Ben Arif Bey’den çok şey öğrendim. Alçakgönüllülüğün, kadirşinaslığın, yardımseverliğin en güzel hallerini de, çalışma disiplininin, profesyonelliğin, iş ahlakının en özel örneklerini de O’nda gördüm. Ben Arif Bey’in anısında, müziğin içinde kalarak her şeye rağmen iyiyi ve doğruyu yapmaya devam etmek için muhtaç olduğum kudreti buldum. Ama en önemlisi, ben Arif Bey’den, hayatta daha iyi bir insan olabilmek için ilham aldım.
Bugün Arif Mardin’in ölümünün 16. yıl dönümü. Gelmiş geçmiş en
önemli müzik adamlarından biri ve Aretha Franklin’den Norah Jones’a
kadar uzanan nesiller ötesi ve nadide bir sanatçı yelpazesiyle
çalışmış, 11 Grammy dahil sayısız ödülün sahibi, dünyaca ünlü, dev
bir prodüktör olması dışında kendisi hakkında biyografik bilgi
vermeyeceğim. Zira bu bilgilere hem birçok kaynaktan rahatça
ulaşılabiliyor, hem de bunları etraflıca okursanız, dinlerseniz ve
seyredersiniz hissedeceklerinizin keyfine müdahil olmak
istemem.
Müzik sektörüne ilk adımlarımı 1998’de Mardin’in yanında attım
ve bu işlere dair en temel bilgilerimi ondan öğrendim. Henüz
üniversitedeyken yaz stajı başvurum için kendisiyle mülakata bir
takım elbiseyle gittiğim ilk görüşmemizin sonunda bana “müzik
işlerine girmek istiyorsun ama diplomat gibi giyinmişsin” diyerek
gülümsemesiyle ilk dersimi almıştım. Stajda onunla birlikte
geçirdiğim yaz boyunca stüdyo adabından sanatçı ruhuna kadar bir
sürü konuda ilk deneyimlerimi kazandım. Stajımın ardından işe
alındığım Atlantic Records’da, asistanı olarak kendisiyle çok yakın
çalıştığım yıllar içinde pek çok özel hatıra biriktirdim. Bunlardan
gülümseyerek hatırladığım birkaç tanesini paylaşayım.
New York’un ünlü Quad stüdyolarına girerken kapısı açılan
asansörde Cyndi Lauper ile karşılaştığımızda, Arif Bey’in centilmen
vücut dili ve müthiş iltifatlarına “o ne demek, ben fena
oluyorum, Arif Mardin’in karşısındayım, şuraya oturayım ve lütfen
bana bir su getirin” diyerek hakikaten kısa süreli bayılması,
Jewel’in bir vokal kaydında bir satırı saatlerce bir türlü istediği
gibi söyleyememesi üzerine Arif Mardin’den gelen basit bir teknik
öneriyle tek seferde kotarmasıyla hüngür hüngür ağlamaya başlaması,
Rod Stewart’ın şirkete bir toplantı için gelip sonrasında çok
sevdiği Arif Mardin’in ofisine sürpriz baskın düzenlemek üzere beni
suç ortağı yapması bu şahsiyetin insanlara duygusal boyutta nasıl
dokunabildiğinin naçizane örnekleri.
Ofisimizde sürekli müzik çalardık ve bunlar genelde Arif Bey’in
yakın olduğu caz, soul, blues, R&B gibi janrlardan ziyade rock
ve etrafındaki türler olurdu. Gün boyunca çalanları duymaz ve
dinlemez gibi hissederdim ama ilgisini çeken bir şey duyduğu anda o
kalın ses tonuyla “oh, what is this?” diye sorarak odasından çıkar
yanımıza gelirdi. Biz çalanın ne olduğunu söylerken o müziği
dinlemeye devam eder, genellikle kafasını sallayarak “very
interesting” diyerek odasına dönerdi. Bazen de piyanosunun başına
oturup çalan şarkının gamı üzerinde cazvari ufak çeşitlemeler
çalardı. Aslında kulakları birer radar gibiydi ve her zaman her
şeyi duyuyordu. Avrupalı, şahsına münhasır indie rock ekibi
Stereolab ve hayatımın grubu New Model Army (özellikle Someone
Like Jesus adlı şarkısının ender rastlanan Si bemol minör
gamı), onu masasından kaldırıp yanıma getiren müzikler arasında
hatırladığım iki örnektir.
