Şu aralar kafamı kurcalayan bir soru üzerinde beraber düşünmeye davet olarak okuyun bu yazıyı sevgili Gazete Duvar okurları. Soru, önce Birikim’de Levent Köker’in yeni rejim meselesini irdelediği yazısını, ardından da Ümit Kıvanç’ın Köker’in yazısına dair Gazete Duvar’daki köşesinde yaptığı değerlendirmeyi okuduktan sonra aklımı meşgul eder oldu. Aslında daha önce pek çok farklı meseleyle ilgili olarak, özellikle de ideoloji üzerine okuyup yazarken bu soruyu kendime sormuşluğum vardı. Ancak şimdi Türkiye’nin şu akıllara durgunluk veren gidişatını, bunun nedenlerini, dinamiklerini anlamaya çalışırken eskisinden daha yakıcı bir mesele oldu bu benim için. Bir olguyu anlamak için ille de ona bir ad vermek gerekir mi? Ad vermek, açıklamanın ne ölçüde parçasıdır? Bir adın açıklama arayanı genellikle “nedir?” sorusuna göndermesinin, ne olduğu sorulan olgusal gerçekliğe nüfuz edebilme sorununu derinleştirdiği iddia edilebilir mi? Bu ardı ardına sıraladığım soruları, somut örneklerle anlaşılabilir kılmaya çalışacağım. Örneklerim Türkiye’deki “yeni rejim” tartışmalarından olacak. Yazı boyunca umarım, kavramların işe koşulmasına aitmiş gibi görünen, dolayısıyla da belki sadece akademik bir jargonun içinde anlamlı olabileceği ön kabulüyle gündelik tartışmalarımıza dahil edilmeyen, pratiğe dokunamadığı için kendi “sırça köşküne hapsedilmiş” bir kuramsal bakışın sorunu sayılan bu tür soruların pratiğin bizatihi kendisini imlediğini yeterince anlatabilirim.
Önce adın, “nedir?” sorusuyla bağlantılı olduğu sürece, ad vermenin kendisinin bir olgunun kavranabilir sınırlarını çizmek biçimde kavrandığı ölçüde, önümüze nasıl da çetrefilli sorunlar açtığını göstermek istiyorum. Yolumu çizmek için son zamanlarda dünya politik alanında gözlenen yeni (?) oluşumları adlandırmak üzere sıkça tercih edilen bir kavram etrafındaki tartışmalardan hareket edeceğim. Kavramımız popülizm… Trump’tan Putin’e, Macron’dan Orman’a, Osmanlı torunu Boris Johnson’dan, "keşke ecdadım gerçekten Osmanlı hanedanı olsaydı" diye yanıp tutuşan Recep Tayyip Erdoğan’a, dünyada pek çok politik liderin yapıp ettiklerini, politika tercihlerini, “eski”, “alışıldık” politik yapıları dönüştüren uygulamalarını, halkı politikaya dahil ediş tarzlarını, söylemlerini “popülizm” kavramının tanımlama gücüne havale ediyor işin “uzmanları”… Oysa adlandırmada bir sorun var.
Popülizm bir etiketse, bu etiketin altında sınıflandıran o kadar çok olgu vardır ki sonuçta kavram önümüze gerçek bir kördüğüm çıkartıyor. Hani şu İskender’in kılıcına muhtaç olanlardan. Neden? Aralarındaki basit benzerlikleri bir tarafa bırakacak olursak, yukarıda adlarını andığım liderlerin her biri birbirinden farklı tarihsel koşulların ürünü halklara sesleniyorlar, benzerlikleriyle değil ancak toplumsal benzemezlikleriyle betimleyebileceğimiz ülkelerde politika yapıyorlar. Politik bir hareket ve bu hareketin ideolojisi olarak popülizm, bu ülkelerin hiçbirinde “aynılık” üzerinden tanımlanabilir, böylece evrenselleştirilebilir bir form taşımıyor. Hiçbir örnek, kendi özgüllüğünden çıkartılıp ortaklıklar temelinde indirgenemiyor, betimlenemiyor. Oysa adla düşünmek, etiketten açıklama devşirmeye çabalamak ister istemez böylesi bir indirgemeyi tek seçeneğe dönüştürüyor. O nedenle olsa gerek, popülizmi tanımlamak için tarihselliğini yok ederek tarihten örnekleri, özgüllüklerini yok ederek bir benzerine atıfla evrenselleştirilen olguları adın altına sığdırma çabalarıyla malul bir akademik literatür var. Her tanımlama çabası kavramla olgu arasındaki bağı biraz daha zayıflatmış görünüyor.
