Bu zamanlara çöken belirsizlik bulutunu anlamak için “risk toplumuna” dönüşümüzü, güvenlik ihtiyacının bir tuzağa evrilişini, korkunun ve kaygının bakışımızdaki egemenliğini konuşmak gerekiyor. Emrah Denizhan önce bir dağcı olarak yüksek irtifadan sisli manzaraya bakacak; sonra da siyaset bilimci olarak risk idaresine, hayatta kalma çizgisinde hizaya çekilmiş yeni öznelere...
“Sisten dolayı rotamızı kaybedip neredeyse 24 saat boyunca kampa dönmeye çalıştığımız bir günü hatırlıyorum. Birkaç kere donma tehlikesi atlatarak da olsa başarabilmiştik. Yolumuzu nasıl bulduk, nasıl döndük, cevap vermek cidden zor. Hayatta kalmaya çalışırken girdiğimiz sezgisel deneyimin alanını aktarmak zor. Bir anda kanıksadığımız, gündelik hayatımızı kuşatan simulatif risk ve belirsizlik alanlarının, olağanüstü güvenlik saplantılarının dışında gerçek bir ölüm-kalım durumuyla karşılaştığınızda, başka bir akıl devreye giriyor sanırım. Doğa karşısında çok da dayanıklı olmayan bir memeli olduğumuzla yüzleştiren bir akıl bu.”
Belirsizlik üzerine bu yazılar silsilesi bir sis sahnesiyle başlamıştı. Durduğumuz, yüzümüzü döndüğümüz yerin muğlaklaştığı, bu muğlaklığı bir güçsüzlük gibi yaşadığımız ve de bunu bu kadar derinden duymakta yalnız olduğumuzu sandığımız bir an... Buharlaşan su damlacıklarının sis olarak cisimleşmesi gibi, kendimizi o sis yığınının içinde bulmamızın da bir hikâyesi vardı. Ani sis mi, radyasyon sisi mi, adveksiyon sisi mi, muhtelif nedenle ve nihayetinde muhtelif çeşitle var olmuştu o hal; ihtiyacımız belki de yaşadığımızı soyutluktan kurtarmaktı. Sonra birçok görüşmede olduğu gibi, Kafka'dan Bauman'a Agamben'den Hardt ve Negri'ye, birçok ismin zihin açıcı satırında farklı halleriyle sis çıktı karşıma. Bugün belirsizlikten konuşmak, değişen risk ve güvenlik anlayışımıza da bakmayı, kaygının ve korkunun bakışımızdaki egemenliğini sorgulamayı gerektiriyor. Ve bunun için bir imge olarak değil, hakikaten sisten söz edeceğiz.
Emrah Denizhan, belleğinde sisin olmadığı bir dağ tırmanışı bulunmadığını söylüyor. Denizhan, uzun yıllardır geleneksel, alpinist tarzda yüksek irtifa tırmanışı yapıyor. Eğer “asıl iş” önceliğinden bakarsak kendisi akıbeti belirsiz bir akademisyen. Doktorasını devletin güvenlik mekanizması ve olağanüstü haller üzerine yapan dağcı bir siyaset bilimci olduğundan, konuşmak üzere sisli birkaç manzara duruyor karşımızda.
'MACERA'NIN SONU
Denizhan, sis, tipi, fırtına, çığ gibi tüm risk unsurlarını, yani aslında belirsizliği göze alarak başlamanın, dağı ve tırmanış faaliyetini özel kıldığını söylüyor. Bu, hem her ihtimale somut hazırlık, hem de bir ruh hali oluşturmak anlamına geliyor. “Gündelik hayatlarımızı kuşatan, rutin ve banal hale gelmiş güvenlik takıntıları, bizi kendimizden korumaya çalışıyor. Yüksek güvenlik bilincine sahip uzmanların riskin kaynağından uzak durmaya, ihtiyata yönelik telkinleri, dağda siste yürürken pek de anlam ifade etmiyor” diyor. Orada yapabileceklerinizi biraz da dağın “izin” verdikleri belirleyecek; bu izinle inatlaşmak, “tehlikeyle” sınanmak size sınırlarınızı hatırlatacak.
“Frank Furedi, Korku Kültürü’nde dağcılık alanındaki yeni güvenlik önlemlerini öven bir yazıyı analiz ederken, bununla uğraşanların riskin ürperticiliğinden vazgeçmek istemeyeceği gerçeğini hesaba katmadıklarından söz eder. Güvenliği mutlaklaştıran, risk almayı toptan kötü gören bu zihniyetin dağcılığı tamamen yasaklamak istemesi an meselesidir ona göre. Dağcılık yaparken kaza geçirenler için ilk söylenen buna kendilerinin sebep olduğudur. Konfor alanlarını terkederek, güvenlik öğütlerine uymayarak yeni ahlak anlayışını hiçe saymışlardır, başlarına geleni adeta hak etmişlerdir yani. Dağı, hiper-güvenlikli tırmanış parklarına çevirerek riskleri neredeyse tamamen ortadan kaldıran, tırmanış etiğinin yerinde yellerin estiği, risk almayı aptalca bulan bu yeni ahlaka dair çok az tartışma yapıldı. Bir dağcı için durum karmaşık değildir; cesaret ve macerayı deneyimlemek. Bir yanıyla bu yeni ahlak, gündelik lügatımızda silikleşen bir mefhuma, ‘macera’ya savaş açmış durumda. Korkarım macera yakın gelecekte fantastik-kurgu romanlarına hasredilecek. Sadece Netflix sekmelerinde bir tür olarak kalması bile olası.”
