Günlerdir bir fotoğrafla boğuşuyorum, değerli okurlar.
Yatıyorum, gözlerimi kapatıyorum; fakat dünyaya yatan bir insanın
bakış açısından bakamıyorum; ayakta duruyor oluyorum, bir
karayolunun üzerinde. Kenarında da değil, ortalarına doğru bir
yerde. Görebildiğim yerde ufuk yok; yani yere doğru bakıyor
olmalıyım; yine de on-on beş metre ötesi var görüş alanımda.
Ayaklar, bacaklar görüyorum, dizden aşağı; bir kısmının paçaları
birbirine benziyor, renkleri aynı. Siyah postallar da aynı. Geri
kalan çoğunlukla siyah, yıpranmış ayakkabılar. Asfalttan bitmiş
bitkiler gibi, dizden aşağı bacaklar. Bazıları kıpırdıyor, bazıları
durmuş bekliyor. Muhtemelen fotoğrafın çekilmesini bekliyorlar.
Fotoğrafta yere yatırılmış çıplak insanlar var. Erkeklerin görülmek
istemeyecekleri bir halde, yüzükoyun yatırılmışlar. Yüzlerini
göremiyoruz Allah'tan.
Tabiî bu, yakınlarınca teşhis edilmelerine engel değil. Utanç ve
aşağılanma böyle yayılacak, uzak mahallelerin, köylerin içine
işleyecek. Bu utancın kekremsi tadı dilleri damakları kaplayacak,
tat alamaz hale getirecek insanı, yediğinden içtiğinden soğutacak,
acılaştıkça acılaşacak, kimsenin yüzü gülmez olacak, böylece top
mermisine gerek kalmadan, duvarlarına üç-beş aşağılayıcı ırkçı
slogan yazar yazmaz kendiliğinden yıkılacak haneler.
Yatmışım, uykuya geçmeyi beklerken, az evvel fena dövülmüş,
hırpalanmış, mahrem yerlerinde kan izleriyle asfaltın üstünde
kıpırdamadan yatan ve başlarına geleceği bekleyen adamların âlemine
geçmişim. Yıkılan şehirler âlemine. “Herkesin hakkı var, sizin
yok!” âlemine. “Yiyecek bulamayacaklar!” âlemine.
Sonunda uyuyorum; aciz yaratıklarız. Ve fakat bunun bir de
uyanması var. Uyanıyorum, ne görmem lazım? Tavan. Yana yatmışsam,
yandaki dolabın kapağı. Veya pencere tarafı, perde falan. Ama
hayır. Yere yatırılmış çıplak adamlar görüyorum. Yıpranmış bir
örnek siyah ayakkabılar, postallar.
Şunu fark ediyorum: Gayretim, yerdeki adamların değil onları bu
hale sokanların yüzünü görmeye yönelik. Ne olacak göreceğim de?
Hiç.
Yavaş yavaş uyanır ve kaderi kabullenmeye başlarken, bu yüzleri
her gün gördüğümü idrak ediyorum. Karşımızdalar. Daha fenası,
aramızdalar. Daha fenası, biz onların aralarındayız.
Vahşet, dehşet, hepsi öğrenilebilen işler. Evet, bunlar burada
birtakım “işler”dir. Linç hayatın doğal akışı, göğsüne devlet
yetkisi takmış en ufak adamın bile sıradan insana yapabildikleri,
buradaki hayatın en ufak ilkel hücresidir. Hayat bundan türer,
çeşitlenir.
Bir de, bizim her şeye hakkımızın olduğu, başkasının olmadığı
düşüncesinden. Yoksa duygusundan mı demeliyiz? Zira bu bir
düşüncenin edinilmişliğinden, kurulup geliştirilebilirliğinden
âzâde, ilişilmesi daha zor, daha derine kök salmış bir kuvvet.
Doğuşta devralınan bir uğursuz kuvvet. “Ben kimim, ne halt
ediyorum?” sorusunu hiçbir zaman sormamayı sağlayan yetki
belgesi.
