Liderler birbirine saydırır, üsluplu üslupsuz, doğru yanlış,
haklı haksız, yerli yersiz, saydırır. “Demokrasi” oyununun sadece
oy üzerinden oynandığı yerde bu daha da belirginleşir: En çok
saydıran değilse bile, söylediği lafı gündemde en çok tutan, sadece
seçim itibarıyla “yurttaş” addedilen oy-verenin duygularını en çok
azdıran ve iktidarı elinde tuttuğu sürece kime ne vereceği
konusunda en çok iştah uyandıran oyunu kazanır. Siyasal sahnede
“şerefsiz onbaşı” lafını duyduk, “yavşak” diyeni gördük, “hain”
zaten memleketin temel siyasal ürünü, toplumda “alçak”tan
geçilmiyor o nutuklara kanarsak, “beceriksiz” filan bugün için
iltifat sayılır, hiç değilse insan diye…
Peki liderler, politik teşkilatı olmayan, bireysel şöhreti ve
politik eğilimi bilinse bile örneğin kendi tabanından oy kaybına
yol açma ihtimali bulunmayan kişilere niye saydırır? Niye hedef
yapar? Son bir ay içinde Fatih Portakal ile başladı, Müjdat Gezen
ve Metin Akpınar’a uzandı iş. Şimdi Deniz Çakır meselesi çıktı.
Lider “mahkeme”yi gösterince harekete geçen savcıların
bağımsızlığını tartışacak değiliz, ondan önce neden bu isimlerin
arenada yırtıcılara atıldığını anlamaya çalışalım.
SADECE 'YANLIŞ ANLAMA, AKTARMA' MI?
Neden hedef oldular? Metin Akpınar, konunun cumhurbaşkanına
yanlış aksettirilmiş olabileceğini söyledi. Yıldıray Oğur, “kötü imalar,
aşırı alınganlıklar ve çarpık/taraflı bilgi kanalları” ifadesiyle
“hatalı aksettirme” tezinin (Akpınar’ın sözünü kast etmeden) bir
versiyonunu, “birbirine karşı hınç dolu bir toplum” ve “kavgadan
beslenenlerin çokluğu” ibareleriyle ortamın bir kötü sonucu olarak
dile getirdi.
Gözlem hatalı değil, fakat gerçekten her şey sadece bir “yanlış”
anlamanın, gerilimin, kutuplaşmanın ve sert kavganın neredeyse
doğallaştırdığı bir yanlış anlamanın sonucu mu?
Portakal, Akpınar ve Gezen’in laflarına bakarsak, “hukuk”un
harekete geçmesini gerektirecek hiçbir şey bulunmadığını rahat
rahat söyleyebiliriz. Nitekim, Yıldıray Oğur, linkini verdiğimiz
yazıda Akpınar ve Gezen’in sözlerinin hukuki anlamı konusunda
“iktidar yanlısı” olmasa da “öteki mahalleden” sarih ve ikirciksiz
bir “şahitlik” beyanında bulundu.
DEVLETİN BÜTÜN GÜÇLERİ BİRLEŞTİ ŞÜKÜR
Portakal’ın da Akpınar’ın da Gezen’in de sözleri rahatsız edici,
can sıkıcı, yersiz, mantıksız filan bulunabilir aleyhte bir yorum
yapma çabasına girilecekse, fakat ceza hukukunun devreye girmesi
için “hukuk”un tanımının ve yurttaş/yönetici tanım ve ilişkisinin
bir hayli değişmiş olması gerekir.
“Standart hukuki işlem” çağını geçeli çok oldu; bu isimlerin
hedef haline getirilmesinde ilk görünen şey, neyin hukuka uygun
neyin uygunsuz olduğunu belirleme işinin bizatihi devlet başkanının
yetkisinde olduğudur. Yani artık kanunilik diye bir prensip geçerli
değildir; kanun, liderin söylediğidir. Ayrılık hasreti canlarına
tak etmiş olan güçler bir araya getirilmiş, hepsi tek elde
toplanmıştır, şükür. Ve her isim telaffuz edildiğinde harekete
geçen yargı bürokrasisi, yeni sistemin şıkır şıkır işlediğine dair
testten başarıyla geçiyor, anlının akıyla.
Fakat bu güç gösterisinin neden politikacı olmayan isimler
üzerinden yürütüldüğü yine de cevapsız kalıyor. Cevap için önce
Erdoğan’ın son bir ay içindeki konuşmalarına bakmak işe
yarayabilir: Cumhurbaşkanlığı internet sitesinde Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın 27 Kasım 2018 tarihli partisinin grup
toplantısındaki konuşma da yer alıyor. Hani (Müjdat Gezen’in cevap
verdiği) “Türkiye’nin kaymağını yiyen” ve fakat Türkiye’nin
kaderiyle hiç ilgilenmeyen bir seçmen grubunun varlığının ilan
edildiği konuşma. Çankaya, Şişli, Beşiktaş, Kadıköy…
Bir de “ülkeye asalak gibi yapışan elitler”den söz ettiği
konuşma var, daha yakın tarihli; “kültür hayatının çoraklaşmasının”
müsebbibi olarak elitler. Pis insanlar. Bu iki konuşma, Erdoğan’ın
daha önce (başarısızlık itirafı olarak) sözünü ettiği “kültürel
iktidar” meselesiyle yakından bağlantılı. (Aynı konuşmalar ve
temaların politik anlamı açısından etraflı bir tarif ve tasfir için
Kemal Can’ın şu yazısına bakılabilir.)
