Arada kalmış insanların hazin hikâyesi: Arafta Aşk
Yüksel Sarı'nın ilk romanı 'Arafta Aşk', İnkılap Kitabevi tarafından yayımlandı. "'Arafta Aşk'ta Bodrum üzerinden küreselleşme takip ediliyor" diyen Sarı ile hayatını ve ilk romanını konuştuk.
Naz Erdoğan
Umut yolculuklarıyla iç içe geçmiş, yürek burkan, aşk dolu bir deniz hikâyesi: Yüksel Sarı’nın ilk romanı 'Arafta Aşk', İnkılap Kitabevi’nden çıktı. Göç, vatansızlık, sıla hasreti gibi konuları merkezine alan 'Arafta Aşk', arafta kalmış bir gencin aşkıyla yüreklere dokunuyor.
Sarı’nın ilk romanı 'Arafta Aşk'ın, henüz yeni yeni keşfedilmeye başlanan, 90’lı yılların Bodrum’unda başlayan ve mitolojik öykülerle süslenen hüzünlü hikâyesi, 2015’te kıyıya vuran cansız bedeniyle tüm dünyayı sarsan Aylan Bebek’e kadar uzanıyor. Doğu’nun çaresizliğini, Batı’nın bu çaresizlik karşısındaki sessizliğini, kapanan sınırları ve kaybolan insanlığı gözler önüne seren romanda okurlar, iki ülke arasında sıkışan hayatların gelgitlerine tanıklık ediyor.
İlk romanını okurla buluşturan Yüksel Sarı’yla bir araya geldik… Hem kendi hayatını hem de romanın serüvenini konuştuk.
Ortaca sizi yeterince tanıyor zaten. Biz, bilinmeyen diğer yönlerinizi de bilmek isteriz. Nasıl bir çevrede büyüdünüz?
Ben Karabük'te doğdum. Karabük çok hızlı gelişen, hareketli bir işçi kentiydi o zamanlar. Demir Çelik Fabrikası, haddehaneler lokomotifiydi kentin. İstasyon meydanını hiç unutamam. İşe gitmek için servis bekleyen, vardiyalarını tamamlayıp işten çıkan işçiler orada toplaştığından, o saatlerde ortalık curcuna olurdu. Müthiş bir kalabalık, koşuşan işçiler, birbirlerine seslenmeler, yüksek sesle gülüşmeler... Özelleştirmeden sonra bu görüntüler kalmadı artık. En son gittiğimde İstasyon derin bir sessizlik içindeydi. İçim acıdı.
Unutamadığınız anılarınız da vardır mutlaka...
Çevremiz, fabrikada çalışmak için köylerini bırakıp gelen pek çok işçi ailesiyle doluydu. Her biri Karadeniz bölgemizin değişik yerlerinden, Rize, Ordu, Trabzon, Kastamonu ya da Sinop'tan gelip ekmeğini arayan insanlar. Biz, Sinop'tan gelenler arasındaydık. Her biri farklı kültürlere sahip çalışkan insanlar ve gurbet çocukları... Her biriyle birçok anımız oldu elbette. Fakat benim unutamadığım ve hep unutmak istediğim başka bir anım var. Babam vardiyalı çalışırdı. Her gece saat 23.00'e yaklaştığında biz çocuklar uyumak için yataklarımıza çekildiğimizde babamız da işe gitmek için yatağından kalkmış olurdu. Henüz tam uyanamadığından ya da uyuma süresini biraz daha uzatabilmek amacıyla olacak, bizim yataklarımıza yaslanıp bir müddet daha uyuklamaya çalışırdı. İşte o anlar büyük acı duyar, biz uyurken onun çalışacak olmasına üzülür, ona acırdım. Uyanık olmama rağmen yatağımda hiç kıpırdamadan öylece durur, içimden “Ah gitse! Bir an önce gitse” diye söylenerek o kahredici dakikaların bir an önce geçmesini isterdim.
Karabük'ten ne zaman ayrıldınız?
İlk ve orta öğrenimimi Karabük'te tamamlamıştım. 1974 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Matematik Öğretmenliği bölümüne girerek ilk defa il dışına çıkmış oldum. Aynı yıl İller Bankası'nda işe girerek gündüz çalışıp gece okudum. Okulu bitirdikten sonra Ortaca Güzelyurt Ortaokulu'na atandım. Eşim Gülşen, Güzelyurt köyündendir. İki çocuğumuzu da Ortaca'da yetiştirdik.
