Aristotélēs’ten Atatürk’e… I

Hak ve özgürlüklerin giderek kısıtlanması, tarih sahnesinde yalnızca dönemsel bir kesinti anlamı taşır; özgürlüklerin baltalanması olumsuza doğru değil, aksine bir sonraki zorunlu uğrak olan gelişme ve ilerlemeye doğru tepkiyi biriktirecek bir etkidir.

Abone ol
.

Gülgün Türkoğlu

#gulguntp gulguntp@yahoo.com

Zamansız varlıktan, varlıksız zamana; oradan varoluşun zamanına; derken zaman-mekân-hareket üçlüsünün birbirinden bağımsız olmadığının gösterildiği günümüze dek zaman, İlkçağ filozoflarının da dahil olduğu hararetli tartışma konularından birisidir.

Aziz Augustinus’un “İtiraflar”ının, XI'inci Kitabı’nda ele alındığı biçimiyle zaman varlık ilişkisi, günümüzün zaman anlayışına öncül bir çalışma olarak görülebilir. İnsan algısından bağımsız bir zaman anlayışının olanaklılığını sorgulayan tanrıbilimci bu filozof, zamanı geçmiş, şimdi ve gelecek olarak ayırarak bilinçle olan ilişkisini ortaya koymuştur: Hatırlamayı geçmiş; umut etmeyi ise gelecek boyutu olarak nitelendirmiştir.

Böylece, psikolojik bir sezgiden sonsuzluk fikrine, diğer bir deyişle zamanın bir ilişkilendirme biçimi olarak ele alınışına uzanan yeni bir kapı aralanmış; giderek, varlığın geleceğe açılan varoluş olması nedeniyle zamanın asıl boyutunun, geleceğe yönelmiş olanaklılık olduğu fikri öne sürülmüştür.

Geleceğe yönelik ihtiyaç, geçmiş ve geleceğin olumsuz birliği olarak şimdide, geçmişte edinilen deneyim filtresinden geçirilmiş olarak bulunur. Bu nedenle, insan varoluşunun zamandan bağımsız olarak ele alınamayacağının bilinci, bir geçmiş ve gelecek varlığı, özgürlük ve zorunluluğun birliği olarak insana, tarihsel bir kimlik vermiştir.

Toplumsal tarih ile öznel tarih, birbirinden ayrılamayan bir bütün olarak, özbilinçli özne tarafından şimdide sentezlenir. Hegel, tinin kendilik bilgisini oluşturma yolunda sarf edilen emeğin bizzat tinin edimsel tarihi olduğunu ileri sürer: Tin kavramı içeride olan bilinçsiz bir güdüdür ve dünya tarihinin işi ise onu bilince çıkarmaktır.

Bu bize bir toplumun oluşturulması kadar sürdürülebilmesi için, bu toplumda yaşayan bireylerin, dikey tarihin özneleri olarak, yatay tarihte katılmalarının ne denli önemli olduğunu gösterir.

O hâlde, bir tarih varlığı olan insanın geleceğe yönelttiği bir duygu durumu olarak umut, kavramsal açıdan ele alındığında öznel bilincin tikel bir belirlenimi olabileceği gibi, yine bireysel bilincin bu sefer tümel bilinç altındaki bir belirlenimi de olabilir. Bu durumda, umut hangi 'ben’in umududur?

Bilinç özbilince doğru evrildikçe, tek tek şeylere yönelmiş öznel istekler de istence doğru evrilir. Böylece, zamana ve olaylara saçılmış ve hatta bir süre sonra unutuluvermiş irili ufaklı umutlar giderek tek bir belirlenim altında toplanmaya başlar ki burada istenci tetikleyen biricik unsur tutkudur.

İstek tümevarım, istenç ise tümdengelimli doğadadır. Bu durumda, özbilince doğru giden aşamalarda mertebelendirme kaçınılmaz olacağı için bir özbilinç varlığı hâline gelmiş insanın umut edebileceği tek bir konunun kaldığından söz edilir. Bunun ne olduğuna yazımın sonuna doğru (yarın) işaret edeceğim. Hazır olmayana umutsuzluk ve huysuzluk; hazır olana ise mutluluk verecek olan bu derinlik, giderek bir mertebelendirme çerçevesinde ele alınacak konunun başında değil sonunda söylenmeli.

* * *

Duyum ve sezgi içeriklerinin yeniden üretilip, düşünce olarak ortaya konulduğu bir bilinç düzeyinin umutlarının istek biçiminde, beslenme; barınma; üreme alanları ile ilintili olması doğaldır, kaçınılmazdır. Yine de kendisini doğa ile belirlenmiş olarak bulduğunda, istencin istenci, dolayımlanarak ussallığa yükseltilmek suretiyle asıl doğasına kavuşmaktır. Bu yönde bir seyir için birey üzerinde baskı yaratır.