Mukayeseler insanlık tarihinin en “güvenliksiz” diliminde yaşadığımızı söylemiyor. Yazar, felsefeci Lars Fr. H. Svendsen de, Korkunun Felsefesi'nde buna rağmen gelişen ve bulaşıcı hale gelen korku konusunu enine boyuna ele alıyor. Korkunun kimi zaman kaygıyla da karışarak günlük hayatı ve hayata bakma biçimimizi gasp edişinin etkenlerinden biri riskin evrimi ona göre. Bir yanda örneğin sanatın tabiatında olması gereken en ufak bir sorgulayışın risk almak olarak tanımlanması gibi kavramın gündelikleşmesi, anlamının zayıflaması var. Diğer yanda ise her şeyin kesinlikten yoksun oluşuyla birlikte riskin tehlikeyle eşanlamlı hale gelişine, derken bunun toplumda düzeni kurmanın ana gereci olarak kullanılışına tanık oluyoruz. Devletlerin “terör” odaklı güvenlikçi politikaları, kutuplaştırıcı ve ayrımcı dili bu mayayla karşılığını buluyor. Korku hayatta kalmak için elzem bir “yetenekken”, insanı çok kolay edilgen, kullanılabilir hale de getirebiliyor.
Tekrar dağa ve sise dönersek Denizhan, korku pompalamasıyla büyütülen tehlikelerin yanında daha gerçekçi bulduğu bir riskten söz ediyor: Aşağının korkuları. “Tırmanırken riskleri unutursanız ölebilirsiniz. Fakat riskle karşılaştığınızda da unutmanız gerekenler var; ödeyemediğiniz faturalar, bir yakınınızın ölümcül hastalığı, ayrıldığınız sevgiliniz, gelecek kaygılarınız... O belirsizlikte tek dert sonraki hamlenizin sağlam olup olmayacağı, hem kendinizi hem de varsa ekip arkadaşlarınızın güvenliğini tehlikeye atıp atmayacağınızdır. Dikkatli atılmamış bir düğümün, bir adımın sonuçlarının hayati olduğunu bilirsiniz. Bu anlamda aslında dağa getirdiğiniz, oraya ait olmayan kaygılar risk haline gelebilir.”
RİSK İDARESİ, OHAL TOPLUMU
Korkunun kültür ve siyaset haline gelişinden bahsederken sosyolog Ulrich Beck'i ve Risk Toplumu kitabını anmak gerekiyor. Beck, tarım toplumunun tasfiyesiyle doğan sanayi toplumunun “risk toplumu”na evrilişini ele alırken bizatihi modernizmin zaferinin ceremesini çektiğimizi söylüyor. Risk üretiminin ve bölüşümünün, servet bölüşümünden ağır bastığı, düşünce üretimine kadar hayatın tüm alanlarına sirayet ettiği bir zamanın tarifi bu. İklim krizi, küresel finansal krizler, pandemiler, radyoaktivite, havadaki, sudaki, gıdadaki sağlıksız maddeler gibi Ortaçağ toplumlarınınkinden farklı risklerimizin bir özelliği de kestirilemez, öngörülemez, belirsiz oluşları ona göre. Altıncı bölümde “belirsizlik eşitsizliğinden” söz etmiştik, Beck de sınıfsal eşitsizlikleri takip eden ama bunu aşan yeni toplumsal risk konumlarının adını koyuyor, buna “risk kaderi” adını veriyor. Ve aşağıda görünen manzara: Devletlerin kendilerini “risk idaresi” makamı olarak konumlandırdığı olağanüstü hâl toplumları...
Agamben de “istisna hali”nin daimî hale gelişini anlatırken kamu hukuku ile siyasal olgular, hukuk düzeni ile hayat arasında sisli, belirsiz bir bölgeden bahsediyor. Yasasızlık ile hukukun, mantık ile pratiğin, barış ile savaşın arasının belirsizleştiği bir alan. Emrah Denizhan tüm bu mevzuları akademik olarak çalışmaya, bu halin küresel olarak yaygınlaştığı, Türkiye'de ise katmerlendiği 2015 yılında başladı. 7 Haziran 2015 Genel Seçimi sonrası iktidarın değiştirdiği siyasi iklim, ertesi yıl 15 Temmuz darbe girişimi ve sonra da bir dizi yasal değişiklik, OHAL'in adlı adınca kalıcı olduğu bir rejim yarattı.