Atlantic Records ofisimizde (2001)
Onunla yoğun iş temposu dışında geçirdiğimiz zamanlarda Arif
Bey’in anlattığı pek çok hikâye, paylaştığı sayısız anekdot ve
verdiği nasihatler her zaman bende kalacak. Ama 1-2 tanesine burada
yer vermek isterim. Çalıştığı onlarca müzisyen arasında en özel
yeteneğe sahip gördüğü Donny Hathaway’in, albüm kaydındayken henüz
24 yaşındaki hazin intiharı onu en çok üzmüş olaylardandı. Yıllar
içerisinde kayıp giden onca büyük yetenek tanımıştı. Akıl
hastalıklarıyla uyuşturucu problemlerine çok sık rastlanan müzik
sektöründe ikincisinden mutlaka uzak durulmasını salık verirdi.
Sonraki yıllarda bu örüntüye ben de şahit oldum. Ama yorucu bir
kayıt gününün sonunda veya bir etkinlikte çok sevdiği – onu iyi
tanıyan barmen dostlarının ona özel “Mardini” adıyla hazırladıkları
– Martini kokteylini içerken ona eşlik etmek hayatın eşsiz
zevklerindendi.
Arif Bey’in hastalık haberini aldığımızda kendisi Atlantic’ten
ayrılalı yaklaşık iki sene olmuştu. Durumun ciddiyeti üzerine, Arif
Mardin’e dair ben neler anlatabilirim, ne yaratabilirim diye
düşünmeye başladım ve aşağıda okuyacağınız söyleşiyi yapmak
istedim. 40 yılı aşkın kariyerinde kendisiyle yapılmış yüzlerce
söyleşide okunabileceklerden biraz daha farklı, içerden ve kişisel
bir bakış açısıyla yaklaşmaktı amacım. 14 Şubat 2005 tarihinde, bu
konularda ikimizin de daha rahat olduğu biçimde İngilizce
gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiyi tercüme ederek 17,5 yıl sonra,
Mardin’in 16. ölüm yıl dönümünde sizlerle paylaşmaktan kıvanç
duyuyorum.
Ben Arif Bey’den çok şey öğrendim. Alçakgönüllülüğün,
kadirşinaslığın, yardımseverliğin en güzel hallerini de, çalışma
disiplininin, profesyonelliğin, iş ahlakının en özel örneklerini de
O’nda gördüm. Ben Arif Bey’in anısında, müziğin içinde kalarak her
şeye rağmen iyiyi ve doğruyu yapmaya devam etmek için muhtaç
olduğum kudreti buldum. Ama en önemlisi, ben Arif Bey’den, hayatta
daha iyi bir insan olabilmek için ilham aldım. O ilhamı bu ülkeye
döndükten sonra zaman zaman kaybetsem de her türlü koşulda ne yapıp
edip yeniden bulmaya çalıştım, çalışacağım. Herkesin, hayatta ne
yapıyorsa yapsın, ilhamının bol olmasını dilerim. Bugün, kendisine
“mentorum” diyebilmekten gurur duyduğum bu benzersiz insanın
şerefine ben de bir kadeh Mardini içeceğim. Güzide anısıyla hep var
olsun, harikulade ruhu şâd olsun!
Bir albüm çıkış kutlamasında (2002)
***
Can Sertoğlu: Çok yakın zamanda emekli oldunuz.
Bu karar nasıl gelişti, nasıl hissediyorsunuz bu konuda?
Arif Mardin: Eşim Latife diyor ki “Sen habire
emekli oluyorsun.” Atlantic’ten emekli olduğumda 2002 yılıydı,
ondan sonra hemen EMI’a geçtim, orada Norah Jones’la çalıştım.
Sonra 2005 yılında tekrar emekli oldum. Benim için bir parti
vermişlerdi, “yakında bir daha emekli olacaksın galiba” diye dalga
geçtiler. Emekli olmak, şirket hayatından emekli olmak demektir.
Bense hala küçük prodüksiyonlar yapıyorum. Oğlum Joe ile fevkalade
bir sanatçıyla çalıştık, doğuştan kör bir dahi, gitarist. İsmi Raul
Midon. Hem Caz / R&B gibi çalıyor ama etkilendiği müzik
İspanyol Flamenco türü. Gitarı öyle bir vurarak çalıyor ki, aletin
içinde bir de davulcu oturuyor zannediyorsunuz. Sesi de şaheser.
Bütün besteleri kendisi yapıyor. Joe ile benim için, kör bir
müzisyenle çalışmanın çok ilginç bir tarafı vardı. Müziği bir başka
türlü hissediyor. Biz bir şeye “bu çok iyi olmuş” diyoruz, o ise
“hayır, ben bunu bir daha yapacağım, siz hissetmediniz” diyor.
Hakikaten de böyle bir altıncı hisleri var, hissediyorlar,
biliyorlar. Onun için çok hürmet ediyoruz fikirlerine.
