Memleketteki müzik türleri arasında en çok tartışılan, şüphesiz
arabesk. Bu türün en büyük isimlerinden biri olan Ferdi Tayfur’un
ölümüyle tartışma yine hararetlendi, taraflar hareketlendi.
Taraflar dediğime bakmayın, tek taraf var aslında: Arabeske
külliyen karşı olanlar. Her fırsatta ortalığa çıkıyorlar ve
seslerini yükseltiyorlar. Sonra sessizce ortadan kayboluyorlar. Bu
kayboluşlarda yakın çevrelerinde terör estirdikleri muhakkak ama en
azından gürültü yapmıyorlar. Tartışmanın hareketlendiği zamanlarda,
biraz da birbirlerinden güç alarak ilerliyorlar. İstedikleri tek
şey var: Arabeskin yok olması.
Arabeske karşı değilim. Bir arabesk hayranı da değilim. Severim,
dinlerim ama kendimi onunla ifade etmem. Karşı çıktığım şarkılar,
şarkıcılar, dönemler olmuştur ama sevenine bulaşmam, yok edilmesi
gerektiğini düşünmem. Herhangi bir şeyi yok etmeyi istemek baştan
sıkıntılı bir durum. Halk nezdinde bunca karşılık bulmuş bir türü
yok etmeye çalışmak hele, abesle iştigal.
Bu türün bir devlet politikası sonucu ortaya çıktığını
düşünenler, onun halkı “oyalamak” üzere büyütüldüğünü iddia edenler
var. Halkı umutsuzluğa sürüklediği için arabeske karşı olduğunu
söyleyenler daha da büyük bir çoğunluğun parçaları -ki haksız
oldukları söylenemez. Her şey bir yana, arabesk içinde bir isyan
barındırıyor gibi görünse de bu, daha ziyade bireysel bir isyan.
Hakkı Bulut ya da Orhan Gencebay’ın kimi şarkılarında karşımıza
çıkan toplumsal isyana diğerlerinde rastlamamamız bundan. Arabesk,
tam da buradan yukarıda söylenenlere yaklaşıyor.
Peki böyle olduğu için bu türü yok etmek mi gerekiyor? Elbette
hayır. Bir dönem yapıldığı gibi ehlileştirmek de saçma. ’80’li
yılların başlarında yani arabesk piyasayı ele geçirmeye
başladığında Attila Özdemiroğlu, Aysel Gürel, Onno Tunç gibi
isimler arabeske alternatif bir müzik yaratmak üzere yola çıkmış,
“Firuze”, “Sevda” gibi şarkılar yapmışlardı. İlerleyen yıllarda
kimi arabeskçiler pop ve rock’a yaklaşan çalışmalara imza attı.
Müslüm Gürses örneğinde olduğu gibi üzerine proje yapılan isimler
de vardı: Sevmedikleri arabeskçiyi aldılar, yeni bir kumaşla
sevilebilir hâle getirdiler. O güne kadar Gürses’e karşı çıkanlar,
onu dinlemeyenler kendilerine yakın mekânlarda düzenlenen
konserlere gitmeye başladı. O dönemde tavrım netti, hâlâ öyle: Eski
Müslüm’ü sevenlerdenim, öyle kalmasını isterdim. Yeni denemeler
elbette güzel ama üzerine biçilen elbiseyi beğenenler onun öyle
kalmasını istediğinde hikâye değişiyor.
OF, AH VE ALLAH ALLAH
Cemal Süreya, ’80’li yılların sonlarına doğru yazdığı bir yazıda
arabeskin krallarını nidalarla anlatmıştı: “Orhan Gencebay ‘of’,
Ferdi Tayfur ‘ah’, İbrahim Tatlıses ‘Allah Allah’…” Tam da öyleydi.
Ferdi Tayfur, hep “ah” çekerek ilerledi. Biraz da bu yüzden çok
sevildi. Hoş, sevmeyenlerin sevmeme sebebi de bu. Ona karşı
çıkanların neredeyse tamamı yorumunu ve şarkılarını “ağlak”
buldukları için eleştiriyor. Geçtiğimiz günlerde bunu Tele 1
ekranlarında bu cümleyle dile getiren Musa Özuğurlu, sonrasında
neredeyse topa tutuldu.
Oysa Ferdi Tayfur, insanların dertlerine eşlik eden şarkılar
yapıyordu. Onu ilk dinlediğimde on üç yaşındaydım ve bir insanın bu
kadar dertlenebileceğini bilmiyordum. Sonrasında ziyadesiyle
öğrendim ama bu “erken eğitim”, ilerleyen yıllarda (sahiden dertli
zamanlarımda) kendimi kaybetmememi sağladı. Bu anlamda Ferdi
Tayfur’a bir teşekkür borçluyum: “Yaktı Beni” şarkısıyla beni bu
kadar yakmasaydı kim bilir nerelere sürüklenecektim? Tutunduğum
nokta elbette müzik oldu ve bütün kötü zamanları müzikle aştım.
