Arjantin isyanından hemen sonraydı. Sekiz günde beş hükümet yıkılmıştı. Bu hükümetlerden ikisinin başkanı, coşkulu sloganlar ve yürekten gelen binbir küfürle, hükümet binasının tepesinden helikopterle Miami’ye kaçmıştı. Her köşe başında şenlikli gösteriler, mahalle ortalarında neredeyse herkesin katıldığı ateşli tartışmalar, bankadaki paralarını çekemedikleri için, her gün bankaların camını çerçevesini yere indirenler vardı. 5-6 değişik eyalet parası ortada geziniyordu. Biri diğerinden çok farklı değildi çünkü neredeyse hiç birinin değeri kalmamıştı. İsyan günlerinin naif sevinci herkesi sarmıştı. Yoksa bunalım çok daha dehşetli olmalıydı. Ama herkes, en az eskisi kadar yoksul, orta sınıf çok daha yoksul, ama neşeliydiler. Bir şiirle anlatırsam, Gezi isyanın 8. günü ile 11. günü arası gibiydi.
Congreso Meydanı’na iki sokak ötede bir odada kalıyorduk. Arjantinli bir kadın arkadaşın odasıydı. Bir ranza, bir masa ve bir afiş vardı. Topraksızlar afişiydi bu. Masayı onun altına çektik. Kalabalık hissediyorduk. Küçük bir balkonu vardı odanın hemen önünde. Katılmadığımız gösterileri izlemek güzel oluyordu. Önce sola, meydan doğru, hep birlikte akıyorlar, sonra dağınık ve neşeli bira içmeye dönüyorlardı ya da neşelerinden ben öyle tahmin ediyordum. Bazılarının elinde molotov şişeleri, bazılarında pek ortada görünmese de küçük kalibreli silahlar ve hepsinde, birlikte içtkleri mate çayı vardı.
Gösteri olmadığı zamanlar, karşı balkonda, sabah konup akşam kaldırılan leğende, yüzen ufaklığı çekiyordum. Bazen leğene giriyor, bazen dışına çıkıp içine işiyor ve sonra tekrar giriyordu. İşemek için neden dışarı çıktığını bir türlü anlamıyordum. Sanırım suya çarpışından hoşlanıyordu ve zaten boş zamanlarında suya elini vurarak vakit geçiriyordu. Cortazar’ın ‘Sek Sek’ kitabını burada yazdığını düşünüyordum. Karşıdan karşıya uzatılmış tahta iskeleyi gözlerimle iki balkon arasına yerleştiriyordum ve çok sıcaktı hava.
Gece geç saatlerde, bazen sabaha karşı kağıt toplayıcıları geçiyordu. Büyük el arabalarını peşlerinden sürüklüyorlar, günden ne kalmışsa topluyorlardı. Bira kutuları, kalın afişler, temiz ve yeni beze kırmızı ile yazılmış ve nedense sokakta kalmış bir pankart ve özellikle de pizza kutuları. Bu kutuları atanlardan biri de bizdik. Çok ucuz bir pizzacıdan sık sık alıyorduk ve bu kadar çok topladıklarına göre esas para eden kutusu olmalıydı. Kalın ekmeği üzerine ısıtılarak bulaştırılan bir peynir, üstüne renk vermek için konulmuş domates salça sosundan ibaretti. Yanında bira ile güzel gidiyordu. Cezaevinde her yemeğe kekik ve kırmızı biber koyduğumuz gibi burada her yemeğin yanına bira koyuyorduk. Her şeyi yenilebilir yapıyordu. Şarapta koyabilirdik ama nedense bana bu çok burjuvaca geliyordu. Karşı çıktığım ya da şarap pahalı olduğu için değil ama belki plastik bardaklara yakıştıramadığım için ben çok burjuvaydım.
Kağıt toplayıclarıdan bir tanesi her gün tam balkonun altındaki çöpün orada mola veriyordu. Bizimkinden daha pahalı olduğunu düşündüğüm bir yemek çıkartıyordu çantasından. Bazen bir sandeviç bazen bir empanada- bir börek, çıkartıp itinayla yiyordu. Her seferinde de cebinden çıkardığı katlı bir gazeteyi okuyordu yemek yerken. Klasik paranoyamıza göre polis olmalıydı. Bir kere Taksim’de, kendi simit tablasındaki simitleri, onar onar desteler haline getirip bahçe duvarının üstünden bahçeye atan bir simitçi olayı duymuştum. Kardeşim anlatmıştı. Polistir demiştim. ‘Adam simitleri eline alıp, on tanesini yanyana dizip, birkaç kere ince bir akordeon gibi kapatıp açarken, sağa sola bakıyor ve arkaya atıyordu’ diye anlatmıştı… Polistir demiştik.
Bir gece kağıt toplayıcısının yanına indim. İki üç gündür biriktirdiğim pizza kutularını verdim. Yukarda oturduğumu söyleyip, balkonu gösterdim. Hiç yukarı bakmadı, elindeki pizza kutularını sıkıştırıyordu. Belgesel film yaptığımı söyledim. Gene aldırmadı. Bir pizza kutusu kadar değerim yok diye düşündüm. ‘Film çekmek istiyorum’ dedim. ‘Kamerayı el arabasına bağlasam, yarın gece alsam olur mu?’ diye sordum. Para isteyeceğini düşünüyordum. Buna karşı bira teklif ederim diye planlamıştım. Evde büyük bir marketten yağmalanmış, 10 kasa bira hala bitmemişti ve her bir tanesi litrelik şişelerdi. O ‘Olur’ dedi sadece, son pizza kutusunu sıkıştırdı. Arabanın üstüne bir yere telle bağladık kamerayı. Eğri duruyordu, düşecek gibi ve boynu eğik.
Ya getirmezse dedi kaldığım odanın sahibi Arjantinli arkadaş. Her zaman kötümserdi zaten. Kameram eskiydi ama emektardı. Onu seviyordum. Çok yol yürümüştük birlikte, suya dalmıştık, paraşütle atlamış ve gizlice cezaevine sokmuştuk. Getirmezse üzülürdüm. 60’lık bir kaseti, sıkıştırarak 90 dakika formatında çekiyordum. Kaset parasını pizzaya yatırıyorduk. Yani kamera giderse yerine yenisini alamazdım. Daha çok bira içmekten başka çare kalmazdı.
Bir gece sonra yine geldi. Yine yemeğini itinayla yiyordu. İki pizza kutusu, rüşvetim elimdeydi. Onları bırakıp el arabasına gittim. Bir bisiklet tekeri ve ortasında koca bir yırtık olan futbol topundan başka bir şey yoktu arabada. Kamerayı aldım şarjı bitmişti. Kaset bitmiş görünüyordu. Alıp hızla yukarı şarja koydum. Kaseti başa sardım. Oynatmaya başladım. Arabayı indirince tam baş hizasına geliyordu kamera. Başının arkası görünüyordu. O kadar yakındı ki başı bilmesen sadece saç yürüyor zannederdin. Arada bir yere iniyordu kamera, sonra üstünden bir karton geçiyordu, sonra bir karton geçiyordu, sonra bir karton geçiyordu, sonra bir karton geçiyordu, sonra bir karton…