, Hıristiyan ve Yahudiler isterlerse Millet-i Hâkime üyesi olabiliyorlardı. Cumhuriyet ile birlikte bu geçişlerin önü kapatıldı. Çünkü, din hâlâ önemini korumakla birlikte, toplumsal hiyerarşinin ve bu anlamda vatandaş eşitsizliğinin temeli olmaktan çıktı. Farklı etnik-ulus-kültür-din grupları arasındaki farklar, din dışı seküler (etnik köken, kan, kültür gibi) özelliklere göre tanımlanmaya başlandı. Bu da katı bir hiyerarşi oluşturdu ve hiyerarşideki gruplar arasında geçişi imkânsız hale getirdi.
İkinci köken, Cumhuriyet ile birlikte Dersim dâhil Kürt coğrafyası ile ilişkilerin sömürgecilik mantığına göre yeniden dizayn edilmesiydi. Bu tanımı ben yapmıyorum. 1920 ve 30’lu yıllarda Türk yöneticileri, Dersim ve diğer Kürt bölgeleriyle ilişkilerin sömürge ile ilişki biçiminde örgütlenmesi gerektiğini kendileri söylediler. Üçüncü önemli faktör de Cumhuriyet yöneticilerinin vatandaşlık ile Türk etnik köken arasına, aksi yöndeki tüm iddialarına rağmen, eşit işareti koymalarıdır. Böylece Cumhuriyet, Sünni Türk’ün esas vatandaş sayıldığı bir eşitsizlik üzerine kuruldu. Sünni Türk’ün, asıl vatandaş olduğu, diğerlerinin eşit vatandaş sayılamayacağı sözleri de bana ait değildir. 1920 ve 1930’lu yıllarda Cumhuriyetin ilk kurucuları bunu açıktan ifade etmekte hiç beis görmediler. Ve bu sözler, konu üzerine yapılan hemen tüm çalışmalarda yer buldu.
Özetle, Türk Apartheid’ı, Osmanlı Millet Sistemi, sömürgecilik zihniyeti ve etnik Türk temelli uluslaşma anlayışının üzerine bir hukuk sistemi ve politik pratik olarak inşa edildi ve hâlâ da böyledir.
‘TEMELİ 1918-1923’TE ATILDI’
Dört tezinizin birincisinde, Apartheid rejiminin temelinin 1918-1923 döneminde Kurtuluş Savaşı yıllarında atıldığını belirtiyorsunuz (s. 15). Rejime karakterini veren savaşta, asıl risk unsuru içerideki vatandaş mıydı?
Evet, bu bakımdan senin kitabının başlığı, “Devletin Dâhili Harbi” iyi bir özet sayılır. 1918-1923 döneminde iki ayrı önemli soruya cevap arandı. Birincisi, Osmanlı’dan kalan topraklar üzerinde kimin ne kadar hakkı var ve hangi grup hangi topraklar üzerinde egemenlik kuracak, sorusuydu. Sevr ve Lozan bu soruya verilmiş iki ayrı-farklı cevap idi. Sonuçta, Türkler bu savaştan, tam istediklerini (Musul, Hatay, Halep, Adalar vb.) elde edemeseler bile başarılı çıktılar. Bu nedenle bizler, bugüne kadar 1918-1923’ü, Osmanlı’nın diğer vatandaşlarına (ağırlıklı Rumlar ve Ermeniler) ve yabancı işgalcilere (Fransa, İngiltere) karşı verilmiş bağımsızlık-kurtuluş savaşı olarak okuduk ve öğrendik. Oysa bu dönem aynı zamanda, ikinci çok önemli bir soruya cevap aradı; hedeflenen yeni devlet içinde, Sünni Türkler dışındaki diğer Osmanlı vatandaşlarıyla ilk günden itibaren ne tür bir ilişki kurulacaktı?
