Araştırma: İnsan beyni, iki nokta arasındaki en kısa yolu seçmiyor
Araştırmacılar, insanların bir yere giderken, bekleneceği üzere en kısa ve verimli yolu kullanmak yerine farklı güzergâhlar izlediğini tespit etti. Bunun nedeni evrimsel mirasımız olabilir.
Carlo Ratti
Sabahları işe, okula ya da en sevdiğiniz kafeye doğru nasıl yürüdüğünüzü düşünün. Varacağınız yere mümkün olan en kısa yoldan mı gidiyorsunuz? Meslektaşlarımla birlikte gerçekleştirdiğimiz büyük veri taramasına göre, yanıt “hayır”: İnsanların beyinleri en iyi yön bulma faaliyetine uygun biçimde yapılanmamış. İnsanlar, yürümek için en verimli yol olmasa da en kısa yolu hesaplamak yerine, doğrudan hedeflerine doğru ilerlemeye çalışıyorlar; buna “en sivri yol” deniyor.
Kentsel ortamları ve insan davranışlarını inceleyen bir araştırmacı olarak, insanların kentleri nasıl deneyimlediklerini ve bu konunun incelenmesinin araştırmacılara insan doğası ve evrimleşme biçimimizle ilgili neler anlatabileceğini daima merak ettim.
BİR ÖNSEZİNİN PEŞİNDE
Bir deneye girişmeden çok daha önceleri bile bir önseziye sahiptim. Yirmi yıl önce Cambridge Üniversitesi’nde bir öğrenciydim ve Darwin Koleji’ndeki yurt odamla Chaucer Yolu’ndaki bölümüm arasında takip ettiğim güzergâhın aslında iki farklı yoldan oluştuğunu fark ettim. Chaucer’a yürürken bir takım dönüşler yapıyordum. Eve dönerken, bir tane daha...
Tabii ki, bir rota diğerinden daha kısaydı; buna karşın, her yön için bir tane olmak üzere, iki farklı yol izleme eğilimi taşıyordum. Tutarlı bir biçimde tutarsızdım; bu, yaşamını akılcı düşünmeye vakfeden bir öğrenci açısından küçük ama sinir bozucu bir farkındalıktı. Bunu yapan yalnızca ben miydim, yoksa sınıf arkadaşlarım ve diğer insanlar da aynı şeyi yapıyorlar mıydı?
Yaklaşık 10 yıl önce, bu soruma cevap vermemi sağlayabilecek araçlara ulaştım. Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) bulunan Senseable City Lab’de büyük verileri ve özellikle de cep telefonlarından sağlanan dijital izleri inceleyerek kentleri anlama biliminin öncülüğünü yapıyorduk. İnsanların hareketliliklerini analiz ettiğimiz aşamada, genel bağlamda insanların güzergâhlarının tek düze olmadığını, yani A’dan B’ye doğru izledikleri yolu B’den A’ya doğru ters yönde giderken kullanmadıklarını fark ettik.
Bununla birlikte, o dönemin teknolojisi ve analitik yöntemleri daha fazla şey öğrenmemiz için yetersizdi; 2011 yılında bir yayayı bir arabadan güvenilir bir şekilde ayırt edemiyorduk. Bunu yapmaya çok yakındık ama buna rağmen kentlerde insanların nasıl yön bulduğu meselesinin sırrını çözmek için teknolojik olarak birkaç adım gerideydik.
BÜYÜK KENTLER, BÜYÜK VERİLER
Günümüzde, benzeri görülmemiş boyutlara ve doğruluğa sahip veri kümelerine erişebilmemiz sayesinde artık daha ileri gidebiliyoruz. Her gün, her bir insanın akıllı telefonu ve kullandığı uygulamalar binlerce veri noktası topluyor. MIT Beyin ve Bilişsel Bilimler Bölümü’nde görev yapan meslektaşlarımızla ve diğer uluslararası akademisyenlerle işbirliği halinde, San Francisco ve Boston’daki kimliği bilinmeyen yayaların hareket modellerini içeren büyük bir veri tabanını gözden geçirdik. Ulaştığımız neticeler, Cambridge’de okuyan genç benliğimin sormayı dahi bilmediği sorulara değiniyor.
Yaya hareketlerini incelememizin ardından, bu şekilde güzergâh izleyen yegâne kişinin ben olmadığım ortaya çıktı: Kısacası, insanlar, en iyi yolu bulan seyrüseferciler değillerdi. Büyük veri kümeleri üzerinde yaptığımız analiz, Google Haritalar’ın kendileri için güzergâh bulmasına izin veren insanların muhtemel müdahalelerini de hesaba kattıktan sonra, birbiriyle bağlantılı birçok keşfin önünü açtı.