C.S.: Peki, yeni yeni ortaya çıkan, pek
tanınmamış, henüz bir star olmamış Raul Midon gibi bir sanatçıyla
çalışmayı, ki Norah Jones da sizle çalışırken böyleydi, Barbra
Streisand, Chaka Khan, Jewel, gibi süperstar divalarla çalışmakla
karşılaştırdığınızda neler söyleyebilirsiniz?
A.M.: Tabii ki bir süperstar ile çalışmak
bambaşka. Çünkü zaten kendini ispat etmişler ve belli satış
zeminleri var. Mesela Barbra Streisand’in bir milyon CD alabilecek
bir kitlesi var. Ama böyle bir genç sanatçıyla çalışmak bizim için
de çok ilginç; aşılması gereken bir mâni gibi, baştan başlıyorsunuz
ve uğraşıyorsunuz. CD’yi yolladığımız radyo istasyonlarına ben
bizzat mektuplar yazacağım. Canlı performansını görenler
şaşırıyorlar, yeni yeni bir kitle zemini elde ediyoruz. Bu,
sıfırdan başlamak ve sıfırdan başlamanın başka türlü bir zevki var.
Biliyoruz ki bu çocuk – çocuk dediğim 35 yaşını geçmiş –
ilerleyecek.
C.S.: Kendisi yazıyor değil mi bütün
şarkılarını?
A.M.: Evet, çok da hisli. Mesela kör olmanın ne
demek olduğunu anlattığı bir şarkısı var, insanı çok etkiliyor.
C.S.: Ben her zaman prodüktörlüğün bir kısmının
terapistlik olduğunu düşünmüşümdür. Her sanatçıya bir psikolog gibi
yaklaşmanız, doğru nabza göre doğru şerbeti vermeniz gerekiyor.
A.M.: Muhakkak. Her sanatçı farklıdır. Benim
bir formülüm yoktur, yani aynı formülü birçok sanatçıya uygulamam.
Sanatçının durumuna göre, nabzına göre şerbet vermek gerekiyor,
söylediğin gibi. Prodüktör, aynı zamanda bir film rejisörü gibidir.
Bilmeyenler için prodüktör parayı koyan, işin finansmanını yapan
kişidir. Hayır… Öyle denmiş, tabir öyle konmuş diye her zaman öyle
olmuyor. Besteleri ayıklamak, müzisyenleri, stüdyoyu tutmak, bu
arada bütçe yapmak, fazla para sarf edilmeden bütçenin içinde
kalmak, ve söylediğin gibi aynı zamanda psikolog olmak demektir.
Sevgilisiyle, eşiyle problem yaşayan bir sanatçıya “üzülme, bunlar
geçer” diyebilmektir. Prodüksiyondan önce doğru zamanda doğru
yemeği ısmarlamak bile prodüksiyonun bir parçasıdır. Kim ne
istiyor, jambonlu mu, peynirli mi sandviç isteniyor? Yani bir aile
havası yaratmak, o aile havası içinde disiplinli çalışmak.
Taksimetre işliyor, zaman kaybetmemek lazım, ama bu arada da elde
kırbaç hissi oluşmamalı. Yani her şey çok güzel gidiyor, bu arada
da disiplin devam ediyor. Benim tarzım bu.
C.S.: Türkiye’de de, dünyanın birçok yerinde de
son zamanlarda Norah Jones denince akla Arif Mardin, Arif Mardin
denince de Norah Jones geldi. Onunla çalışmak nasıldı?
A.M.: Norah Jones, 1960’lı, 70’li yıllardaki
çalışmalarımı hatırlatan bir projeydi. Yani, beş müzisyen, bir
stüdyonun içinde beraber çalıyorlar ve öyle kaydediyoruz.
Bugünlerde böyle çalışan az kişi kaldı. Bilgisayarlarla,
synthesizerlarla çalışmak yaygın. Belki bir-iki tane müzisyen
tutuyorlar ama, bilgisayarlarla hazırlanmış aranjmanların üzerine o
kayıtları ilave ediyorlar. Yani mesela tempoda bir gevşeklik,
kasıtlı bir esneme olabilir; bu tür bir şeye müsaade etmiyorlar.
Her şey tam olacak. Bilgisayar programları kullanarak, detone bir
şarkıcının yanlış notalarını düzeltiyorlar. Norah Jones böyle
değil, gayet tabii, hiçbir şekilde böyle bilgisayarlarla uğraşmak
olmadan, detone olmadan, 70’li yıllardaki gibi mikrofonun karşısına
geçiyor ve şarkıyı gayet güzel söylüyor. Tabii biliyorsun, Aretha
Franklin dahi olsa, bir şarkıyı belki 5-6 kere söylüyor ve onun
içinden en iyilerini seçiyorsunuz. Bunlar anlaşılan şeyler. Yani
“bir kere söyledi, yaptı” diye bir şey yok, prodüksiyon diye bir
şey var. En çok saydığımız hanım Aretha bile “şu birinci kısmı
üçüncü vocal kaydından al, gerisini dördüncü kayıttan al” gibi bir
derleme yapmak istiyor. Biz genelde böyle çalışıyoruz. Ama
bilgisayarla Aretha’yı düzeltmek diye bir şey yok. Kadın şaheser!