Verilen cevap çok açıktı: birincisi, Türk yöneticiler kurdukları Cumhuriyet’in içinde diğer etnik-din-kültür gruplarla eşitlik temelinde ilişki kurmayacaklarını çok açık ilan ettiler ve sistemlerini buna göre kurdular. Başlangıçta, çeşitli konuşmalarda ve hazırlanan metinlerde Hıristiyan ve Yahudileri dışlayarak, tüm Müslümanların eşit olduğu ve birbirlerinin farklılıklarına saygı duyacakları türünden ifadelere yer verilse de bundan kısa sürede vazgeçildi. Sünni-Türk eksenli vatandaşlık esas alındı ve bunun dışında kalanlar ikinci ve üçüncü sınıf vatandaş olarak telakki edildiler. Yani, hukuken açıkça Apartheid olarak tanımlanacak bir rejim inşa edildi. Söylediklerimi abartılı bulacak olan tüm okuyuculara, kitabımda yer alan 1920 ve 1930’lu yıllara ait kanun ve kararnamelere yakından bakmalarını salık veririm.
Yeni devletin Türk yöneticileri ikinci çok önemli bir şey daha yaptılar; Misak-i Milli sınırları içinde yaşayan ama 1913-4 Rum sürgünü, 1915 tehciri ve savaşlar nedeniyle yerinden yurdundan edilmiş insanları Lozan sonrası ülkeye sokmadılar ve mallarına ve mülklerine el koydular. Oysa hem Sevr hem de Lozan antlaşmaları yerlerinden yurtlarından edilen insanların Anadolu topraklarına geri dönüş hakkını kabul etmişti. Özetle yeni Cumhuriyet, ülke içinde ve dışındaki Sünni-Türk olmayan Osmanlı vatandaşlarını ülkeye tehdit olarak gören bir mantık üzerine inşa edildi.
Bu nedenle kitabımın ana tezlerinden birisi, 1918-1923 üzerine bugüne kadar yapılan konuşma tarzının kesin değiştirilmesi gerektiğidir. Eğer bu konuşma tarzını değiştiremezsek bugünkü eşitsizliği göremez, anlayamaz ve değiştirilmesi konusunda başarılı olamayız.
‘TÜRK’TEN GAYRISI FİŞLENDİ’
İkinci tezinizde, 1918-1923 dönemindeki tartışmanın, Osmanlı’dan kalan toprak parçasında kimin ‘egemenlik hakkı’ olacağında yoğunlaştığını ifade ediyorsunuz. ‘Egemenlik hakkı’na, (ezici çoğunluğun) işgalci güçlere karşı ‘anti-emperyalist’ ya da (sınırlı çevrenin) Türk, Kürt, Ermeni, Rum arasında yaşanmış ‘iç savaş’ olduğu yaklaşımı (s. 16-17), Apartheid rejimini görmeyi perdeledi mi?
Evet, aynen öyle oldu. Eğer bir dönemi sadece ‘egemenlik paradigması’ ile ‘kurtuluş savaşı, bağımsızlık savaşı’ çerçevesi içinde okursanız, eşitlik sorununu göremezsiniz. "1918-1923 iç savaş mıdır yoksa anti-emperyalist bir savaş mıdır" ekseninde yapılan tartışmalar, aralarındaki tüm farklara rağmen, aynı soruya, egemenlik sorusuna cevap ararlar. Bu nedenle ben, 1918-1923’ün eşit vatandaşlık ve vatandaş hakları perspektifinden yeniden okunması ve yazılmasını öneriyorum.
Aslında, söz konusu dönemi “vatandaş eşitliği” eksenli okumaya yapılacak en büyük itirazı da biliyoruz: ‘dönemin koşulları’. Yani, 'Yunanistan ve Ermenistan ile savaşırken, içerdeki Rum’a ve Ermeni’ye eşit haklar verilememesi dönemin bir zarureti idi' denecektir. ‘Eşitlik tezleri, savaş koşullarında fazla fantastik ve ciddiye alınmayacak tezlerdir,’ denecektir. İlginç olan, bu izah tarzlarının, aslında bugün olanın Apartheid rejimi olduğunu dolaylı olarak kabul ediyor olmasıdır. Bir an için kabul edelim ki ‘dönemin zorunlu koşulları’ tezi doğru olsun. Görmek gerekir ki, bu tez Apartheid’ı kabul edip, sadece niçin böyle olmak zorunda olduğuna dair bir gerekçe sunuyor, o kadar. Dönemin kanun ve kararnameleri o kadar açıktır ki aksini söylemek mümkün değildir. Daha da önemlisi, bu bakışla ‘geçici ve zorunluluk ürünü’ olduğu iddia edilen durumun kalıcı hale getirilmiş olması da kabul edilmiştir. Bugün, Sünni-Türkler dışındaki vatandaşların fişlenerek ayrı bir kategoride tasnif edildiklerini biliyoruz. Ve rejimin hiçbir siyasi aktörü bundan dolayı rahatsızlık duymuyor ve özür dilemiyorlar. Apartheid bugün içselleştirilmiştir.