Öncelikle, insanlar sürekli olarak mümkün olan en kısa yoldan sapıyorlar ve bu sapmalar daha uzun mesafelerde daha da artıyor. Bu bulgunun, büyük ihtimalle sezgisel olduğu görünüyor. Daha önce yapılan araştırmalar da insanların simgeleşmiş yapılara nasıl güvendiklerini ve sokak uzunluklarını nasıl yanlış hesapladıklarını ortaya koymaktaydı.
Çalışmamız, verilerde rastladığımız hafif irrasyonel güzergâhları doğru bir biçimde öngörme yeteneğine sahip olan bir model geliştirmek yolunda bir adım daha öteye gidebildi. En yaygın kent gezinme modunu temsil eden en öngörülü modelin aslında en hızlı yol olmadığını, bundan ziyade, bir insanın ilerlediği yön ile kişiden hedefe doğru giden çizgi arasındaki açıyı en aza indirmeye çalışan model olduğunu keşfettik.
Bu bulgu, farklı şehirler açısından da tutarlı görünüyor. Hem Boston’ın meşhur dolambaçlı sokaklarında hem de San Francisco’nun düzenli caddelerinde bu açıyı en aza indirmeye çalışan yürüyüşçülere dair kanıtlara ulaştık. Bilim insanları, hayvanlarda da, araştırma literatüründe ‘vektör tabanlı navigasyon’ diye tanımlanan benzer davranışlar bulunduğunu kaydetmişlerdi. Belki de hayvanlar dünyasının tamamı, işe giderken kafamı karıştıran bu kendine has eğilimleri paylaşıyordu.
EVRİM: VAHŞİ OVALARDAN AKILLI TELEFONLARA
Peki, herkes neden böyle seyahat ediyor olabilir? Doğru yönü gösterme isteğinin evrimin bize aktardığı bir miras olması mümkün görünüyor. Savanada, izlenecek en kısa yolu hesaplamak ve doğrudan hedefi göstermek de fazlasıyla benzer neticelere yol açmaktaydı. Ne var ki günümüzde kentsel yaşamın kısıtlamaları -trafik, kalabalıklar ve dolambaçlı sokaklar-, insanların kullandığı kestirme yolların tam anlamıyla ‘en iyi yol’ olmadığını daha da görünür bir hale getirdi.
Ne olursa olsun, vektör tabanlı navigasyonun bir cazibesi olabilir. Evrim, optimizasyonların değil, uzlaşmaların hikayesidir ve daha basit bir işaretleme yöntemine bel bağlamaktansa kusursuz bir güzergâh hesaplamanın getireceği bilişsel yük, varacağımız yere birkaç dakika önce gitmeye değmiyor olabilir. Neticede, tıpkı günümüz insanlarının tehlikeli lüks arazi taşıtlarından kendilerini korumaya odaklanmaları gerektiği gibi, ilk insanlar da etrafta çılgınca koşuşturan fillerinden kaçınmak için beyin güçlerini korumak zorunda kalmışlardı. Bu kusursuz olmayan sistem, sayısız nesil için yeterince işe yaramıştı.
Bununla birlikte, insanlar artık yalnız yürümüyor, hatta düşünmüyor bile. Telefonlarının adeta bedenlerinin bir uzantısını temsil ettiği bir noktaya varırcasına, dijital teknolojilere gittikçe daha fazla bağlanıyorlar. Kimileri, insanların artık bir cyborg haline geldiğini bile iddia ediyorlar.
Bu deney bize şu hususu anımsatıyor: Teknolojik protezler yaratıcıları gibi düşünmezler. Bilgisayarlar tamamen rasyoneldir. Tam olarak kodların onlara yapmasını söylediği şeyi yaparlar. Bununla birlikte, beyinlerimiz, “yeterince iyi” ve gerekli uzlaşmalardan oluşan “sınırlı bir rasyonaliteye” ulaşır. Bu iki ayrı şey -Google Haritalar’da, Facebook’ta ya da kendi kendini süren bir araçta- git gide daha fazla birbirine karışır ve çarpışırken, aslında birbirlerinden ne kadar da farklı olduklarını hatırlamak gerek.
Geriye dönüp üniversite hayatıma baktığımda, insanlığın biyolojik kaynak kodunun cebimizdeki bilgisayarlarınkinden ziyade sokaktaki bir sıçanınkine benzediğine ilişkin o sarsıcı aydınlanma anını hatırlıyorum. İnsanlar teknolojiye daha fazla bağlandıkça, insan akıldışılıklarını ve tuhaflıklarını da içinde barındıran teknolojiler geliştirmek daha önemli bir hale geliyor.
Yazının orijinali The Conversation sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)