Bu durumun nasıl önemli bir sorun oluşturduğunu tartışan da pek çok kaynak var. Meraklısına bunlardan birkaçını sayayım. Örneğin, Margaret Canovan 1981 tarihli eskimeyen çalışmasında (Margaret Canovan, Populism, Londra, Junction Books, 1981) popülizmin içerdiği olgusal çoğulluğa vurgu yapan bir sınıflandırma denemesi yapıyor. Canovan’ın aynı konuda yazılmış, bu eserinden daha yeni çalışmaları da var. 2005 yılında çıkmış olan The People (Halk) kitabı örneğin. Son birkaç yıldır popülizm başlıklı çok sayıda eser Türkçeye de çevrildi. Kitapçıların raflarında hızlı bir araştırma ile bunlara erişmeniz mümkün.
Benim popülizm çalışmalarına kuramsal katkısıyla önemli bulduğum bir başka kaynak, Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı çalışması. Laclau, popülizm kavramının derin belirsizliğine işaret ederek literatürün yaygın biçimde takip ettiği betimleyici yaklaşımın hareket ile ideoloji arasındaki bağı göz ardı ettiğini iddia ediyor. Popülizmi “nedir” sorusunun peşinde betimlemeye çalışan kuramcıların ister istemez bir olguyu popülizm olarak adlandırabilmenin olanağını verdiğini düşündükleri ideolojik içeriklere yoğunlaştıklarını, bunun ise bu içerikleri üreten politik mantığı dikkate almamak anlamına geldiğini saptıyor. Oysa mesele, belki de ilk “nedir” sorusundan, adın imlediği toplumsal içeriği arama indirgemeciliğinden uzaklaştıkça çözülebilecektir. Nedir sorusundan, kavramın hangi toplumsal gerçekliğe uyduğu sorusuna, oradan da kavramın ifade ettiği toplumsal gerçekliğin ya da durumun ne olduğu sorusuna doğallıkla geçilmesini sağlayan betimleyici tavır, Laclau’nun ifadesiyle, neden bazı politik hedeflerin yalnızca popülist araçlarla ifade edilebildiği sorusunu hiç sormamaktadır. Kısacası, kuramcının açmazı, popülist formların dayandıkları toplumsal rasyonelliği sorgulamak yerine popülist-toplumsal içeriklere odaklanmayı tercih etmesindedir. Bu tercih sonucu kendisini giderek derinleşen bir kavramsal belirsizlikle boğuşurken bulması kaçınılmazdır.
Bütün bunları aslında şunu ifade edebilmek için yazdım: Bir süredir Türkiye’de bir eski rejim/ yeni rejim karşılaştırması yapılıyor. Bu karşılaştırma, hem akademik bir çerçeve içinden hem de politikacıların günlük politik faaliyetlerinin bir parçası olarak bıktırıcı biçimde tekrarlanan kimi tespitlere yaslanıyor. Mesele, her iki cenah için de ad vermek, rejimin adını koymak biçimini almış durumda. Ne diyelim, ortaya çıkmakta olanı nasıl betimleyelim? Hangi özelliklere sahip ki bu yeni oluşan, ona verdiğimiz adı hak etsin? Bu çabayı küçümsemiyorum. Öğretici bulduğumu söylemeliyim. Ancak bu tarz bir “adını koyma”, böylece “açıklama” çabasının politik açıdan önümüzü tıkadığını da düşünüyorum. Nedeni şu: Yaptığımız sürekli bir adın hakkını verecek, ona tamamıyla uyan özellikleri aramak… Hak ihlalleri mi var, bunlar çok mu arttı? O halde burada otoriterlik buluyoruz. Erkler arasında demokrasilerde olması gereken ayrışma, birbirini frenleme ve dengeleme mekanizmaları ortadan mı kalktı, o zaman şu… Şu varsa bu, bu varsa şu… Adlar, adlar, adlar… Yitirilen özellikler, yeni gelenler, başka bir yerde görülmemiş unsurlar… Peki ama bütün bunlar, hadi bir