Üçüncü tezinizde, zaman dilimini 1918-1938 olarak belirliyorsunuz ve “farklı etnik-dini grupların kendi kolektif” hikayesinin, Türk devletiyle sorunları ekseninde yazıldığına dikkat çekiyorsunuz. İki aktör var: Türk devleti ve ele alınan grup. Şeyh Said Hareketi/Ayaklanması özelinde duruyorsunuz. Harekete Hıristiyan, Çerkes ve Alevi katılımının bugüne kadar hiç görülmediğini vurguluyorsunuz (s. 17-19, 93-126). Halkların kardeşlik ve eşitlik arayışı pratiğini neden göremedik?
Eşitlik arayışlarını niye göremedik, çünkü, tüm tarihi sadece üyesi olduğumuz kolektif grubun uğradığı haksızlıklar ekseninde okuduğumuz için. Ve de yine bu tarihi, sadece kendi grubumuzun ‘kendi kaderini tayin hakkı’ ekseninde, bir tek 'bizim kolektifin tarihi' olarak ele aldığımız için. Vatandaş kimliğimizi değil, dâhil olduğumuz kolektif gruba dâhil olmayı hâlâ asıl mesele saydığımız için. 'Rum, Ermeni, Süryani, Yahudi, Kürt, Alevi... Önemli değil, bu grup mensupları önce vatandaştırlar, diğer kimlikleri ikincildir' diyemediğimiz için.
Buna bir de ideolojik at gözlüklerimizi ekleyebiliriz. Özellikle kendilerini solcu, ilerici sayan kesimlerin gözlerine taktıkları at gözlükleriyle örneğin Şeyh Sait hareketindeki eşitlikçi damarı görebilmesi mümkün değil. Çünkü bu at gözlüğü ile başkaldırı “şeriatçı dincilerin, Kürtçülerin, feodal önderlerin, emperyalizmin uzantılarının vb. vb.” hareketi olarak görüldü. Ayaklanma, Sünni Kürtler bir tarafta Aleviler, Türkler öbür tarafta ekseninde okundu. Oysa, Şeyh Sait hareketi Sünni Kürtleri de Alevileri de ayaklanmaya katılan Süryanileri de ‘ortadan kesiyordu’. Her guruptan harekete katılan ve katılmayanlar vardı. Ve bir araya gelenleri birleştiren derin damarlardan birisi eşitlik arayışı idi.
CUMHURİYET’İN YENİ KURUCULARI
Dördüncü tezinizde “Türkiye’de dil, din, etnik köken farkından bağımsız tüm vatandaşların eşit ve eşdeğer olduğu, demokrasinin kural ve kurumlarıyla işlediği bir rejim isteniyorsa” 1918-1938 Apartheid rejiminin kurucularıyla araya mesafe koymanın şart olduğunu belirtiyorsunuz. Rejimin değiştirilmesi için uğraş veren Midyatlı Malak Barşom, Şeyh Said, Çerkes Ethem, İhsan Nuri, Seyid Rıza ve yakın tarihimizden Hrant Dink’le Tahir Elçi gibi ilk akla gelen isimlerin “Cumhuriyet’in yeni kurucuları olarak tanınmasını” öneriyorsunuz (s. 19-20, 136). “Eski kurucularla araya mesafe koymak” ve “Cumhuriyet’in yeni kurucularını tanımak” önermenizi açıklar mısınız?
