Eğitim şart. Sahi, eğitim ne zaman şart oldu? Tarihi bellidir: Fransız ihtilaliyle. 1789’da Fransız devrimciler, tarihteki dördüncü zorunluluğu icat ettiler. Zorla çalıştırma, zorla askere alma, zorla vergi toplama. Bunlar sırasıyla değil kuşkusuz, öncelik sonralıktan çok, artı değer üretme ve buna el koyma hikâyesinde üçü birlikte gelişmiş olmalı.
Zorunlu eğitim, daha önce bir tür devşirme usulüyle ihtiyaç oranında yetişen eğitilmiş (ruhban dâhil) bürokrat kadrosuyla yetinmeyip, bütün toplumu devşirmeye, dönüştürmeye, asimile etmeye yönelmenin ifadesiydi. Yüksele giden kapitalizmin ihtiyaçları, devlet merkezinin mesajının bütün topluma bozulmadan ulaştırılması ve aynı şekilde dönmesini gerektiriyordu, bütün toplum üyeleri devlet aygıtını elde tutan egemenlerin tedrisatından geçerek, egemenliğin vekiline dönüşecekti. Evet, bir yanıyla okuma yazmanın demokratikleşmesiydi olan biten, ama öbür yandan toplumun, merkezin isterlerine göre yeniden düzenlenmesinin müthiş bir aygıtı geliştiriliyordu. Eğitim şarttı. Yazının icadının, alfabenin icadının, kağıdın icadının, matbaanın icadının buhar ve demirle buluşmasından sonra mümkün olabilecek bir icattı zorunlu eğitim. Devlet, yönetim, yönetsel akıl bireyin ruhuna ve bedenine nüfuz edecekti böylece. Ona içten bağlı “özne”lerden müteşekkil olacaktı toplum.
BİR KAVGA ALANI
Eğitimin ne olacağı, nasıl olacağı, nelerin öğretileceği, nelerin öğretilmeyeceği, kimlerin ne şekilde, neye göre, nereye kadar eğitileceği, ciddi ve önemli siyasal ve ideolojik mücadele konusuydu artık. Demek ki eğitenin, eğitmenin ne olacağı, kim olacağı, neler öğreteceği, neler bilmesi gerektiği, neler öğretmesi gerektiği hep kavga konusuydu artık. Kavganın tarihsel gidişatında önemli bir kapitone noktasıdır Karl Marx’ın, “eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini” vurgulaması. (Alman İdeolojisi, Sol Yayınları)
Batıda olan bitenleri Norbert Elias (Uygarlık Süreci, İletişim Yayınları, iki cilt), ince ince anlatır; Elias’tan bahsetmese bile Michel Foucault onun araştırma programına yakın yerlerde kıyı köşe kurcalayarak araştırır; “özne” oluşum sürecinin kılcal damarlarına kadar iner. Pierre Bourdieu, eğitimin ne olduğunu, nasıl işlediğini, toplumsal (sınıfsal) ayrımları nasıl değiştirip dönüştürdüğünü ve nasıl yeniden ürettiğini teorik ve pratik araştırmalarıyla sergiledi durdu; (yakın dönemde çevriliyor kitapları, özellikle Heretik Yayıncılık bunu kendisine misyon edinmiş gibi görünüyor. Varisler-Öğrenciler ve Kültür, bunlardan sadece biri.)
ÇOK ESKİ BİR KAVGA
Elbette, dünya kapitalist-burjuva-Batılı toplumlardan ibaret değildi, hâlâ da değil. Elbette, Fransız ihtilalinden önce de, demir ve buhardan önce de, matbaadan (Sadece Avrupa’nın Gutenberg’i mi, Çin de var ondan birkaç yüzyıl önce hareketli harflerle baskıyı icat etmiş) önce de eğitim vardı, eğitim hakkında anlayış ve fikirler vardı. Hz. Ali’nin, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözü, “İlim Çin’de de olsa gidip alın” hadisi İslam toplumlarının eğitime ilişkin anlayışlarını yansıtır. Orada da eğitim bir kavga konusudur da: Doğruyu yanlışı, hakikati hakikatin örtülmesini neyin, kimin bildiği ve temsil ettiği ve uygulamada söz sahibi olacağına dair büyük kavga...
Eğitim, bir bilginin ve bilme türü ve anlayışının bedene ve ruha yerleştirilmesi. Eğitimin hep iyi, güzel, doğru yöne götürdüğü inancıyla, hatalı, kötü, yanlış, tehlikeli boyutları olduğu inancı kapışır. Bazen aynı kişinin içinde. Hem teoride hem pratikte kavga büyüktür.
CUMHURİYET’İN HAYALLERİ
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de başka türlü olması beklenemez. Tevhidi Tedrisat, içerikte, usulde ve hedeflerde merkezin mutlak söz sahibi olacağı bir eğitim formu tasarlar. Lozan azınlıkları hariç dili de kesinler: Türkçeden başka dil olmaz. Olan da yok olacaktır. Kürt meselesinin düğümlerinden biridir bu nokta da. Bunlar bir kenara alınırsa Cumhuriyet, “eğitim”i Aydınlanmacı bir perspektife bağlı kalarak, idealize ederek kurumsallaştırmaya çalışır. Her şey bir yana, eğitim bir yana. “Öğretmen”in kutsallığına ilişkin vurgular sadece Mustafa Kemal’in “baş öğretmen”liğinin yüceltilmesini değil, eğitimden beklentilerin yüksekliğini de gösterir. İdealist öğretmen, rejimin önemli projelerindendir. Çalıkuşu Feride, kalp kırıklığının çaresini öğretmenliğe kaçmakta bulur, hem kendisini hem de işte “öğrettiği” kişileri kurtaran bir figüre dönüşür.