Bu daha ziyade yakışıklı erkek, ya da seksi, güzel, genç hanım
şarkıcılar için, doğru düzgün icrayı pek beceremediklerinden,
prodüktörlerin seçtiği bir yöntem. İsim vermeyeceğim, ama bugünkü
durumda birçok insan böyle şarkı söylüyor, maalesef.
Norah Jones ve Arif Mardin (2003)
C.S.: Raul Midon Joe’s Pub’da (New York’un
kabare ve şarkıcı / şarkı yazarı performanslarıyla bilinen, önde
gelen gece kulüplerinden) solo çalıyor. Sahne performansıyla ilgili
ne düşünüyorsunuz?
A.M.: Tek başına çalması avantaj. Eşlik edecek,
armoni seslendirecek insanlarla uğraşmaya gerek kalmıyor; kendi
başına, kendi gitariyla büyülüyor insanları. Zaten Joe ile
yaptığımız prodüksiyon da öyle. Bir canlı yayın gibi yaklaştık,
mesela yalnızca bir kontrbas ve bir adet perküsyon ile büyüttük
durumu. Büyük yaylı ya da nefesli sazlar ilave etmedik.
C.S.: 70’lerden, Aretha Franklin’den
bahsederken, Atlantic Records’un harika yıllarından da söz
ediyoruz. Sizin Jerry Wexler, Tom Dowd gibi isimlerle ekip halinde
çalıştığınız, karmaşık, ama çok verimli, her şeyin bir arada
döndüğü bir çalışma ortamı bugün de karşınıza çıkıyor mu?
A.M.: İşte Norah Jones’la oluyor, ama
bilmiyorum kim böyle eskisi gibi çalışıyor… Bugünkü genç
prodüktörler, bilhassa Hip Hop türünün mirasçıları diyeyim, daha
ziyade bilgisayarda hazırlanmış dans tempolarını tercih ediyorlar.
Normal bir davulcu ile çalışmak akıllarına gelmez. Onun için
prodüktörün rolü çok değişti: Birincisi hata düzeltmek, ikincisi
dans müziği ortamı yaratmak.
C.S.: Haliyle de siz her zaman “eski ekol”,
müzikal bir prodüktör olarak bilindiniz.
A.M.: Evet.
C.S.: Plak şirketlerinin patronları,
yöneticileri için neler söyleyebilirsiniz?
A.M.: Benim zamanımda, yani 70’lerden 80’lere
uzanan yıllarda müzikten anlayan, müziği seven insanlardı. Yani,
ilk başlarda Ahmet ve Nesuhi Ertegün, Jerry Wexler, Motown’da Barry
Gordy ve daha birçoğu gibiler; sonra Clive Davis, ki herkes Clive
Davis için “çok fazla şirket adamıdır” der, ama Clive Davis
bestenin, şarkının kıymetini çok iyi bilir. Bakın Rod Stewart’i
tekrar diriltti. Amerikan Standartları dediğimiz, Cole
Porter, Irving Berlin, Jerome Kerr gibilerinin ölmeyen şarkılarını
tekrar söyletti. Birinci, ikinci, üçüncü albümler çıktı ve hepsi
platinum oldu (1 milyonun üzerinde satış sayıları). Bu
enteresan bir pazarlama anlayışıdır. Alicia Keys’i yarattı. Fakat
bugünlerde artık pek böyle bir şey görmüyoruz. Hepsi ya avukat ya
da muhasebeci olarak çıkıyorlar ortaya.
C.S.: Zaten bugün A&R (Artist
& Repertoire – Sanatçı ve Repertuvar) adlı müzik endüstrisinin
yaratıcı kolu da artık avukatların ve menajerlerin şirket
patronlarıyla olan ilişkilerine endeksli; yetenek ve şarkıya olduğu
kadar ticari ve sair ilişkilerin tahakkümünde seyrediyor.
A.M.: Evet. A&R departmanlarında çalışan
kişiler, şirketlerde sanatçı ve eserlerden mesul olan kişilerdir.
Daha ziyade gençtirler, her akşam kulüplere giderler, yeni sanatçı
keşfederler, ertesi gün şirkete gelirler “şunu dinledim, çok
iyiydi, tekrar seyredelim, belki bizim için uygundur” derler.