'ÇOK İYİ BİR ÖĞRETMEN OLDUĞUM İÇİN AVUKAT OLDUM'
Fakat siz aynı zamanda avukatsınız da. Öğretmenlikten avukatlığa geçiş yapma sebebiniz nedir? Yoksa öğretmenliği sevmediniz mi?
Aksine. Öğretmenliği çok sevdim. İyi bir öğretmen olduğumu düşünüyorum. En azından şimdi her biri yetişkin birey olan öğrencilerim böyle diyor. Belki garip gelecek ama çok iyi bir öğretmen olduğum için avukat oldum aslında.
Nasıl yani?
İnanması güç tabii ama gerçekten öyle. Öğretmenken o kadar çok soruşturma geçiriyordum ki, bir ara ayda dört soruşturma geçirmeye başladım. Okula gelen müfettişe “Hoş geldiniz” diyorum. O bana, “Yine senin için geldim” diyor. Kendi kendime “Bu böyle olmayacak Yüksel, sana daima yanında taşıyacağın bir avukat lazım” demeye başlamıştım. Gerçekten de öyle oldu.
Bildiğimiz kadarıyla 'Arafta Aşk' ilk romanınız. Daha önce de denemeleriniz oldu mu?
Basılmış ilk kitabım 'Arafta Aşk', bir roman. Daha önce bir kitap denemem daha oldu aslında. O daha çok arşiv niteliğinde bir araştırma kitabıydı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte tek kutuplu dünya sürecine giriş, bu süreçte dünya çapındaki saflaşmalar ve bu saflaşmaların Türkiye'deki aydın ve yazar çevreleri üzerine yansımasını ele alıyordu. Kitabın basılmasında geciktiğim için önemini kaybetti.
'ARAFTA AŞK SADECE BİR AŞK ROMANI DEĞİL, DAHA DA ÖTESİ'
O halde yeniden 'Arafta Aşk'a dönelim. 'Arafta Aşk' sadece bir aşk romanı değil sanki?
Haklısınız. 'Arafta Aşk' bir aşk romanı ama sadece bir aşk romanı değil, daha da ötesi. 'Arafta Aşk'ta, yeni keşfedilmeye başlanan 90'lı yılların Bodrum'unda başlayan ve mitolojik öykülerle süslenen bir aşk hikâyesinin yanı sıra Doğu'nun çaresizliğini, Batı'nın bu çaresizlik karşısındaki sessizliğini, kapanan sınırları ve kaybolan insanlığı görecek, iki ülke arasına sıkışan hayatların gelgitlerine tanıklık edeceksiniz. Bu anlamda 'Arafta Aşk', arada kalmış insanların hazin bir hikâyesidir aslında.
'HAYMATLOS, BİR ACININ İŞARETİDİR'
Romanın daha birinci paragrafında Kerim “Köklerinden Koparılmış Bir Haymatlos Gibiyim” diyor. Ama siz bu Haymatlos sözcüğünün ne anlama geldiğini romanın hiçbir yerinde açıklamıyorsunuz. Neden?
Hitler döneminde Almanya'dan kaçıp Türkiye'ye sığınan Yahudilerin kimliklerine sınırda kırmızı yazıyla “Haymatlos” diye bir damga vuruluyor. Vatansız demek. Hayatta kalabilmek için vatanlarını terk eden, mübadele kanunlarıyla zorunlu göçlere tabi tutulan, çalışmak için bile olsa ülkesini terk eden insanlar farkında olsalar da olmasalar da hepsi birer haymatlostur. Ne terk etikleri yere aittirler artık, ne de gittikleri yere. Arada kalmışlardır. Haymatlos, bir acının işaretidir aslında. Bu yüzden hiçbir açıklama, hiçbir sözlük hayatta kalabilme uğruna yurdunu terk eden insanların kimliklerine vurulmuş o kırmızı damga kadar acıyı anlatamaz. O yüzden ben de açıklamadım. Orada öylece kalsın, acı olduğu gibi görünsün istedim.
Kerim kendisinin de bir Haymatlos olduğunun farkında mı peki?
Oldukça geç fark ediyor, bu yüzden çok şey kaybediyor. En sonunda döndüğü yerin, aslında uğruna her şeyini kaybettiği zindanı olduğunu fark ediyor. Ama artık çok geç kalmış oluyor.
'BU ROMANLA BİRLİKTE KÜRESELLEŞME MASALI DA BİTMİŞ OLUYOR'
Sanki sizi bu romanı yazmaya zorlayan bir sebep varmış gibi, sanki bir sorunun cevabını veriyor ya da bir defteri kapatıyor gibisiniz. Ne dersiniz?