Okul dışı bir eğitim vakası, eğitime dair tutumun ilginç bir örneğini sunar:
Nazım Hikmet, cezaevindedir. Müdür, Nazım Hikmet’e kızar, azarlamaya kalkışır. Sonra, cezaevinde bulunan eğitimsiz gençlere bir şeyler öğretmesini söyler. Bu öyküdeki cezaevi müdürü, “eğitim şart” inancındadır ama Fransız ihtilali tarzından çok, bir harf öğretene kırk yıl köle olma tarzında. Bu “imkan”, Balaban gibi, Kemal Tahir gibi, A. Kadir gibi isimlerin temayüz etmesinde önemli rol oynamıştır. İdeolojik olarak hiç onaylanmayan bir karakterin, Nazım Hikmet’in “eğitici” olarak cezaevinde faaliyet göstermesine verilen izin, eğitimin yüceliği fikrinin bir sonucudur. Cumhuriyet sürecinin birçok öğretmeni, akademisyeni, ideolojik olarak yönetim tarafından sorunlu görülse de pratikte hayli “öğrenci” yetiştirir.
1945’TEN BUGÜNE
Bu “fikir” yerine “Bizden farklı olan bizim eğitim kadrolarımızda yer alamaz” fikrinin kuvvetle oturmasının da bir tarihi dönüm noktası var. 1945’te başlayan “ideolojik cezalandırma” sürecinin sonunda Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes ve Muzaffer Şerif gibi hem o günlerde, hem sonrasında hayli ciddi çalışmalarıyla nam salan kuvvetli akademisyenler kovulur. “Yargı” sonradan işleri düzeltse de, her biri başka bir yola girmiştir artık. 1794’te Antoine Lavoisier’in kellesini giyotinle alan, “Cumhuriyetin bilginlere ihtiyacı yoktur” anlayışı, kendisini tekrar etmiştir.
1960 darbesinin ardından da benzer bir vaka vardır, 147’likler denilen bir grup akademiden uzaklaştırılır. Bugün, bugünkü hükümetin her bahsi geçişinde saygıyla andığı ünlülerinden biri Fuat Sezgin’dir. 12 Eylül sonrası 1402’likler vakası, 28 Şubat süreci filan yakın dönemde çok konuşuldu zaten.
ÜYELİK, MENSUBİYET, İLTİSAK, İRTİBAT
Bugünlerde “yeni Türkiye” oluşurken, bu kavga yeniden en hararetli haliyle sürüyor. İçerik kavgası, usul kavgası, hedef kavgası aynı zamanda kadro kavgası olarak da kendisini ortaya koyuyor: Kim eğitmen olabilir, kim olamaz sorusuna hükümet, “terör” metaforu eşliğinde bir cevap veriyor: Somut boyutta PKK ve FETÖ rumuzlarına atfen, “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı …” olduğu değerlendirilen kişiler eğitim teşkilatından dışarı atılıyor. Bu ifade, OHAL’e ilişkin ilk KHK’de yer alıyordu.
Üyelik, mensubiyet, iltisak yahut irtibat. “Terör örgütü üyeliği” ya da aşağı yukarı aynı anlama gelen “mensubiyet” TC kanunlarına göre suçtur; delilleri konulur ve cezası verilir, her şey kanunlarda (“terör”ün bir hukuki kavram olmamasından kaynaklanan tüm sorunlara rağmen) yazılıdır. Artık arkaik kaldığını zannettiğimiz iltisak ve irtibat kelimeleri ise ne ceza hukuku açısından ne de idare hukuku açısından anlam ifade eden kelimeler. Üyelik ve mensubiyetten sonra bu iki kelimenin yerleştirilmesi, KHK’lere dayanılarak (onlara bile dayanılmadan aslında) binlerce öğretmeni açığa alan ve meslekten ihraç eden idarenin niyetini ortaya koyuyor: İdeolojik olarak hoşlanmadığı eğitici kadrolarını, eğitim aygıtının dışına atıyor.
“BUNLARI ARANIZDA YAŞATMAYIN!”
Yıllar yılı “tevhidi tedrisat”ı ve Cumhuriyetin kuruluş döneminden itibaren cumhuriyetçi politikaları eleştiren bir siyasi heyetin, bir hükümetin kendi “tevhidi tedrisat”ını kurmakla meseleyi kapatmak istemesine şahit oluyoruz. Ceza hukuku, idare hukuku ve çalışma hukuku kurallarına bu kadar ters düşen bir uygulamanın iler tutar yanı yok. Mesele öyle bir noktaya geldi ki, eğitim denilince Kürtlerin asimilasyonundan (aslında, de-nasyonalizasyonundan) toplumun dönüştürülme kurallarına, eğitimin kalitesinden, ideolojik çerçevelerine kadar tartışılacak birçok şey gölgede kaldı, kalıyor.
Şu kadarı kesin ama: Vaktiyle “Dindar olmasın da tinerci mi olsun” aforizmasıyla yürütülen program, “dindar” bir kümenin darbe girişiminde rol oynamasına varan gelişmelerle çöktü. Şimdi yürürlükte tutulan, hükümete ve onun siyasal teşkilatına uymayan herkesin işten, meslekten ve hatta yaşamdan (Başbakan Binali Yıldırım, “bunları aranızda yaşatmayın” da dedi ya en son) atılmasına varan bir programla neyin düzeltilebileceğini kestirmek imkânsız, bir şeyin düzeltilebileceğini söylemek de. Şu mümkün sadece: Darbeye karşı hukuki ve idari mücadele diye girilen yol, geri dönülmesi imkânsız ya da aşırı maliyetli olacak bir hukuksuzluk uçurumunda serbest düşüşle sürüyor.