akademik çalışma açısından analitik bir keskinlikle ortaya konulduğunda anlamlı diyelim, ki bundan da o kadar emin olmadığımı belirtmeliyim çünkü bir akademisyenin politikadan bahsederken bile akademik dilin sağladığı dokunulmazlığa sığınarak politik bir dil inşa edememesinin sorunlu olduğu, bu korunaklı alanların sonuç olarak kuramı, düşünceyi pratikten bütünüyle kopartarak düşünme edimini bedeninden, tarihselliğinden, toplumsallığından, politikliğinden bütünüyle soyutlanmış mutlak bir zihne özgü kıldığı kanısındayım, ya politikacılara, gazetecilere, biz sıradan muhalif vatandaşa ne demeli? Televizyon kanallarında biteviye yeni rejimin daha keskin, daha acıtıcı, daha gözümüze gözümüze sokulan tariflerini üretebilmek için birbirleriyle yarışan yorumcuları, politikacıları, gazetecileri, akademisyenleri izlemekten usanmadınız mı? Ben usandım. Yeniyi tarif edeceğiz derken politik faaliyeti ıskalayan muhalefetin beceriksizliklerinden bıktım. Yeniyi eskiyle karşılaştırarak anlamaya çalışırken eski rejime dair gerçekliği tartışılır güzellemeler yapan, kısacası nostaljik takılan muhalif liderlerden sıkıldım. Herhangi bir politik eylemlilik önermeyen, politik olanağı tamamıyla yok eden, baskının giderek genişlemesini durdurabilecek politik seçenekler üretmekten aciz, yaptığı yalnızca otoriterliğin varlığını saptamaktan ibaret sözde muhalefet anlayışından gına geldi. Bıçak kemiğe dayandığında, “bıçak kemiğe dayandı” sözü anlamını yitirir. O anda bıçağın keskinliğini tarif etmenin kimseye bir yararı yoktur artık. Harekete geçmek gerekir. Bozulmuş olan tamir ister, tarif tamiri geciktiriyorsa yararsızdır. Komşunun borusu patlamış, evi pis su basmış, sular yükselmiş boğazına kadar… Önce boğulmak üzere olanı kurtarmak için işe yarar bir eylemlilik gerekmez mi?
İşte bu rejime ad bulma, yeniyi eskiden ayıran özelliklerini tarifleme peşindeyken muhalefet, kendisini “yeni” diye adlandıran ama dünyanın bilinen bütün baskıcı rejimlerinin bir replikasından başka bir şey olmayan, hayatlarımızı zehir etmeye and içtiklerine giderek daha fazla ikna olduğum bir avuç erkeğin güç tutkusuyla şekillenmiş bu “şey”e dilediğini yapabilmesi için alan açıyor. Bu “şey”, her gün yeni bir darbe vuruyor. Sanki “400 Darbe” filminin binbir versiyonu yeniden ve yeniden çekiliyor bu ülkede. Buna karşılık muhalefet, “muhalif” adlandırmasının içini boşaltmakla öyle meşgul ki gözü başka bir şey göremiyor. Meşru bir politik partinin, HDP’nin her faaliyetinin, başta Kürtlerin, sonra da bu politik parti içinde temsil olanağı bulan farklı toplulukların, farklı kimliklerin dillerinden, taleplerinden, umutlarından, kök saldıkları mekanlardan, yaşama hakkından yoksun bırakılmasına doğru tehlikeli bir yolda yasadışı kılınmasına, suçla ilişkilendirilmesine, bunun sonuçlarına, işkence ve tutuklamalara cılız birkaç itiraz nidası dışında ses çıkaramayan, bunun durdurulabilmesi için gereken politik eylemlilikten uzak muhalefet aslında çoktan muhalefet olmaktan vazgeçmiş değil midir?
Bari muhalifmiş gibi yaparak birbirimizi, kendimizi kandırmasak… Ya da mış gibi yapmaktan vazgeçip şöyle sahici bir muhalefet inşa etmeye soyunsak hep birlikte… Fena mı olur?