Araplar ve komplo teorileri
Komplo teorileri, çağdaş Arap siyasi yaşamında çok önemli bir rolü yerine getirmektedir: Bazıları Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar bütün Arap halklarının çekmekte olduğu acıların nedeni olarak bu komplo teorilerine bel bağlarken, diğerleriyse Arapların karşı karşıya kaldığı ve tarihsel olarak onları geriye götüren hiçbir trajedide Batılı müdahalelerin rolünü kabul etmeye yanaşmamaktadır.
Adnan Bedir Hulv*
İkinci bin yılın ilk yıllarında Haçlı Seferleri’nden başlayıp 1. Dünya Savaşı öncesinde Sykes-Picot Anlaşması, Balfour Deklarasyonu ve Arap dünyasının kalbinde siyonist devletin kurulmasına, modern sömürgecilik ve ülkelerimizin Avrupalılar tarafından paylaşıldığı zaman dilimini içine alan sürece kadar yapılan tarihsel okumaya göre, tarih, Batılıların müdahaleleriyle ciddi bir uyanış çabasını bastırmak için sürekli olarak pusuda beklediği bir süreçtir.
Bütün bu uyanış çabalarının içini çürüten elma kurdu, bir başka ifadeyle uyanış mücadelelerinin bünyesinde barındırdığı yapısal faktörler nedeniyle, bu mücadelelerin başarısızlığı, hep dış mihrakların oyununa ya da dış komplolara bağlandı. “Arap Baharı” olarak adlandırılan olaylara daha yakından baktığımızda, gerek kalkınma gerekse halklarının çıkarlarını koruma noktasında, Arap Baharı yaşayan ülkelerin büyük bir fiyasko, despotizm ve yolsuzluk gibi gerekli bütün toplumsal patlama nedenlerine sahip olduğunu görürüz. (Batı bunu destekliyor ve besliyordu: İstikrar gerekçesiyle despotizmi, ortaklarıyla çıkar ve hisselerin paylaşılması gerekçesiyle yolsuzlukları destekliyordu). Ancak biz aynı şekilde (Batı’nın) dışsal rolünün toplumsal patlamayı teşvik eden nihai faktör olduğunu da ifade edebiliriz. Ardından Batı, siyasal hem de maddi olarak, medya desteğini de arkasına alarak Arap Baharı’nı besledi. Batı ülkeleri nihai olarak bu toplumsal hareketler üzerinde tahakküm kurdu ve Arap Baharı’na maruz kalmış ülkeleri tahrip etmenin bir aracı haline getirdi. Hâlbuki bunun yerine, söz konusu toplumsal hareketleri daha ileri alternatif bir sistemin inşa edilmesi için bir değişim aracı haline getirerek, halkların taleplerine ve arzularına karşılık verilebilirdi.
ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ YERİNE DİKTATÖRLÜKLER KURULDU
Bu durumun teşhis edilmesi, Mısır ve Suriye bakımından olayların gelişim süreçlerine etki etme noktasında ortaya çıkan faktörlerin iç içe geçmiş olması nedeniyle bir derece müphem de olsa, durum Irak ve Libya’da çok daha açıktır. Doğrudan Amerikan askerî işgali yoluyla değişimin gerçekleştiği Irak’ta yönetim, baştan ayağa “özgürlükler ve demokrasi ülkesi ” olduğu varsayılan ABD’nin mutlak otoritesi altına girdi. Buna bağlı olarak ve liderlerinin iddialarına göre, yönetimin inşası yine bu özgürlükler ve demokrasi timsali olan ABD örnek alınarak gerçekleştirilmesi, yeniden yapılanma sürecinde geçmiş eski düzenin benimsediği (despotizm, kişiye tapınma, ülke zenginliğinin silahlanmaya harcanması, şova ve gösterişe dönük harcamalar vs. gibi) şeylerden kaçınılması öngörülüyordu. Böylece en yüksek derece şeffaflık, dürüstlük ve adalet üzerine kurulu, halkına kendi kendini yönetmesi için gerçek bir fırsat verilmesiyle demokratik, medeni bir rejim kurulması sağlanacaktı.
Ancak durum tamamen (planlı bir şekilde) farklı şekilde gerçekleşti. Yeni sistem, tek bir diktatörlük yerine despotizm, parçalanma ve yolsuzluklar yoluyla, Irak’ın güç dinamiklerinin tamamının dağıtılması dışında başka hiçbir ortak noktası bulunmayan birbirleriyle çekişme halindeki mezhepsel ve ırksal diktatörlükler arasında ayrıştırıldı. Şu anki Irak devleti bunun sonucu olarak, yeryüzünde yolsuzluğun en yaygın olduğu ülke ödülünü aldı. Siyasi sisteminin değişmesinden on beş yıl sonra aynı Irak devleti, su, elektrik, kanalizasyon ve hatta petrol ürünleri gibi en temel yaşam ihtiyaçlarının bulunmadığı bir ülkeye dönüştü. Hâlbuki Irak, petrol rezervleri bakımından ikinci, üretim maliyetlerinin ucuzluğu bakımından dünyanın önde gelen ülkeleri arasında birinci sıradadır.
