Hayatta birkaç kez, birkaç erkekle aynı programa konuk olmuş bir kadının şu durumu yaşamamış olma ihtimali yok denecek kadar az: Konunuza iyi çalışmış, çerçevenizi çizmişsinizdir. Size ayrılan kısıtlı süre içinde ilgi ve bilgi alanlarınız içinde kalmaya özen gösterir, diğer konuklardan değil, kendinizden bile rol çalmamaya gayret edersiniz. Her biri alanında muhakkak çok değerli uzmanlar olan erkek konuklar, sözü bir aldı mı bırakmak bilmez. Sabırlı bir bekleyişin sonunda söz size geldiğinde önce sizin can kulağıyla dinlediğiniz konukların bu sürenin ilk anlarını bir tür mola gibi kullandıklarını fark edersiniz. Tur dönünce söyleyeceklerini kontrol için notlarını karıştırmaya, masa altından çaktırmadan telefonlarına bakmaya başlarlar. Check-in işlemlerini bitirip ‘konuklama’ için programa döndüklerinde de sözünüzü herhangi bir yerinden, “bakın o aslında şöyle…” diye kesmeleri çok mümkündür. Kadın sözünü çoğunlukla, pembe dizi gibi, neresinden tutsalar yakalayabilecekleri hafiflikte varsayarlar.
Bu zorlu psikolojik atmosferde bir yandan izleğinizi sürdürüp sözünüzü derli toplu tutmaya, bir yandan da zapt edilme girişimlerini savuşturmaya çalışırsınız. Sabırsızlığa sabırsızlıkla karşılık verme, sinirlenme, sesinizi bir tık yükseltme şansınız da yoktur. Tüm bunlar zaten erkin tüm görünmez imkânlarıyla değersizleştirilmeye çalışılan sözünüzü güçsüz kılacak, çocuksulaştıracaktır. Birçok büyük arasında sesini duyurmaya çalışan küçük çocuk gibi, hep defanstasınızdır ama öyle olduğunuzu da belli etmemeniz gerekir. Üstüne, “cadı kadın, ukala, bir de kadın konuk olsun diye konmuş işte, kenar süsü…” vs. örnekleri çoğaltılabilecek sayısız önyargının çoğu erkek ve maalesef kadın izleyicinin de cebinde olduğunu bilir, ona göre hizalanırsınız.
Kadın olmak kendini hep başkalarının gözünden görerek sonsuz bir hizada kalma uğraşıdır. Kadın konuk olmak sizi ekran başında izleyenlerle aynı anda, programdaki erkek gözüyle de başa çıkma çabasıdır. Sükûnetinizi, zarafetinizi, serinkanlılığınızı korurken büyük şans eseri elinize geçmiş “söz”ün hakkını da teslim etmeniz gerekir. Mutfakta aşçı, sokakta ve programda hanımefendi olurken ciciliğin ölçüsünü de söylediklerinizi hafif kılacak kadar kaçırmamanız gerekir. Gerekir de gerekir. Niye? Çünkü öyle alışılmış, milyon yıllık dünya düzenini sen mi değiştireceksin? (Herkes kendini kurtarır, olan yine sana olur.)
Bir kadın daha çok hangi vasfıyla anılıyorsa, görünürlüğü arttıkça satır aralarında onu öne çıkaran şey için sayısız “gizli” özür diler. Zekâsı çok övülüyorsa aslen ne kadar mütevazı olduğunu, güzelliği fazla öne çıkarılmışsa başka niteliklerinin de olduğunu kanıtlama ihtiyacı hep oradadır. Alanında ne kadar uzman olursa olsun, yetmez. Çünkü karşısındakilerin alnında “her şeyden önce ben bir erkeğim” imtiyazı soyut bir neon tabelayla asılıdır. Sadece ekranda değil, hayatın çoğu alanında geçerlidir bu.
Ama -inanılmaz ama- bir şeyler gerçekten değişiyor artık. 2015 yılında yayından kalkan “Tarihin Arka Odası” programının bir bölümünden bir kesitin önceki gün sosyal medyaya düşmesiyle oluşan tepkiler bunun göstergelerinden biri. İlgili bölümde Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu, fikrini açıklamaya çalışan Pelin Batu’nun durmadan sözünü kesiyor, anlatmaya çalıştığı şeyi bilinçlice anlamazdan geliyor, savını yok sayıyor. Bir alt sınıftaki kızın yolunu kesmiş ilkokul zorbası alaycılığıyla sözünü, bilgisini, birikimini hiçleştirmeye çalışıyor. Her insan evladının kapılacağı, bölümlerdir birikmiş öfkeye hâlâ da zarafetle kapılıp “kesmeyin sözümü!” dediğinde, elini hafifçe masaya vurduğunda da diledikleri olmuş oluyor, erbilgiçliklerince. “Kadın işte, buraya kadar dayandı ama delirdi sonunda, he heh.”
Çok değil bir beş yıl önce programın bu kesitine dair sosyal medya yorumlarının alt metni de buralardan başlardı. Oyunculuğu ve güzelliğiyle öne çıkmış, üstüne ayrıcalıklı bir sosyal statüden gelen bir kadın olarak Pelin Batu’nun entelektüel donanımı, bilgisi sosyal medyada da hep küçümsenirdi. Türkiye’ye özgü “cinlikleri” çok bilmemesi ya da bunlara rağbet etmemesi, doğal tepkiler veren samimi biri oluşu onu daha da çocuksu kılar, “güzel kadın” çerçevesinin içine hapseder, savunu da küçümseme de daha çok oradan gelirdi. Programa zaten kenar süsü olarak alındığının çok belli olduğu ima edilirdi. Entelektüel mansplaining’e Allah bilir hangi dozda maruz kalıp uyuyakaldıktan sonra “vücudum attı” gibi bir tepki verdiği için erkeklerin, daha kötüsü kadınların da alay konusu olurdu. Ortadaki bariz gerçeğe, uzmanı olduğu alanda aklı başında birkaç söz etmeye çalışan bir kadının iki erkek tarafından zorbalık, alay, mansplaining ve gaslighting’e maruz bırakılarak susturulduğunu görmeye niyetli göz, çok az olurdu.
Programdan bu kesit yıllar sonra yayınlanınca beklenmedik bir şey oldu. En azından Twitter kullanıcıları ölçeğinde, hakikat görüldü! Doğru, yansız, hakkaniyetli yorumlar yapıldı. Kral(lar) çıplak, daha doğrusu “açüklamaları”yla ortada kaldı.
Gerçekten umutlandım, Pelin Batu’ya onca program boyunca gösterdiği sabır için çok teşekkürler. Adalet geç ve nadiren de olsa tecelli edebiliyormuş demek. Bu durumun taciz, tecavüz, şiddetten sosyal zorbalığa uzanan geniş bir ölçekte, çember ne denli daralırsa daralsın hızını hiç kesmeden mücadele veren kadın hareketinin bir kazanımı olduğu inkâr edilemez bana göre. Muhakkak başka etkenler de var, ama öncelikle bu.
Bir umutsuzluk söylemi, zaten hayat yeterince zor ve ağır değilmişçesine, havada zehir gibi yayılıp duruyor. Tek çiçekle bahar gelmez, biliyorum ama açan çiçek tek değil. Her gün farklı çiçeklenişlerini görüyoruz umudun. Kadınlar hayatlarına ve seslerine sahip çıktıkça bir şeyler değişiyor, değişmeye de devam edecek. Bin yıllardır sabırla, emekle, mücadeleyle akan su, yatağını bulacak. Dünya bir gün daha sağlıklı, daha adil, daha güzel bir yer olacak.