Eskiden böyleydi. Sanatçıyla şirket arasında anlaşmayı sağlarlar,
bir bütçe ile sanatçıya “git şan dersi al, dans dersi al” derler,
onun finansmanını yönetir, bir sanatçı yaratırlar. Motown’da birçok
sanatçı bu şekilde yetiştirildi. Fakat bugün öyle bir şey pek yok.
Hazır istiyor şirketler. Hatta bu A&R insanları, “benim için
ses önemli değil, hayatında bir skandal var mı?” diye soruyorlar.
Yani gazetelerde bir şeyler yazarsa pazarlamak daha kolay olur gibi
bir düşünce.
C.S.: Manhattan Records (Arif Mardin’in Ian
Ralfini ile kurduğu butik bir plak şirketi) ve Bruce Lundvall
(Manhattan Records’u bünyesinde bulunduran EMI/Blue Note Records’un
patronu) ile ilgili neler söylemek istersiniz?
A.M.: İşte Bruce Lundvall eski ekolun son
temsilcilerinden. Norah Jones bir gün ofisine geliyor, üç parça
dinliyor, ikisi canlı ve piyanoyla, bir tanesi CD’den… Hemen
“kendine bir avukat bul kızım, ben senle anlaşma imzalayacağım”
diyor. Bitti; üç şarkıyla!
Billboard Dergisi Arif Mardin Özel Sayısının Kapağı (4
Haziran 1994)
C.S.: İlhan Mimaroğlu ile beraber
çalışmalarınız hakkında neler anlatabilirsiniz?
A.M.: Biliyorsun benim ilk aşkım cazdır.
Journey adlı bir albümüm vardı, oradaki bir bestem için
“bu İlhan için enteresan bir durum olabilir” diye düşündüm. Gayet
modern bir besteci olan İlhan, o bestenin arka planına gayet acayip
ve çok güzel bir atmosfer yarattı. Şaheser… Sonra da beraber
çalıştık. İlhan çok esprili bir insandır. Bilhassa, Türkçe argo
sözleri, yer isimlerini ve deyişleri tercüme ederek epey eğleniriz.
Mesela Sarıyer’e “Yellowplace” ya da “On What Mountain Did A Wolf
Die?” (Hangi Dağda Kurt öldü?) gibi.
C.S.: Türkiye’deki müzik sektörü için ne
düşünüyorsunuz? Bir yandan biraz yozlaşma, malzeme azlığı söz
konusu gibi. Artık ikonlaşmış belli sanatçılar var, belli şarkıları
söylüyorlar ve onlar dinleniyor. Bunlar temelde icra bazlı
(şarkıcının o eserin söz yazarı ve/veya bestecisi olmadığı,
yalnızca seslendirdiği durumlar). Bir yandan da yeni şeyler yapmaya
uğraşan, sayısı az ama oldukça yaratıcı ve özgün, kendi işini yapan
sanatçılar var. Ne tarafa doğru yoğunlaşacak sizce?
A.M.: Türkiye’ye uzun zamandır gitmiyorum ama
gördüğüm kadarıyla büyük bir devrim var. Yani müziğin prodüksiyon
kalitesi Avrupa, Amerika standartlarından aşağı kalmıyor. Gayet
güzel yapılmış çalışmalar var. Ancak işin profesyonel ve ticari
kısmında bazı zaaflar var anladığım kadarıyla. Türkiye’de bu
sektörde çalışan bir arkadaşım “gel bize biraz ders ver, kimse
bütçe yapmayı bilmiyor; giriyorlar, sürekli para sarf edip
çıkıyorlar, öngörü yoksunluğu var” diyor. Bilemiyorum öyle mi, onun
bana söylediğinden bahsediyorum. Ama örneğin yakınlarda beni
etkileyen, Türk gruplarıyla üç gecelik New York Türk Caz Festivali
yapıldı. Bir gece Nesuhi Ertegün içindi. Ahmet Ertegün ve ben
konuştuk. Gelen gruplar şaheserdiler, çok çok güzel müzik
yapıyorlardı. Ve ben 50’li yılları düşündüğümde, o zamanlar
İstanbul’da en fazla 5-6 caz delisi müzisyen vardı. Onlar bir araya
gelir, plak dinlerler, kendi aletlerine göre deşifre eder, sonra
çıkıp çalarlardı. Ben o zaman daha 17-18 yaşındaydım, yani onların
çömeziydim. Bahsettiğim o üç gecedeyse belki 200 müzisyen vardı,
hepsi de şaheser. O bakımdan büyük bir ilerleme, aşama
görüyorum.
C.S.: Endüstri de plak, kaset ve CD
satışlarıyla kendini çekip çevirebilse, daha da fazlasını göreceğiz
herhalde bunun.
A.M.: Evet, ama bir şey daha var. Amerika’da
caz o kadar az plak satıyor ki…Pop, Hip Hop, R&B türleri çok
satıyor. Ama bir caz plağı 50 bin adet satarsa başarı sayılıyor.