Önce ne istiyoruz, sorusunu açıkça sormalıyız: Eşit vatandaşlık istiyoruz, herkes için özgürlük istiyoruz, değil mi? Eğer, vatandaş eşitliğini ve en temel hak ve özgürlüklerin tanınmasını istiyorsanız, Cumhuriyetin kurucuları bunu istemediler, bunu görmemiz gerekiyor. Onlar, Türk etnik kimliği merkezli ve Sünni İslam inancına mensup olanların asıl vatandaş, diğerlerinin ikinci sınıf vatandaş olduğu bir sistem kurdular. Bunu isteyerek ve bilerek yaptılar. Kitabımda aktardığım kanun ve kararnamelere bakın. Kanunlar ve kararnameler, “hayır böyle değil,” denmeyecek açıklıkta. Konu bu kadar basit. Yıllardır söylenen, “efendim, dönemin koşulları” argümanı var, biliyorsunuz. Cevap olarak, “evet kabul edelim ki öyledir,” demek gerekiyor ve eklemek gerekiyor, “ama dönemin koşulları dediğiniz şey bugün kurumsallaşmıştır.” İster ‘dönemin koşulları’ ister başka nedenlerle Apartheid’ın kurulduğu bir hakikat ise bu Apartheid’ı kuranları örnek alarak Apartheid’a tavır alabilir misiniz? Mümkün değil. Mustafa Kemal ve arkadaşları, Osmanlı Millet Sistemi zihniyetini büyük ölçüde koruyarak, Dersim dahil Kürt bölgelerini sömürge gibi ele alarak ve Sünni-Türk etnik köken ile vatandaşlık arasına eşit işaret koyarak Apartheid rejimi kurdular. O halde onların kurduğu rejimin değiştirilmesi zorunluluğu var ve bu nedenle bu değişiklik onların önderliğinde gerçekleşemez.
Mustafa Kemal ve arkadaşları, “egemenlik hakkı” meselesini Türklerin lehine çözmüş ve bir Türk devleti kurmuşlardır. Bu açıdan M. Kemal ve arkadaşlarına övgüler düzülebilir, bunu anlayabilirim. Ama Apartheid rejimini kuranlar oldukları için bu Apartheid rejimini kaldırma uğraşında önder olarak kabul edilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle eşitlik arayışında onlarla araya mesafe koymak ve bu topraklarda eşitlik için mücadele etmiş başka kişilere yönelmek gerekir.
ABD’den örnek vereyim, Thomas Jefferson, John Adams, Benjamin Franklin vb. Amerika’nın kurucu babalarıdır. İngiliz egemenliğine karşı kurtuluş savaşı vererek Amerika’yı bağımsız bir devlet olarak örgütlemişlerdir. Ama bunlar aynı zamanda köle sahipleriydi. Ve köleliği yeni Amerikan Anayasası’nın temeline yerleştirdiler. Dolayısıyla, bugün ABD’de ırkçılığa karşı mücadele edenler, Martin Luther King gibi, ırk eşitsizliğine karşı savaşanları kendilerinin yeni önderleri olarak kabul ediyorlar. Bizdeki durum da budur.
Kitabımda yer verdiğim, Çerkes Ethem’in (ve kardeşinin) M. Kemal ve Celal Bayar’a yazdıkları mektuplarının okunmasını salık veririm. Süryani Avukat Malak Barşom hakkında verdiğim bilgilere yakından bakılmasını öneririm. Onun, “biz eşitliği Kürtlerle birlikte elde ederiz, Türkler bize eşitlik vermez” sözlerini anlamayı öneririm. Şeyh Sait hareketine, niçin Hıristiyanların ve Alevilerin katıldıkları sorusu üzerinde düşünmeyi öneririm. Hrant ve Tahir için bir şey söylemem gereksiz. Onlar, bu rejimin Apartheid karakterini damarlarında hisseden kişilerdi ve bu rejime tavır aldıkları için öldürüldüler. Bu nedenle bu isimlerin, eşitlik mücadelesinin sembolleri olması kadar doğal bir çağrı olamaz.