Arabesk, bu noktada kurtarıcılarımdan biri. Elbette bireysel bir
tutum benimki, genelleştirilemez ama bunu söylediğim zamanlarda pek
çok eleştiri aldığımı da söylemeden geçemeyeceğim.
Fazıl Say, yıllar önce bir arabesk tartışması başlatmış, o
günlerde Radikal’de bir yazı yazarak arabeskin ne olduğunu
anlatmıştım. Yukarıda tekrarladığım kimi cümleler de vardı bu
yazıda. Özü şuydu: Arabesk bir gerçeklik ve onu yok etmeye çalışmak
kadar yok saymak da tehlikeli. Eleştirenlerin arabesk sevmelerini
istemek ne kadar tuhafsa arabesk sevenleri bu müzikten
uzaklaştırmaya çalışmak o kadar tuhaf.
ARABESK TARTIŞMALARININ TARİHİ
Biraz da bu gerçeklik yüzünden arabesk çok tartışılan bir tür.
’70’li yılların sonlarından itibaren konuşmaya başladık; hâlâ
konuşuyoruz. Arabeskin gündeme gelmesine vesile olan isimlerden
biri, karikatürist Engin Ergönültaş. Dönemin etkili mizah dergisi
GırGır’dan ayrılarak daha muhalif bir çizgide ilerleyen Mikrop’u
kuran Ergönültaş, bu dergi için yaptığı Orhan Gencebay söyleşisiyle
konuyu tartışmaya açıyor. Murat Belge, hemen sonrasında bu
tartışmayı Milliyet Sanat Dergisi’ne taşıyor. Ergönültaş, Mayıs
1979’da Sanat Emeği dergisinde yayınladığı kapsamlı bir yazıyla
bahsi ilerletiyor. Yazının başlığı, o günlerdeki bir ifadeye dikkat
çekiyor: “Orhan Gencebay’dan Ferdi Tayfur’a Minibüs Müziği”.
Yazının tek handikapı, arabesk kelimesinin kullanılmamış olması -ki
ilerleyen yıllarda Orhan Gencebay da bu kelimeden uzaklaştı ve
yaptıklarını “serbest çalışmalar” olarak tarif etmeye başladı.
Tartışmaları uzun uzun buraya taşımak anlamsız ama bu noktada bir
kitabı işaret etmek yanış olmaz: Ertan Eğribel imzalı “Niçin
Arabesk Değil?” (Süreç Yayınları, 1984) o dönemde karşımıza
çıkanları derleyen önemli bir kitap.
BİR KISIM KİTAPLAR
Mevzu sadece bu kitapla sınırlı değil; konuyla ilgili başka iyi
kitaplar da var. Bu türle ilgili kitaplar arasında ayrı bir yere
koyacağım iki kitap var. İlki, Meral Özbek imzalı “Popüler Kültür
ve Orhan Gencebay Arabeski” (İletişim Yayınları, 1991). Özbek, bir
yandan arabeskin tarihini anlatıyor, diğer yandan tartışmaları
sayfalarına taşıyor. Diğer kitap, Martin Stokes’un yazdığı
“Türkiye’de Arabesk Olayı” (İletişim Yayınları, 1998). 1992’de
İngiltere’de yayımlanan kitap, Hale Eryılmaz tarafından Türkçeye
çevrilmiş, o dönem yeniden alevlenen tartışmalar sırasında önemli
bir kaynak işlevi görmüştü. Kitabın ilk cümlesi, yanlış bilinen bir
bilgiyi düzeltmeye yönelik: “Arabesk, şehir için şehirli bir
müziktir.”
Stokes’un söylediği tamamen doğru çünkü arabesk, sanıldığının
aksine Anadolu’dan gelmedi, İstanbul’da üretildi. Çıkış noktası,
Unkapanı. Müzik şirketlerinin yerleştiği İMÇ bloklarından yükselen
bir ses aslında. Dolayısıyla şehirli. Onu eleştirirken biraz da
buradan bakmak gerekiyor.
Arabesk hakkında kitap ve yazı çok. Nazife Güngör’den Nurdan
Gürbilek’e, Can Kozanoğlu’dan Aydın Uğur’a uzanan pek çok yazar
farklı makalelerinde ve kitaplarında arabeskten bahis açtı. Bunlar,
bilhassa bu türün yükselişe geçtiği ’80’li yılların sonlarına doğru
yazılmış yazılar, kitaplar. Arabesk tartışmalarının zirvede olduğu,
gazete/dergi sayfalarından televizyon ekranlarına, panellere
taşındığı yıllar. Hemen öncesinde arabesk büyük bir hamle yapmış,
memleketin karanlık günlerinde pop şarkıcıları arabesk
düzenlemelere yönelmiş, aradan pek çok yeni isim sıyrılmıştı.
Arabeske karşı olanlar, onu aşağılamak için yıllarca “dolmuş
müziği” klişesini kullandı. Geçtiğimiz yıl İBB Yayınları tarafından
basılan bir kitap, bu ifadeyi de gündeme getiriyor. Alican Sekmeç
tarafından derlenen “İçinden Dolmuş Geçen İstanbul” adlı bu kitapta
iki yazı yazmış, birinde bu tartışmalara yer vermiştim.