Halbuki 50 bin satan bir pop plağı başarısız sayılıp kenara
atılıyor.
C.S.: Geçen gün 2004’ün en çok kazanan
müzisyenlerini okudum bir yerde, aralarında Elton John, Rod
Stewart, Madonna gibi çok da fazla gündemde olmayan ama köklü
isimler var. Halbuki akla ilk sıralarda Britney Spears gelir
mesela.
A.M.: Çünkü canlı konserleri var. Britney
Spears konserine giden insan, canlı şarkı mı dinliyor, arkada bant
mı çalıyor bilemiyor. Zaten daha yeni Grammy’lerde aldığı bir dans
ödülüyle ilgili “ben çok dans ediyorum, nefessiz kalıyorum bazen,
onun için arkada bant çalıyor” diyor. Peki, anladım, bunu 1930’lu
yıllarda Fred Astaire de filmlerde şarkı söylerken yaparmış. Ama
Fred Astaire şarkı söylemesini bilen bir insan. Ona bir yardım
olsun diye playback kullanıyorlar ki adam Step yapsın. Oturup da
arkasından sesini kimse bilgisayarla değiştirmiyor,
düzeltmiyor.
C.S.: Müzikten
biraz uzaklaşıp, New York’tan bahsedelim. Amerika’ya çok erken bir
yaşta geldiniz, önce Boston’da Berklee College of Music’e gittiniz,
sonra burada buldunuz kendinizi, New York ve Atlantic macerası
başladı. Bu şehre yakınlığınız nedir, New York ne ifade ediyor
sizin için?
A.M.: 1957’de Latife ile evlendim ve 1958’de
Boston’a geldim. O zaman Quincy Jones’un bir bursunu kazanmıştım. O
da çok enteresandır. 1956 yılında Dizzy Gillespie’nin caz
orkestrası Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın turnesiyle Türkiye’ye
geldi ve Türkiye’nin birkaç şehrinde konser verdi. Tabii ben her
akşam oraya gidiyorum, her akşam konserlerden sonra müzisyenlerle
konuşuyoruz… Quincy ile arkadaş olduk, aynı yaştayız. Dizzy de çok
babacan, çok iyi bir insandı. Hilton Oteli’nde bir provada
birdenbire onlara verdiğim bir şarkımı çalmaya başladılar, neye
uğradığımı şaşırdım. Dizzy Gillespie de bana “bunu böyle yap
evladım” gibilerden bir ders verdi. Sonra Quincy Jones’a yazdığım
ve orkestrasyonunu yaptığım tüm parçalarımı yolladım. Amerika’nın
Sesi kaydı finanse etti. O zaman demir perde arkasına
Amerika’nın Sesi (Voice of America) radyosu yayın yapıyor,
“işte gördünüz mü, caz bütün milletleri bir araya getirir”
gibilerden… Rusya’ya karşı. Benim parçalar da bir Türk bestecisi
olarak yayınlanıyor. Bu arada, Quincy onları Berklee
konservatuarına yolluyor. Sonra hemen bana burs verdiler. Çünkü
kayıtlarda çalanlar, o zamanlar New York’un “A Takımı”
müzisyenleri: Phil Woods, Hank Jones, Art Farmer… Hatta bana kaydı
yolladılar, “bu parçaları ben mi yazdım?” diye düşündüm. Çünkü ben
hayatımda böyle icra görmemiştim, olağanüstüydü. İşte böyle başladı
macera.
Dizzy Gillespie, Arif Mardin, Chaka Khan
C.S.: Amerika’ya geldikten sonra neler
oldu?
A.M.: Sonra Boston’a gittim, dört senelik okulu
iki senede bitirdim ve orada öğretmen oldum. Oradaki orkestralara
müzik yazıyorum, ders veriyorum… Latife dedi ki: “Sen bunu mu
yapmak istiyorsun, yoksa New York’a gidip çok daha zor ama
heyecanlı şeyleri denemek mi?” Düşündüm, “hakkın var” dedim, New
York’a döndük. Ben çalışmıyorum, oraya buraya gidiyorum,
parçalarımı gösteriyorum müzisyenlere… Latife Birleşmiş
Milletler’de iş buldu. Dedi ki “benim en mutlu yılımdı, çünkü bir
kadın olarak ben sana bakıyordum”. Bir yıl sonra Nesuhi Ertegün’den
bir haber geldi. Benim beste ve aranjman yaptığımı biliyordu çünkü
beni takip etmişti. Bana çok yardımı oldu, söylemezdi de bunu, çok
ince bir insandı. Beni Atlantic Records şirketine asistan olarak
aldı. En aşağıdan başladım, yavaş yavaş yukarı doğru çıktım. İşte o
arada prodüksiyonların içine karıştım. Young Rascals ile çalıştık.
