Gündelik yaşam, siyaset, medya, eğitim, çalışma hayatı, sınıf ilişkileri, beden politikaları ve modern yaşamın değişmez kabul ettiğiniz bir sürü ilişki biçimine dair bildiğiniz her şeyin birden bire tepetaklak olduğunu düşünün. O kadar ki, çalışmak sınıfsal bir ayrıcalık; yoksulluk da öyle. Zenginlik ise, toplum tarafından hor görülüp dışlanmanıza yol açan, kurtulmaya çalıştığınız, dengeli beslenme ayrıcalığına sahip olmadığınız için şişmanlayan bedeninizi bir utanç nişanesi olarak taşıdığınız bir zaaf. Bedeninizde örtmeniz gereken tek yer, yüzünüz. Yalnızca gözlerinizi dışarıda bırakan maskeler taşıyorsunuz. Ağzınız ise mahrem bölgeniz. Gündüzleri uyuyor ve geceleri ayakta geçiriyorsunuz. Yeterince yoksul ve bu sayede ayrıcalıklıysanız, özel arabanıza binmek ya da toplu taşım araçlarını kullanmak yerine, gecenin karanlığında gideceğiniz yere boynunuza asılı fenerlerle yürüyerek gidebiliyorsunuz. Kadınların egemen olduğu bir dünyadasınız. Çocuklar okula gitmek ve derslerini yapabilmek için nice zahmete katlanırken okul yoluna dizilen ve türlü cazip eğlence ile öğrencileri baştan çıkarmaya çalışan öğretmenler, nihayetinde sınıfa erişebilen çocuklara, bu sefer bir şey öğretmemek için büyük bir çaba içine giriyorlar. Çocuklar, ancak isyan ederek öğretmeni kısmen o günün dersini anlatmaya ikna ediyorlar. Aslına bakarsanız, sadece bu örnek bile Türk eğitim sistemi adına çok şey anlatıyor bize; ancak bugünkü konumuz bu değil. Başka bir yazıda geri dönmek kaydıyla şimdilik devam ediyorum. Gazeteler, günlük olaylarla ilgili kısa bilgilerin değil, felsefi tartışmaların edebi bir dille aktarıldığı mecralar. Edebiyat ise aynı kitabın defalarca revize edilmiş sayısız yeni baskısından ibaret.
Okuyanlar, neden söz ettiğimi anlamışlardır. Rudolf Arnheim’in 2016 yılında İlknur İgan’ın çevirisiyle İthaki yayınlarından basılmış olan Tersine Dünya adlı kitabı. Yapıtının edebi değeri tartışılabilirse de Arnheim, tam olarak bildiğimiz her şeyi ters yüz etmekte şaşırtıcı ölçüde başarılı. Bir tür ‘modern toplum eleştirisi’, bir ‘distopya’, bir ‘kara mizah’ gibi okunabilir bu kitap. Kitabın sonundaki otobiyografik nottan, yazarın 1904 yılında dünyaya geldiğini anlıyoruz. Lise yıllarında okulla arası pek iyi olmayan Arnheim Berlin Üniversitesi’nde öğrenciyken Psikoloji Enstitüsü’nde geştalt psikolojisinin kurucularıyla çalışıyor. Daha sonra algı psikolojisi ve görsel sanatlar ilişkisi üzerine çalışmalar yürütüyor. Sanat Olarak Sinema, Görsel Düşünme, Entropi ve Sanat isimli kitaplar yazıyor. 1933’te Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte İtalya’ya iltica ediyor. Ardından Mussolini’nin ırkçı politikaları yükselince Londra’ya ve nihayet Amerika’ya gidiyor. Uzun yıllar Harvard ve Michigan üniversitelerinde ders veren bir profesör.