ARAP BAHARI’NIN AMACI NEYDİ?
Zenginlikler bakımından Irak’tan hiç de geri kalmayan, nüfusu 6 milyondan az olan ve rejimin NATO güçleri tarafından doğrudan müdahaleyle devrildiği Libya’da işgalin üzerinden yedi yıldan fazla bir zaman geçtiği halde, ülke, her birinin devletin ya da petrol şirketlerinin himayesinde olduğu silahlı çeteler arasında paylaştırılmıştır! İşgal operasyonuna doğrudan katılan “demokratik” Avrupa ülkelerinin, kendisine ait değerler olan modern demokratik temelde yeniden inşa edilebilmesi için harekete geçmesi gerekiyordu. Ancak bugüne kadar yaşananlar ve halen yaşanmaya devam eden olaylar, bunun tam tersi!
Bu yorumların ışığında, “Arap Baharı” şeklinde yaşanan patlamaların tamamen yerel ve içsel nedenlere dayalı olduğu artık ikna edici olmamaktadır. Tersine ulaşılan sonuçlarla irtibatlıdır. Bu teoriye göre, meydana gelen şey, (potansiyel olarak da olsa) Fas’tan Körfez ülkelerine kadar, Arap halklarının uyanış imkânına sahip olan ülkelerin sistematik olarak yıkıma uğratılması operasyonundan ibarettir.
İşte tam da burada son derece ciddi bir soruyla karşı karşıyayız: Batı’yı bu tür düşmanca tutumlara sevk eden şey nedir?
Sadece bu ülkelerdeki Siyonist nüfuzun etkisi mi?
ESKİ PLAN İŞLEMEYE DEVAM EDİYOR
Bize göre, durum şöyle bir algıyı aşmaktadır: Batı’nın, stratejik konumu açısından yeryüzünün en kilit noktasındaki bölgede nüfusu bir milyara yaklaşan kocaman bir beşeri kütleden oluşan, bütün uluslararası geçiş noktalarına sahip, aynı zamanda dünyanın en önemli gaz ve petrol rezervleriyle yenilenen enerji kaynaklarına sahip bir bölge tasavvuru. Bu durumu, 20. yüz yılın ilk yıllarında İngiltere Sömürgeler Bakanı Bannerman meşhur projesinde son derece net bir şekilde açıklamıştır: Arap dünyasının Asya ile Afrika kanatlarını birbirinden ayıracak yabancı bir yapının kurulmasıyla, böylesine hayati öneme sahip bölgede büyük bir Arap devletinin kurulmasının engellenmesi.
Bu bakışın gerçekliği ancak Asya’nın doğusundaki Çin’in uyanışıyla karşılaştırma yapmadan ortaya çıkamaz. Batı, uyuyan devin yüzlerce yıl uyanmasını engellemeye çalıştı. Ancak bu çabalar, Çin’e Batılı emperyalist hâkimiyetin en zayıf olduğu dönemde, yani II. Dünya Savaşı’nın dönüm noktası olduğu süreçte, Komünist Devrim’i gerçekleştirme imkânı tanıdı. Ardından iki kutup arasında yaşanan soğuk savaş dönemi, bir milyarlık nüfusu olan Çin’e modern ekonomik kalkınmayı sağlaması ve onu yok etmeye çalışan Batılı ülkelerin müdahalesinden koruma imkânı verdi. Batılılar Çin’in kalkınmasını engelleyemedi. ABD’nin stratejileri ve siyasetleri, Sosyalist Blok’un yıkılmasından sonra Çin’in kuşatılmasını ve kalkınmasının engellenmesini birinci öncelikleri arasına koyduğunu açıklamıştır. Nitekim Batı, Yeltsin Rusya’sının yıpratılması operasyonundan sonra bu hedefi gerçekleştirmeye çalıştı. Ancak Batı’nın bu konudaki başarısızlığı, Çin uyanışını yok etme hedefine ulaşmasını (en azından şu ana kadar) engellemiştir.
Evet, Arap ülkelerinin bağımsızlığı (ve ilerlemesi, dayanışması ve birliği) dünyanın bu en önemli bölgesindeki ülkelerin Çin devinin kalkınma deneyiminin tekrar edilmesine neden olacak, bu yüzden Batılı ülkelerin, ABD’nin Irak’ın işgali gibi birçok işgal girişimine tanık olunsa ve Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve Yemen’de olduğu gibi Arap Baharı fırtınasının esmesine gereksinim duysa bile, bu deneyimin yeniden yaşanmasına izin vermesi mümkün değildir!
*Suriyeli Yazar
Yazının aslı Al akhbar sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: İslam Özkan)