Evet, sen muhteşem insansın. Orada birkaç Kürdü dövmüş etmiş,
çırılçıplak soyup asfalta yatırmışlar ve sen kaç gündür bu
fotoğrafı görüyor, bununla yaşıyorsun. Ahlâksızlık, düşüklük her
zaman fena veya çapsız insanların bile isteye büründükleri bir
rezilâne kılık değildir ki. Seni ahlâksız yaparlar işte böyle. Ne
yapalım, yaşamayalım mı? Yaşayacağız, ama ahlâksızlık içinde
yüzdüğümüzü de bileceğiz.
* * *
Burası bir gazete, haber mecrası; size Ankara’nın Suriye’deki
yeni macerasından sözetmeliydim. İdlib’de neler oluyor, neler
olabilir, bunlardan. Veya başımıza açılan yeni okyanus-aşırı
belalar, ABD ile papaz olma sürecinin yeni aşaması hakkında
konuşmalı, geri plan bilgisi bulduysam aktarmalıydım. Fakat
fotoğraf gözümün önünden gitmiyor.
7 Haziran sonrası, adı konmamış ve sürece yayılmış bir darbeyle
seçimli-parlamentolu, az buçuk hukuklu rejimin neredeyse tamamen,
bazı Kürt şehir ve kasabalarının kısmen ortadan kaldırılması, benim
gibilerin barışçı, çoğulcu ve demokratik bir gelecek için umut
bağladığı partinin -hâlâ süren- ezilme-yok edilme süreci,
İslâmcı-faşist-ırkçı ittifakıyla toplumun tamamen düşman kamplara
bölünüp savaş ortamı ve havası içinde yaşatılması, Kürt
düşmanlığının eskisinden de etkin ve yaygın bir ortak payda haline
getirilmeye çalışılması, bunun, yakın tarihimizin tatsız bir
cilvesi olarak kendini laik-seküler diye takdim eden ahali
üzerindeki tesirinin din düşmanlığından bile fazla olduğunun teyit
ve tescili, aslında fiilen tek başına iktidar olmaya yetecek oy
desteğini kaybetmiş bir iktidarın destekçileri arasında da
hoşnutsuzluklar başgöstermişken bunu başka yere kanalize edecek
herhangi bir siyasî alternatifin varolmadığının, bu zihniyet ve
ezberlerle de olamayacağının kafamıza kakılıp durması… hayatı
epeyce anlamsızlaştırmıştı. Çaresizlik içinde kalakalma,
sürdürülebilir bir hayat şekli değil. Üstelik ne olursa olsun
onurunu korumaya, dünyayı daha yaşanabilir yapmaya çalışan insanlar
var; biz büyükşehir ahalisinden çok daha zor durumlarda. Ayrıca,
hapiste meselâ! Ne çok insan var haksız yere hapiste; ve baş
eğmiyorlar, çökmüyorlar. Velhâsıl, insan doğruluyor mecburen.
Sonra böyle bir fotoğraf çıkıyor karşısına. Adamları kimbilir
nasıl dövüp sövüp çırılçıplak soyarak asfaltın üzerine yatırmışlar.
Bir de fotoğraflarını çekmiş, “servis etmiş”ler. Gece geç saatlerde
bu tür fotoğrafları paylaşıp eğleniyor devlet görevlileri. Kanlar
içindeki “terörist” hallerini karakolların içinden fotoğraflarla
paylaşmakta bile sakınca görmüyorlar. Cezalandırılmayacaklarını
biliyorlar.
Bu yalnız devletle, devletin nasıl bir devlet olduğuyla ilgili
mesele değil. Bizim nasıl insanlar olduğumuzla ilgili mesele.
Devlet görevlileri birilerini çırılçıplak soyup asfalta
yatırdığında yaşantısına hiçbir şey olmamış gibi devam eden bir
toplum, sokakta kafası bozulmuş herhangi bir polis tarafından
itilip kakılmayı da kabullenir, işsizlik fonunda toplanmış
parasının yöneticiler tarafından yenmesini de, ücretlisinin herkesi
utandırması gereken azıcık gelirinin pırıl pırıl makam araçlarında
caka satan aşağılık adamlarca çalınmasını da.