Beni asıl etkileyen ve bu yazıyı yazmaya sevk eden ise Arnheim’ın kitaba 1948 yılında yazmış olduğu sonsöz. Bu sonsöze “kitap yazmak şimdiye kadar benim için ancak koşulların beni zorunlu olarak işimden uzak tuttuğu zamanlarda mümkün oldu” diyerek başlıyor. Hastalandığında, Goebbels ‘diline yasak getirdiğinde’, Mussolini iktidarı altında Roma’da buluna bir uluslararası enstitüdeki işini kaybettiğinde… Tersine Dünya’nın Roma’daki işsizlik zamanında yazıldığını anlıyoruz bu sonsözden. “Elyazmalarını aylarca, sirenlerin bizi her an sığınaklara çağırması ihtimaline karşı el altında hazır duran, değerli eşyalarımı koyduğum domuz derisinden küçük bavulda tuttum. Kitabı tamamlamadan bir Alman bombasına yakalanmak istemediğim için de son bölümde biraz aceleci davrandım” diyor.
İktidarı ve muhalefetiyle siyasetçilerin savaş naraları attığı, medyanın savaş çığırtkanlığında neredeyse ağızbirliği yaptığı bugünlerde, Arnheim’ın sonsözü, benim de aralarında bulunduğum baskı altındaki akademisyenlerin her şeye rağmen devam etme çabalarının ne denli anlamlı olduğunu anımsattı. Bazılarımız bir yılı aşkın süredir, pek çoğumuz aylardır akademinin dışındayken, yurtdışına gidebilenler çoktan kendilerine yeni bir yaşam kurmaya başlamışken, bizleri akademinin dışında tutmak için her türlü çabayı gösteren iktidarın üniversiteler üzerinde yaratmaya çalıştığı bu distopyaya direnmeye devam ediyoruz. Dilimize getirilmeye çalışılan yasağa inat, yazıyoruz. Bir yandan, yine çeviriler yapıyor, gazete ve dergi yazılarıyla sizlere sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. İhraç edilen akademisyenlerin bu bir yıl içinde yayınladığı kitapların sayısı hiç de azımsanacak gibi değil. Diğer yandan, 12 Eylül’ün ardından üniversitelerden uzaklaştırılan hocaların geçimlerini sağlayabilmek için ardı ardına yaptıkları çevirilerle yayıncılık dünyasının canlanmasına olanak sağlayan sürecin bir benzeri, bu sefer akademinin yalnızca yayınevlerinin kapalı odalarına değil, ‘sokağa’, parklara, kafelere, lokallere ve toplantı salonlarına yayıldığı, çok katmanlı bir deneyime kapı açıyor.
Bağzı’ rektörler, özellikle de pek kıymet vermedikleri sosyal bilimler alanında uluslararası ve ulusal düzeyde pek çok önemli araştırmaya imza atmış onlarca akademisyeni ihraç ettikten sonra iktidar tarafından Araştırma Üniversitesi statüsünün bahşedilmiş olmakla böbürlenedursunlar… Bizler her zaman eleştirel bir bakış açısını zorunlu kılan bilimsel bilginin, yani araştırma üniversitelerinden beklenen ‘araştırma’nın özünde yatanın, iktidarla yakın dirsek teması içinde üretilemeyeceğinin pek tabii farkındayız. Arnheim’ın yalnızca geceleri, boyunlarına asılı fenerleriyle sokaklarda dolaşan ‘yoksul’ karakterleri, savaş yıllarının karartma gecelerinde ellerinde fenerlerle dolaşan insanların imgesine ışık tutuyor. Elbette bu çok güçlü bir imge. Akademinin içinde bulunduğu karartma günlerinde ve gecelerinde, bizler ‘sokaktakiler’, bizi ihraç ederek ‘yoksullaştıran’ iktidara inat, yazmaya, üretmeye, araştırmaya ve bunları çok daha geniş kesimlerle paylaşmaya devam ediyoruz.
Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da, Mersin’de, Dersim, Urfa, Kocaeli, Mardin ve Eskişehir’de, dayanışma akademilerinde yeni ders yılı başlıyor. Gelsenize…