Daha gelişmiş bir bilinç tipi olarak, insan olmanın anlamını; insanın evrendeki yerini sorgulamaya başlayan bilincin, umudu dile getirişleri tümel kiptedir. Lâkin, evrensel bireysellikte ilerleyiş, eş deyişle kavramın olgusallaşması, tikel özün kendisini yitirişi olarak hissedeceği zorunlu uğrağa geldiğinde, umut karşıtına dönüşerek umutsuzluk olacaktır. Dolayısı ile, bu tür bilincin istek ve istenç ilişkisi yukarıda tanımlanan bilinç düzeyi ile benzerlikler taşıyacaktır.

O hâlde, tarihte paradigma değişimlerine neden olabilmiş; dünyaya yeni bir yön verebilmiş yüce kişiliklerin tutkuları olarak beliren umutlarının kaynağı farklı mıdır? Yukarıda değinilen umutsuzluk eşiği nasıl aşılmıştır?

Benzer bir biçimde, kendisi dönüştüğünde, dünyanın onunla dönüştüğü bir süreci tamamlayan; nesnel ve öznel istencin kendisinde bütünüyle barışık olduğu tutkulu bir insan neyi, nasıl ve niçin umut etmiştir?

Varlığını tözsel tine bir araç olarak sunabilecek denli cesur, içkin ussal özün kendisini gerçekleştirmesini sağlayabilmesi için tikel belirlenimlerinden kolaylıkla ferâgat edebilen; bir Medius terminus olabilen bu tür insanlar kimlerdir?

***

Günümüzde kitlelerin ekonomik, sosyo-kültürel, politik açılardan yönetilmeleri ve yönlendirilmeleri söz konusu olduğunda yukarıda sözü edilen ilk bilinç seviyesi hedeflenmekte ve tutsaklıklarının artırılması yönünde uygun araçlarla işlenmektedir. Bahsi geçen ikinci grup ise genel bir eğilim olarak muhalefet kanadını oluşturur.

Uygulama sahasında vasat ile yetinen bilincin umudu, kalabalıkların siyaseten yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önemli bir araçtır. Bir miting alanına toplanmış milyonların bir şiirle coşturulabilmesi, umut nesnesi olarak vaad edilenin, “şimdi” yerine getirilememiş olmasının, gelecekte yerine getirilemeyeceği anlamına gelmediği savından dayanak alır. Hatta, belki de böyle bir coşkuda umut, umudun özsel olarak barındırdığı saltık olumsallık nedeni ile, gelecekte başarılarak olumsuzlanacak ve dolayısı ile ortadan kaldırılacak olma tehlikesini beraberce ötelemektir.

Kitlelere yön verebilen bu türde bir olgusallık sırtını her zaman, henüz özbilinç olarak kavranmamış olan bireysel bilincin, ne de olsa evrensel tini sezgisel olarak barındırıyor olmasına yaslar: bireyin kendisine örtük kalan yanına.

Burada göz ardı edilmemesi gereken, söz konusu coşkuyu yaratabilen retorik ustasının da benzer bir ıssızlıkta bulunma olasılığıdır. Tikel ve yerel istekler umut edilip, hedeflense de; dile gelen idealar, evrenseller olmakta; böylece denk bir dolayımsızlıkta; her iki taraf için de özne ile dirimsel bir bağ taşımayan yüklemler, bir umut nesnesi olarak retoriğin omurgasını oluşturmaktadır.

Demokratik bir seçimle gelmiş olsa da giderek otokrasi yönünde savrulan yönetimlerin deneyimlendiği toplumlarda, muhalefetin de bir öznesizlik sorunu yaşadığının tahmin edilmesi pek güç olmayacaktır.

Tikel olanı, yerel olanı hedefleyen yönetimler, özgürlük karşıtı olmalarıyla, evrensel değerleri yaşama geçirmek üzere atılım yapan uygar yönetim biçimlerinden ayrılırlar. Tinin tözü özgürlük olsa da, dolaysız olarak verili olmayan “özgürlük anlayışı”nın gelişmesi eğitime bağlıdır. Özgürlük kavramının bu özsel öneminden ötürü, çağdaş, lâik, insan hak ve özgürlüklerinin gözetildiği toplumlarda, öncelikle eğitim yapılandırılır. Karşıt bir girişim de, aynı nedenle eğitim alanında tutucu normların tesisini öncelikle ve özellikle önemseyecektir.

Oysa, “akledebilen” bilir ki: Hak ve özgürlüklerin giderek kısıtlanması, tarih sahnesinde yalnızca dönemsel bir kesinti anlamı taşır; özgürlüklerin baltalanması olumsuza doğru değil, aksine bir sonraki zorunlu uğrak olan gelişme ve ilerlemeye doğru tepkiyi biriktirecek bir etkidir. Akleden, kendi yarattığı etkinin aslında, kendisinin öncülü olan bir başka etkiye verilen bir tepki olduğunu da bilir.

Yazının bu bölümünde konunun teorik arkatasarına değinmiş olduk. Uygulamada, Aristotélēs’ten Atatürk’e kurulacak köprü yarın yayımlanacak olan bölümde ele alınacak.