Vicdandan, ahlâktan sözetmenin anlamsızlığını idrak edecek kadar
“Türkiye dersi” gördüm şu yaşa gelene kadar. Lâkin bunlar
varolmayınca nasıl insan toplumu olunuyor ki? İçindeki vicdan ve
ahlâk hücrelerini yok etmek için böylesine azimle uğraşan başka bir
toplum görmüş müdür dünya tarihi acaba? Bu kadar pervâsızca
sürdürülen, bu kadar haysiyetsizce iştirak edilen din istismarı
görülmüş müdür? “Oh ne güzel, rahat rahat ırkçılık yapabiliyoruz!”
diye sevinen İslâmcıyı rahatsız edecek hiçbir sorgulama imkânı ve
merciinin bulunmayışı nasıl mümkün olabiliyor? O Saray’ı da mı
gözünüz görmüyor yoksa bal gibi, “biz kapıkuluyuz, başka nasıl
yaşayalım?” mı demektesiniz? İştirak ettiğiniz suçların günahların
dozu ve sayısı, günde beş yüz rekat namaz kılsanız, ayda kırk gün
oruç tutsanız karşılayamayacağınız bir şeytana hizmet tablosuna
yerleştirdi sizi; nasıl kurtulacaksınız? Hayrettin Karaman mı gelip
teker teker elinizden tutup çıkaracak oradan? Büyük meseleleri
bıraktım bir yana; bir vakitler doğru düzgün insan diye bildiğimiz
okur-yazar İslâmcılar, soyulup asfalta yatırılmış insanlarla alay
eden şu Misvak dergisi denen rezilliğe dahi tek laf etmiyorlar. O
kötülüğe razı gelmenin vebali olmaz olur mu, aklınızı mı
kaçırdınız? “Merhametsiz olun” diyen bir ilâhî buyruk, “haysiyetsiz
olun” diyen bir peygamber iletisi yoktur; nerede kaldı “zalim olun,
şerefsiz olun” uygulamaları! Geçtim. Hayatı numara, entrika, yalan,
iftira, alkış tutkusu, daracık alanda hakimiyet didişmeleri ve
yabancı düşmanlığından ibaret ve icabında devletten daha devlet bir
muhalefet hattından kurtuluş bekleyen, fakat asfalta yatırılmış
çıplak insanlara gözü kapalı bir ahali, bugünkünden daha iyi hangi
iktidara hayat verecektir? “Ama PKK!” bahanenizdir; sevmediğiniz,
istemediğiniz şey, Kürtlerle eşit olma ihtimalidir. Ezecek,
üstünlük taslayacak kimsenin kalmaması “tehlikesi”dir.
Erdoğan+Bahçeli, önderlerinizdir, Kılıçdaroğlu zaman zaman iç rahat
ettirmeye yarayan bir aksesuar.
Gözümün önünden gitmeyen fotoğraflara yenileri eklendikçe,
bunlardan kurtulabilmek için geçen süre ve harcadığım çaba artıyor.
Umarım bir gün kurtulamayacağım aşamaya gelmem. Ne de olsa insan
bütün bu zulmü ve vurdumduymazlığı birilerinin yanına bırakmama
hayalinden vazgeçemiyor.
Özetle şu: Asfalta yatırılan hepimiziz. Dövmüşler, sövmüşler,
soymuşlar… Bir de bakılmış ki, içimizden haysiyet çıkmamış. Hırs
varmış, kin varmış, düşüncesizlik varmış, cehalet varmış, ırkçılık
varmış, her türlü melanet varmış, lâkin o yokmuş.
Fotoğraf çekildi. Polis ve jandarma, yere yatırdığı çıplak
adamları alıp gider, karayolu trafiğe açılır birazdan, merak
etmeyin. Arabayı bir yıkatın yalnız, tozlanmış. Telefonu
yerleştirmek için de alt kısmı cama yapıştırılan vantuzlu ufak
nesnelerden alın, çok pratik.