‘TÜRK USULÜ KAST SİSTEMİ’ NEDİR?
Cumhuriyet vatandaşı özelinde analizinizi ‘Türk usulü kast sistemi’ tespitiyle derinleştiriyorsunuz (s. 20-22). ‘Türk usulü kast sistemi’ nedir? Her T.C. vatandaşı bir Ermeni/Rum/Yahudi ve bir Kürt/Çerkes/Alevi-Kızılbaş, birinci sınıf vatandaş mıdır?
Hayır değildirler, çünkü onlar tıpkı bir Nazi sistemindeki gibi fişlenmişlerdir. Kitabımda son derece fazla örnekleri var. Nüfus kütüklerinde, Rumlar 1, Ermeniler 2, Yahudiler 3 numara verilerek fişlenmişlerdir. Vaktiyle Müslümanlığı seçmiş Hıristiyanlar da ayrı biçimde fişlenmişlerdir. Bu kitabıma kadar ben de herkes gibi Kürtlere sadece “asimilasyon” alternatifinin sunulduğunu zannederdim. Oysa gördüm ki özellikle Kürt bölgelerinden Batı’ya sürülen Kürt aileleri de fişlenmişlerdir. Yani, 3-4 kuşak sonra bu insanlar tamamıyla Türkleşmiş bile olsalar, Kürt oldukları belli olacaktır. Bu fişleme sistemi sayesinde bu grup mensuplarının sivil ve askeri bürokraside görev almaları engellenmiş ve ayrıca sistemli dışlama için bir araç olarak kullanılmıştır. Dediğim gibi örnekleri kitabımda bolca mevcuttur. Sadece çarpıcı bir örnek vereyim; bir Ermeni kadın ile evlendiği için bir Türk subayının suç işlediği kabul edilmiş ve Bakanlar Kurulu kararıyla görevinden atılmıştır.
Eklemek gerekir ki bu tür Apartheid uygulamalarını gösterir kararnameler gizli tutulmaktadır. Büyük bir tesadüf eseri arşive düştükleri fark edilir fark edilmez arşivden kaldırılmaktadırlar. Bu nedenle, kitapta kullandığım bazı belgelerin kısa sürede arşivden kaldırılacaklarını tahmin edebiliriz.
Özetle, ülkemizde hukuk sistemi Apartheid’dır. Ve üç kademeli hiyerarşiye dayanan bir sistem kurulmuştur. Hıristiyan ve Yahudiler bu hiyerarşinin en altında yer alırlar. Kürtler ve Aleviler ikinci sıradadırlar. Deyim yerindeyse ara tabakadırlar. Sünni Türkler ise hiyerarşinin en üstündedirler. Bu boyutuyla, kendi vatandaşlarına karşı suç işleyen bir rejimden söz etmek yanlış olmayacaktır.
‘TÜRK-SÜNNİ İSLAM’IN CUMHURİYETİ’
H. Arendt’in 1870’lerin Yahudi düşmanlığı ile antisemitizm arasında radikal fark gördüğünü hatırlatıyorsunuz. Osmanlı ayrımcılığı ile Cumhuriyet Apartheid’i arasındaysa benzer radikal kopuşun olmadığını belirtiyorsunuz (s. 21-22, 7 no’lu dipnot). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e neden ‘radikal kopuş’ olmadı?
Cumhuriyet yöneticileri İslam dininin, özellikle kültürel boyutunun kuvvetinin bilincindeydiler. Din, yöneticilerin seküler tercihlerine rağmen, toplum düzeyinde son derece etkin idi. Özellikle Kürtleri, Ankara’ya bağlayan en kuvvetli bağ din bağı idi. Bunu koparttıkları an tüm vatandaşları bağlayacak ortak bir aidiyet bulunmakta zorlanılacaktı. Zaten, Kurtuluş Savaşı veya bağımsızlık savaşının İstanbul’da İşgalci güçlerin denetiminde bulunan sultanın ve halifeliğin kurtarılması amacıyla yapıldığı, dönemin tüm resmî belgelerinde yer alır. Bu nedenle, kitabımda anlattığım gibi, Kürtler nasıl Kemalizm’e “bize verilen sözler tutulmadı” eksenli bir eleştiri yapıyorlarsa, İslamcılar da “kandırıldık” temelli eleştiri yaparlar. AKP’nin 2000 yılından bu yana süren iktidarının en meşru temellerinden birisinin bu olduğunu biliyoruz. Bu nedenle Cumhuriyetin ortak aidiyet harcı Türk-Sünni İslam ekseninde kurulmuştur. Apartheid budur. Toplumun temel çimentosunu bu temelde kurarsanız, diğer kesimleri otomatik olarak dışlamışsınız, demektir. Türkiye’nin yüz yıllık tarihinin özeti budur.