TOMRİS UYAR VE LATİFE TEKİN’DEN ARABESK DEĞERLENDİRMELERİ
O yıllarda arabesk üzerine kalem oynatanlardan biri, Tomris
Uyar. Erken dönemde yani 1976 yılında günlüğüne arabeskle ilgili
satırlar yazıyor ve bu türü o dönemlerde moda olan “aranjman” ve
Anadolu-pop’tan daha tutarlı bulduğunu söylüyor: “Halk nasılsa,
kendi serüvenini anlatan bir müzik dinliyor. Şimdilik oldukça
ağlamaklı, beyin yıkayan, ilkel, tekdüze bir müzik bu. Yalnız
sözleri bazı ipuçları veriyor. Minibüs şarkılarında, aranjmanlara
kıyasla daha özenli, sağlam bir söz sıralaması görüyoruz. Klasik
bir hece vezni ve uyak beğenisi, hececiler zamanında kalmış bir
şiir anlayışı… Oysa biz aydınlar Sadettin Kaynak’ı önemli buluruz
da Orhan Gencebay’ı hiç önemsemeyiz. On yıl sonra ne ayrım kalacak
acaba aralarında? (…) Aman yanlış anlaşılmasın! O tür müzik
benimsensin demiyorum, o müzik-söz bileşimi değerlendirilsin
diyorum. Hiç değilse neye karşı olduğumuzu bilelim. Minibüs
şarkıları, uzun yol türküleri, bizim insanlarımızın, şimdilik
çoğunluğu bilinçsiz insanlarımızın hikâyesini, yaşadığı ya da
yaşamak istediği hikâyeyi ele alıyor. Aşkı her zaman trajik bir
olgu olarak gören, ölümü ayrılığa yeğleyen, dünyadaki tek vefalı
dostu saydığı arabasına, kamyonuna, sürdüğü otobüse ‘Sana da benim
gibi çektiren mi var?’ gibi gözyaşlı, mor, iri sözler yazan yalnız
bırakılmış insanların. Kentlerde şaşıp kalmış insanların.”
Latife Tekin; Roll’un 100. sayısında yayınlanan Derya Bengi -
Çiğdem Öztürk imzalı söyleşide, arabeskin yeni yeni tartışıldığı
dönemde (yani Tomris Uyar’ın yukarıdaki satırları yazmasından hemen
sonra) marş söylerken arabeske yöneldiklerini anlatıyor: “O zamanın
genç solcularıyız. Marş söylüyoruz, bir yandan da solun bize
dayattığı, bizim olmayan o ritmlere, o duyguya karşı inadına
arabesk dinliyoruz. (…) Engin’lerin (Ergönültaş) evinde
buluşurduk: Kuzguncuk’ta, deniz üstündeki meyhanede, İsmet
Baba'nın üst katında otururdu. Vapurlar evin içine girecek gibiydi.
Sabahlardık ve arabesk dinlerdik... Yoğun müzik dinlediğim
zamanlardan biri de 12 Eylül’den hemen sonradır. Durmadan
dinlediğimiz bir kaset vardı: Behice Boran’ın bir kaydı.
Açıkhava’da yapılmış bir konser, devrimden -‘güzel günler
göreceğiz’- söz ediyor. Ama o kasetin arkasından Orhan Gencebay
dinliyoruz. Efkarlanma, başkaldırma, bütün duygular birbirine
girmiş zaten.” Tekin, sözü Ferdi Tayfur’a şöyle getiriyor: “Ferdi
Tayfur geliyor. Minik bir yazım var o dönemden. Orhan Gencebay,
duygusu kırılmış erkek sesiyle bize bir şeyler mırıldanıyor ama
sırtından bıçak yemiş edasıyla bağırmıyordu. Ama Ferdi Tayfur
bağırıyordu, anam anam diye. Toplumun alışık olmadığı bir
şeydi. Erkeğin kendini ağırdan satma edasına uymuyordu. O zaman
çok fazla şiddet, çok fazla ölüm, ‘düşlerimizi elimizden
alıyorlar’ öfkesi vardı içimizde. O bağıran ses o havaya çok
denk düştü…”
Arabesk üzerine yazılan çok şey var. Tartışmayı başka mecralara
aktarmak, örneklerle anlatmak şart. “Bu türü yok etmeliyiz”cilerle
tartışmak elbette mümkün değil ama en azından bunları anlatmak,
aktarmak, kayda geçirmek önemli. Daha uzatmayayım, yazıya burada
bir virgül koyayım. İlerleyen haftalarda yeniden bahsi açarım
belki. Yazının sonuna gelirken, Ferdi Tayfur’un bendeki yerinin
ayrı olduğunu söyleyeyim. Sadece bende değil, toplumda da
diğerlerinden başka bir yerde. Ulaştığı kitle, sahiden dertli
olanlar -ki Ferdi Tayfur’daki en önemli özellik, sahiciliği. Bu
kadar insanın gerçekten üzülmesi biraz da bundan.