Doksanlı yıllarda televizyonlara çıkan birçok entelektüel, küreselleşmeyi ve küreselleşmenin bizim insanımıza neler kazandıracağını anlatırken şöyle bir örnek verirlerdi: “Sivas'ın bir köyünden gelen bizim genç Hasan, Paris'e gidebilecek, orada kolaylıkla işe girip çalışabilecek. Sonra Nice şehrine geçip Fransız sevgilisi Karla ile denize karşı el ele tutuşup şarabını yudumlayabilecek”. Belki şu an hatırlamıyor olabilirsiniz ama aynen böyle söylüyorlardı. Biz işin aslını biliyorduk ama onların sesleri daha çok çıkıyordu. Her yerde onlar vardı. Sonra Batı'nın gerçek yüzünü gördük işte. Küreselleşmenin aslında ne olduğunu öğrenmiş olduk. Sadece ama sadece hayatta kalabilmek umuduyla sınırlarına yığılan insanlara neler yaptıklarını hep birlikte gördük. Onları Ege'nin derin sularında ölüme terk ettiler. Boğmak için botlarını deldiler. Hani sınırlar ortadan kalkacaktı? Sınır duvarlarını daha da büyüttüler, bütün sınırlarını jiletli dikenli tellerle çevirdiler. Meğer küreselleşme, bizim gibi ülkeler için zararlı bir masaldan ibaretmiş, onu gördük. Roman da onlara kızmıyor zaten, kendine kızıyor. Onlara inandığı için kendine kızıyor, “Oysa nasıl da inanmıştık size” diyor. Siz de haklısınız tabii. Bu romanla birlikte küreselleşme masalı da bitmiş oluyor.
Fakat romanda bu masallara inanmayanlar da var.
Evet, o da var. Ama onun kimliğini vermeyelim. Okuyucu kitabı alınca öğrensin kim olduğunu. Bence asıl kahraman o. Her kitabı okuyanın “aşık oldum” dediği kişi.
Romanda Bodrum bir hayli geniş yer tutuyor. Bodrum'un güzellikleri yanı sıra sanki eski ve yeni Bodrum arasında kıyaslamalar da yapıyorsunuz.
Romandaki o müthiş aşk Bodrum'da yaşanıyor. Bodrum'un güzellikleri aşka daha güçlü bir anlam katıyor. Başka türlüsü olamazdı zaten. Roman Bodrum'da yaşanan bir süreci anlatıyor aynı zamanda. Doksanlı yılların sıcacık insan ilişkileri, samimi dostluklar, saf ve temiz aşklar. Sonra zaman içinde Bodrum, küresel bir tatil merkezine dönüşüyor. Aslında Bodrum üzerinden küreselleşme tarif ediliyor. Bodrum'da her şey değişiyor, insan ilişkileri de.
Romanınızı okurken şaşırdığım bazı yerler oldu, yanıtlarını da şimdi aldım. Akıcı bir dil kullanmışsınız, diyaloglar çok güçlü, insanın duygularına, düşüncelerine dokunur bir kitabınızın, eserinizin doğduğunu görüyorum. Bu da beni çok mutlu etti. Romanda pek çok ayrıntı var. Titiz bir çalışma yaptığınız anlaşılıyor, yazmak ne kadar zamanınızı aldı?
Gerçekten titiz bir çalışma yaptım. İsmi geçen yerlerin tamamı gerçek ve o tarihte orada olan mekânlar. Bütün bunları araştırmak bir hayli zaman aldığından romanı ancak iki yılda bitirebildim.
Herhangi bir roman yazarından etkilendiniz mi?
Kendi tarzımın yeterince oturduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden herhangi bir roman yazarından etkilendiğimi söyleyemem. Ancak yerlilerden Yaşar Kemal'i, yabancılardan da Dostoyevski'yi severim.
Roman dili ve dilde sadeleşme konusunda bir şeyler söylemek ister misiniz?
Dilde sadeleşmeden yanayım. Bu hususta çalışmalar yapılmasını destekliyorum. Ancak dilde zorlamadan yana değilim. Bence yazar en kolay nasıl anlatabiliyor ve en kolay nasıl anlaşılabiliyorsa öyle yazmalıdır. Bu nedenle ben daima konuşulan dili tercih ediyorum.
Yeni kitap çalışmalarınız var mı?
Evet. Mümkün oluğunca bu yolda devam etmek istiyorum.