Sünni İslam, Cumhuriyet Apartheid’in bir unsuru olarak kast sisteminin tepesindedir. Bu halde Sünni İslamcı, kast sisteminin ‘en altındaki’ bir Hıristiyan’a, bir Musevi’ye ve ‘ara kademedeki’ bir Alevi-Kızılbaş’a kıyasla rejimin mağduru olabilir mi?
Elbette olabilirler, niçin olmasınlar ki? Bir toplumda değişik sorunlar vardır. Örneğin ekonomi bunlardan birisidir. Sünni-Türklerin içinde büyük bir çoğunluk ekonomik olarak kötü durumda olup, yoksulluk sınırının altında yaşıyor olabilirler ve örneğin iktisadi olarak İstanbul’daki Yahudi topluluktan daha kötü durumda olabilirler. Ve bu tür sorunların, ırkçılığa kaynaklık ettiği de bilinmektedir. Bu nedenle, Sünni-Türk toplulukların rejimin mağduru olmaları gerçeğinin de altının çizilmesi gerekir. Ama bu rejimin ana karakterine karşı kullanılabilecek bir argüman değildir.
Apartheid rejiminin kuruluş mevzuatından bazılarını aktarıyorsunuz (s. 57-93). Irkçı mevzuata, Hitler iktidarı öncesinde başlanmıştır. Böylece araştırılacak yeni bir alan önerilmektedir.
Ben, 1918-1938 dönemi tarihinin yeniden yazılmak zorunda olduğunu öne sürüyorum. Bu dönemin bütünlüklü bir tarihinin henüz yazılmadığı kanaatindeyim. Irkçılığın, dışlamanın merkezde olduğu ve sadece bir grupla ilgilenmeyen tüm grupları öncelikle vatandaş olarak ele alan entegre tarih yazımı dediğimiz yeni bir tarih yazımı kaçınılmazdır, diye düşünmekteyim.
‘IRKÇILIK, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN YAPISAL UNSURUDUR’
İki alıntı yapacağım. “Türkiye’de vatandaş eşitsizliğini temel almış bir Apartheid rejimi vardır. Ayrımcılık ve eşitsizlik tohumları bu devletin ‘kurtuluş ve kuruluş’ çimentosunda mevcuttur” (s. 131). “Apartheid rejimi hem zihniyetini hem de yapısal özelliklerini koruyarak, bugüne kadar varlığını devam ettirmiştir” (s. 45). Buna ‘100 yıllık ırkçılık’ pratiği diyebilir miyiz?