Rascals’ın 1 numara olan bir parçasına benim ismim karıştı,
“şimdilik cazı bir kenara bırakıyor ve pop müziğe yöneliyorum”
dedim kendi kendime. Atlantic’de devam ettim. Aretha Franklin’e
yaylı sazlar, nefesli sazlar derken, aranjör, prodüktör şeklinde
ilerledim. 2002’ye kadar Atlantic’te çok mesuttum, sonraki birkaç
sene hariç. Lüzumsuz birtakım gençler idare ediyordu, onlarla pek
anlaşamadım.
C.S.: Benim de Atlantic’te denk geldiğim
zamanlar onlar oldu maalesef.
A.M.: Evet. Sonra EMI’a geçtiğim zaman, Bruce
Lundvall ile “hah!” dedim, “1960’lı yılların Atlantic’ine tekrar
girdim”. Çünkü herkes müzik seviyor şirkette. Odalardan müzik
geliyor, gidiyorum, “bu kimdir, ne çalıyorsunuz” diye soruyorum.
Herkes birbirinin yaptığını merak ediyor. New York’a geri dönecek
olursak, New York’da caz vardı. 1960’lı yıllarda Harlem’e giderdim,
Dizzy Gillespie’ye giderdim. O zamanlar Birdland vardı, birtakım
caz kulüpleri vardı. Belki o zamanlar New York benim için çok daha
heyecanlı, daha ilginç bir şehirdi. Şimdi tabii yaş icabı her gece
bir yere çıkmıyorum. Eşim “hep bir yere giderdik biz seninle,
n’oldu?” diyor. Üşeniyorum, televizyon seyrediyorum.
C.S.: Dün akşam Grammyler vardı. Ne düşündünüz
törenle ilgili?
A.M.: Grammyler’in prodüksiyonu çok çok güzel,
çok kuvvetli. Açılışta 3-4 sanatçı ve grup bir araya geliyor,
birbirlerinin şarkılarını söylüyorlar. Danslar var. Şöyle söyleyim;
prodüksiyon, ödül kazanan insanların müziğinden çok daha iyi. Ben
yaşlandım, Hip Hop gibi şeylere fazla tahammül edemiyorum. Ama Ray
Charles hakkında yaptıkları bölümde Jamie Foxx çıktı, pekâlâ şarkı
söylüyor; Alicia Keys o gayet terbiyeli ve utangaç haliyle tepelere
fırladı, gayet güzel söyledi. Yani bu akşamlarda enteresan bir
şeyler görüyorsunuz. Geçen sene mesela, ben seyretmedim, eşim
seyretmiş, Beyonce, ki genelde Hip Hop ve R&B söyler, fazla
yukarılara çıkmaz, birisiyle düet yaparken birdenbire çıkıp bir
varyasyon yapıyor, yapmasını biliyor. Fakat stüdyoda, plak satmaz
endişesiyle gayet küçük, düz melodiler söylüyor, öyle plak
satacağını düşünüyorlar. Halbuki aslında güçlü sanatçılar bunlar.
Kanye West’in Gospel performansında kendinizi Güney’de bir kilisede
zannedersiniz. Şapkalı hanımlar, ellerinde yelpazelerle, rahibin
(Kanye West) söylediği şarkıdan etkileniyorlar, yelpazeleniyorlar…
Böyle film seti gibi bir şey yaratılmış. Çok çok güzeldi. Sonra
James Brown çıktı, “Soul’un Babası” (Godfather of Soul) derler ona,
bir takım ayak numaraları yaptı, çok ilginçti. Sonra Janis Joplin
hakkında küçük bir kısım vardı, Melissa Etheridge şaheser söyledi.
Bu bakımdan, prodüksiyon olarak çok güzel bir törendi, ama ödül
alanların şarkılarını bilemiyorum.
Aretha Franklin, Donny Hathaway, Arif
Mardin
C.S.: Sizin kariyeriniz düşünüldüğü zaman daha
ziyade kadın şarkıcıların prodüktörü olduğunuz algısı var, halbuki
Bee Gees, Average White Band, Young Rascals gibi erkek vokalisti
olan gruplarla, bir de Donny Hathaway, Stevie Wonder, şimdi de Raul
Midon gibi solo erkek vokalistlerle çalıştınız. Bunla ilgili neler
demek istersiniz?