KURGULANMIŞ POLİTİK HAMLELER
Önümüzdeki yerel seçimin temel temasının “kültür kavgası”
biçiminde belireceği anlaşılıyor. Bu durumda Fatih Portakal,
medyadaki kültürel iktidarı temin etme hamlesinin hedefi olmuş
görünüyor. Metin Akpınar ve Müjdat Gezen ise “ülkenin kaymağını
yiyen” ama “kaderine duyarsız” çoraklaştırıcı entelektüelleri
temsilen hedef seçilmiş olmalı. Yani bu üç vaka bir yanlış anlama
ya da aşırı gergin ortamdaki birilerinin çarpıtılmış bilgi
algılaması/yansıtmasının sonuçları değil, bilinçli biçimde
kurgulanmış bir politik kararın hamleleri.
Eğer bu doğruysa, Erdoğan’ın öncelikli ve ağırlıklı hedefinde
artık muhalefet liderleri değil, “kültürel iktidar” kavgasında
sembol değeri olabilecek kişi, grup ya da kurumlar olacağını
söyleyebiliriz. Sekiz yıl boyunca, 2010’dan başlayarak her seçimin
bir tür referanduma çevrildiğine şahit olduk. Anlaşılan bu seçim,
“kültürel iktidar”ın ana tema olacağı bir referandum görünümü
alacak. Diğer seçimlerden farklı olarak bu defa bizzat seçmenin
“rakip” konumuna yükseldiği bir referandum. İktidar, yakın dönemde
zaten kazanamayacağını bildiği Çankaya, Şişli, Kadıköy ve Beşiktaş
seçmenini bu nedenle hedef haline getirdi. Zaten kendisine oy
vermeyecek ve kendisine oy vereni etkileme imkânı pek olmayan üç
ismin hedef olması da aynı nedene dayanıyor.
DUYGUSAL ÇINGARLAR ÜRETME SİYASETİ
Deniz Çakır meselesi de küçük farklarla aynı çerçevede yer
alıyor: Deniz Çakır’a yönelik suçlama doğrudan “iktidar”dan
gelmiyor, kişisel bir temasın sonucu. Çakır’ı suçlayanların
gazetelere yansıdığı ifadelerine bakılırsa olan biten ceza
yargısını önceki üç isim kadar bile ilgilendirmez. Başı örtülü
kadınlara “Arabistan’a gidin…” demek, dediği doğruysa eğer, lafa
muhatap ve şahit olanlar için adapsız, yersiz, mesnetsiz, kırıcı ve
üzücü olabilir, incinenler şahsen tahkir edildiklerini düşünüyorsa
tazminat davası yolu açıktır, fakat savcının harekete geçmesini
gerektirecek hiçbir boyut içermez. Memlekette siyasal nedenlerle
yurttaşlara Moskova, Tahran, Arabistan adreslerinin gösterildiği ne
ilk ne son vaka bu.
İlk üç isimden sonra gelen bu vaka, “kültürel iktidar” denilen
sahada galebe çalmak için olmasa bile şimdiki halde “muktedir”miş
gibi gösterilecek kişilerin her fırsatta hedef haline
getirileceğinin son örneği oldu. Eğer böyleyse son olmayacak.
Zaten, Çakır’ın yanı sıra Rutkay Aziz ve Yılmaz Özdil’in adlarının
“faşist” listesine eklenmesi de bu anlama geliyor. Bakalım Akpınar
için “isyana tahrik” cürmünü devreye sokan mekanizma Çakır, Aziz ve
Özdil için nasıl bir madde icat edecek?
Neticede, “… meşrebi belli cumhurbaşkanını bira içmeye, Mozart
dinlemeye zorlamak” az kusur değil.
SİYASETİ İMKANSIZLAŞTIRMA SİYASETİ
Ekonominin gidişatından kaygılanan “taban”ın, duygusal çıngarlar
üretilerek safları gevşetmemesini engellemenin yöntemlerinden biri
bulunmuş gibi duruyor. Böylece, ekonomidir, ekolojidir, hukuktur,
adalettir, şehirciliktir… Siyasal tartışma sahasından çıkıyor,
gündem sözüm ona “kültür kavgası”yla tamamen doldurulmuş oluyor.
Şunu da söylemek lazım: Bu ismi geçen kişiler, “kültürel iktidar”
diye bir şey varsa bile, onun ne sahipleri, ne lehdarları ne de
elitleridir gerçekten, olsa olsa iktidarın var olduğu sahanın
sonuçları, göze çarpan figürleri olabilir. Aslanlara atılmalarını
kolaylaştıran da bu zaten.
“Siyaset” böyle devam edecekse, bu seçimde seçmen sadece
belediye başkanlarını seçmeyecek demektir, lider de toplumunu
seçecektir. Bunun önemli bir alameti de Diyarbakır’da iktidarın
gösterdiği adaydır: İktidar (parti değil lider olarak iktidar,
çünkü ortada parti filan kalmadı) bir tür “bürokrat” olması gereken
“kayyum”u aday göstererek Amed seçmenine teklifte bulunuyor: Ya
benim yönetim modelimin seçkin seçmeni olarak sana gösterdiğimi
seçersin ya da yeni “kayyum”a razı gelirsin. Hal böyleyse, seçimden
sonra “kaymakçı” dört ilçe, “Kürtçü” bir (ya da birçok) il
kaybedilse bile kimi “millet” sayacağına kimi saymayacağına dair
hatları daha da belirginleşmiş bir harita kalacak iktidarın
elinde.