Evet, diyebiliriz! Ama önemli bir ayrımın altı çizilerek. Burada ırkçılığı ‘ideolojik bir söylem’ değil yapısal ırkçılık anlamında tanımlarsak... Biliyorsun, Türkiye’de rejimin ırkçılığı konusunda, özellikle erken dönem Cumhuriyet (1920 ve 30’lar) üzerine çalışan akademisyenler arasında çok tartışmalar oldu, hâlâ da oluyor. Bu tartışmalarda şöyle bir genel kabulden söz etmek yanlış olmaz: “Kemalist yönetim, dönemin rüzgarları etkisiyle çok sınırlı bir dönem ırkçılık ideolojisini benimsemiş ve Türklerin üstünlüğünü ırk temelli olarak ileri sürmüştür. Ama İkinci Dünya Savaşı sonrası, özellikle de Nazizmin prim kaybetmesi nedeniyle de bu ırkçı dil terk edilmiştir. Bu tartışmalarda kullanılan ırkçılığın, Nazi ırkçılığı (biyolojik) veya ABD, Güney Afrika örneklerinde olduğu gibi renk esasına dayanan ırkçılık olarak ele alınması önemli bir eksiklik idi. Ama bu o kadar çok önemli değil. Tartışmalarda yeteri kadar üzerinde durulmayan iki önemli husus olduğunu düşünüyorum. Birincisi, 1920 ve 1930’larda kurulan hukuk sisteminin, yapılan çok sınırlı kozmetik düzenlemelere rağmen aynen devam ediyor olmasıdır. İkincisi, bunun kadar önemli olan, 1920 ve 30’lara egemen olan zihniyetin de hâlâ aynen devam ediyor olmasıdır.
Burada Amerika örneği çok anlamlıdır. Amerika’da bugün ırkçılığın yapısal bir sorun olduğunu ileri sürenlerin ana argümanlarından birisi, ırkçılığın ve ayrımcılığın kanunlarda ortadan kaldırılmış olmasına rağmen zihniyet olarak sürekliliğini devam ettirdiğidir. Ben, Türkiye’deki ırkçı-ayrımcı zihniyetin hem kanun ve kararnamelerde varlığını koruduğunu hem de yöneticilerin zihniyetini belirlediğini iddia ediyorum.
Irkçılık, asırlık pratiği dikkate aldığımızda, Apartheid rejimini var eden, Türk milliyetçiliğinin yapısal unsuru mudur?
Elbette, yukarıda saydığım gibi Apartheid’ın üç önemli temeli vardır ve Türk milliyetçiliği bu temellerden bir tanesidir. Vatandaşlık ile etnik olarak Türklük arasında eşitlik kurulduğu an itibarıyla bu topraklarda Apartheid’ın temelleri atıldı. Bilenler bilir, onlarca yıldır ülkenin entelektüel dünyası Türklüğün iki boyutlu tanımı üzerine tartıştık durduk. Ahir ömrümüzü bununla geçirdik diyebiliriz. Birinci tanım, Türklüğü bir etnik köken anlamında kullanır. İkinci tanım ise Türklüğü vatandaşlık olarak tanımlar. Bu ikinci tanıma göre, hangi din ve etnik kökenden olursa olsunlar, bu devletin vatandaşına Türk denir. Bizler, ilerici demokrat kişiler, Türklüğün vatandaşlık anlamında kullanılmasının kapsayıcı niteliğinin sorunlu olduğunu anlatır durur idik. Kanımca artık bu tartışmaya da son vermek gerekir. Kürtler artık çok açık, Kürt olduklarını söylüyorlar zaten. Hrant Dink’in, “Ben, Türk değilim, Ermeni’yim ve de Türkiye vatandaşıyım” demekten dilinde tüy bitmişti ve öldürülmesinin bir nedeni de buydu.
Onlarca yıldır yaptığımız yukardaki tartışmanın anlamsızlığını artık görmek zorundayız. Vatandaşlığı Türklük olarak tanımladığınız anda Apartheid’ın temellerini atmışsınız demektir. Bu noktada, herkesi Af Örgütünün 2022 yılında yayınladığı, İsrail’in Apartheid rejimi olduğunu anlattığı raporunu okumaya davet etmek isterim. Raporun en merkezi tezlerinden birisi, 1948’de, İsrail'in bir Yahudi devleti olarak kurulduğu anda Apartheid olarak inşa edilmiş olduğudur. Benim Türkiye için söylediğim budur. 1918 itibarıyla ve özellikle de 1920 Meclisi'nin çalışmaya başlamasıyla, farklı etnik, din, kültür kökenli ülke vatandaşlarına Türk vatandaşı denir, denerek Apartheid rejiminin temelleri atılmıştır.
Artık bu yüzyıllık Apartheid ile yüzleşmek ve 'Apartheid’a Son' demek zorundayız. Özgür ve demokratik bir gelecek ancak bu bakış etrafında kurulabilir.