A.M.: Eşim de aynı suali sorar, “niye hep
kadınlarla çalışıyorsun?” derdi. Ben İngiliz High School’a gittim
İstanbul’da, onun için Average White Band, Bee Gees gibi
Anglo-Sakson gruplarla çok daha rahat çalışırdım. Ama Donny
Hathaway’le çalışmak şaheserdi. Çünkü dahi bir insandı. En ilginç
tarafı, “Arif, şu parçayı da sen aranje et, sana çok güvenim var”
derdi. Oysa kendisi çok iyi bir aranjördü. Ama kendi albümünde bana
da böyle bir-iki parça verirdi. Ve Song For You o şekilde
ortaya çıktı. Benim en çok iftihar ettiğim aranjmanlarımdan
biridir. Küçük bir yaylı grubu, zannederim bir quartet,
bir de pek ender kullanılan bir alet olan bas flüt, ve Donny’nin o
şaheser sesi… O aranjman benim için çok önemlidir.
C.S.: Harika… Şu anda özellikle çalışmak
istediğiniz, ya da isteyeceğiniz, daha önce birlikte çalışmadığınız
birisi var mı?
A.M.: Eskiden vardı. Mesela Chrissie Hynde’la
(The Pretenders) çalışmak isterdim. Fakat şimdi artık hayatımın
öyle bir evresine geldim ki, böyle Raul Midon gibi genç ve üstün
yetenekli bir insan bulmak ve onunla çalışmak benim için çok daha
önemli.
C.S.: Bir otobiyografi yazmaya
başladınız. O ne safhada şu anda?
A.M.: Epey ilerlettim fakat sonra
EMI/Manhattan’daki görevlerimden dolayı biraz durdu. Şimdi tekrar
başlıyorum yazmaya.
C.S.: Türkiye’de çok ilgi göreceğini
düşünüyorum böyle bir kitabın. Çünkü bu mahiyette çok fazla eser
yok.
A.M.: Altı bölüm yazdım ve dedikodu yok.
Yalnızca müzik ve komik şeyler var. O kitapta benim İstanbul’daki
gençliğim var. İstanbul’a gittiğim zaman gençler bana “nereye,
hangi lokantaya giderdiniz, neresi meşhurdu?” diye soruyorlar.
Kitapta bunları anlatıyorum. Şimdiki o rezalet beton yığını,
zamanının o güzelim Park Otel’inde her akşam arkadaşlarla
buluşulur, orada içkiler içilir, oradan nereye gidilecekse
gidilirdi. Mesela boğaza balık-rakıya mı gidilecek? Önce Park
Otel’in güzel terasında İstanbul limanı seyredilir, aperatif
alınırdı.
C.S.: Peki, buradan sonra neler olur müzikte?
Anlattıklarınıza bir şey eklemek ister misiniz?
A.M.: Şöyle söyleyim: İnsanların müzik anlayışı
çok değişti. Trafikte bazen kırmızı ışıkta takılıyorsunuz,
yanınızda kocaman bir kamyonet var. İçinden bir gürültü geliyor.
Bir bas davul “bum-bum-bum” diye inliyor. Adam bir kere onu sonuna
kadar açmış, o gürültünün içinde araba kullanıyor. Melodiden
yoksun, acayip bir şey. Bu müzik anlayışını ben anlayamıyorum. Bu
bakımdan, bir bu insanların müzik anlayışı var, bir de bizim
bildiğimiz “normal” insanların politika anlayışı var. Şimdi bakın,
hepsi gittiler Bush’a rey verdiler. Çünkü tarih okumuyorlar veya
unutuyorlar, coğrafya okumuyorlar veya unutuyorlar. Okullardaki
eğitim sistemi bence Amerika’da çok zayıf. Hele Amerika’nın
ortalarında adeta dinle karışık bazı anlayışlar sürülüyor
insanların önüne. Bu bakımdan, Amerika’nın yalnız müzik anlayışını
değil, siyaset anlayışını da pek iyi bulamıyorum. Öyle ki, geçen
gün CNN’de gördüm, bir kadın, 11 yaşında bir kızın annesi, kendi
hayat sürecinde İsa’nın geri geleceğine inandığını söylüyor ve
“İsa’ya inanmazsanız hepiniz cehenneme gideceksiniz” diyordu.
Bunlar Bush’a rey verenler. Bir başka örnek: Bundan evvelki adalet
bakanı John Ashcroft, Adalet Bakanlığı binası önündeki eski Roma ve
Yunan etkisi altındaki kadın adalet heykelini fazla müstehcen bulup
üstüne kumaş koydurdu. Condoleeza Rice, “İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra Yunanistan ve Türkiye’de iç savaş çıktı” dedi; geçen gün New
York Times’da yazıyordu. Evet, Yunanistan’da oldu, ama Türkiye’de
hiç öyle bir şey olmadı. Bu kadın tarih bilmiyor ve Amerika’nın
Dışişleri Bakanı. New York Times’a mektup yazmayı düşündüm, sonra
vazgeçtim, belki telefonum dinlenmeye başlanır diye.