“Siyaset ile şiddet, şiddet ile hukuk, hukuk düzeni ile olağanüstü hâl arasındaki eşiği belirgin kılacak ayrımların ortadan kalktığını son yıllarda daha sık duyuyoruz. Siyasal birliğin içerisi ile dışarısı, devlet ile toplum, kamusal alan ile özel alan, savaş hali ile barış hali, askeri olan ile polisiye olan arasındaki sınırlar muğlaklaşıyor. Bu belirsizlik alanları, devletin siyasal tahayyülümüzün sınırlarını tayin eden ayrıcalıklı statüsünün muğlaklaşmasıyla ilintili. Devletin nerede bitip toplumun nerede başladığını ayırt etmenin olanaksızlığı, siyaseti müzakere ve seçim oyunlarına, pay pazarlıklarına hapsediyor. Aynı zamanda herhangi bir politik itiraz ya da alternatif bir siyasallaşma girişimini de ölçüsüz bir şiddet patlamasıyla karşılamaya ya da yargısal mekanizmalarla boğmaya zemin hazırlıyor. Geriye hiçbir sınıra aldırış etmeyen tahripkâr ve tehditkâr bir güvenlik mekanizmasından başkaca bir şey kalmadı sanırım.”
Bir sosyal bilimciye sorulacak bir sis sahnesi daha var. Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum'da bildiğimiz haliyle “işin” ve devamında her tür anlamın değiştiği, bireylere rastgelelik duygusu, korku ve umutsuzluk aşılayan belirsizlik alanlarını tarif ederken, sisli bir bölgeden söz ediyor. Bireysel sandığımız seçimlerin gömüldüğü, özne olma halinin muğlaklaştığı sisli bir alan bu da. Denizhan, yaşadığımız tarihsel dönemi farklı kılan unsurlardan birinin güvencesizliğin hayatın her alanına yayılması ve bu güvencesizlikle uğraşmayı da bireylerin sorumluluğuna bırakan yönetme rejimi olduğunu düşünüyor.
“Bu rejim bireyi özne olmaktan çıkarmak yerine, sürekli hale gelen toplumsal, ekonomik ve politik krizlere adapte olmayı becerebilen yeni öznellik tasavvurları dayatıyor. Bunun somut karşılığı, borçlandırılan, toplumsal eylem güçleri kriminalleştirilen, ifade alanları medyatikleştirilen, politik temsiliyet ve mücadele alanları güvenlikleştirilen, açlık ve yoksulluk sınırında ya da altında yaşayan kesimler... Örneğin borçlu olmak toplumsal yaşamın genel koşulu artık. Borç bir yandan tüketimimizi, zamanımızı, tercihlerimizi belirliyor, bir yandan da asli unsurları sorumluluk ve suçluluk olan ahlaki bir güce dönüşüyor. Siz borçlarınızın sorumluluğuyla ‘hayatta kalma stratejilerine’ gerilerken, borcun dayattığı zorluklardan ötürü bir de suçluluk duymaya başlıyorsunuz. Bu suçluluk güvencesizliği merkezine alan bir çalışma rejimiyle birleştiğinde, kaygı ve korku sarmalında debelenen mutsuz bir bilinç üretiyor. Son olarak pandemi koşullarında kendi OHAL’imizi yaratmamız gerektiğinin telkin edilmesi de bunlardan uzak değil. Devletin ve sermayenin tazyikleriyle şekillenmiş güvencesizlik dünyasında, siyasallaşma imkânının menedildiği bu geniş ‘polis’ alanında, bizlerden ‘hayatta kalma' sorumluluğumuzu yerine getirmemiz bekleniyor. Ve aslında artık sadece hayatta kalmamız bekleniyor. ”
Emrah Denizhan, kişisel hayatını şu ara “askıda” hissettiğini söylüyor. Bu bekleyiş halinin kaynağı akademik olarak yoğunlaştığı konulardan uzak değil. KHK’ler ve akademide ihraçlar döneminde devlet bursuyla Sussex Üniversitesi'nde doktorasını yapmaktaydı. Hakkında başlatılan güvenlik soruşturması nedeniyle ihraç edilmeyi beklerken, devlet bursu kesip eğitimi için harcadığı tüm parayı talep ederek kendisini “borçlu” çıkarmayı tercih etti. Aradan geçen iki yıla rağmen bu sürecin nasıl sonuçlanacağı, döndüğü Türkiye'de akademik hayata devam edip edemeyeceği bir dolu açıdan belirsiz.
Notlar
Lars Fr. H. Svendsen'in Korkunun Felsefesi (Çev: Murat Erşen) Redingot, Ulrich Beck'in Risk Toplumu (Çev: Kazım Özdoğan, Bülent Doğan) İthaki, Zygmunt Bauman'ın Bireyselleşmiş Toplum (Çev: Yavuz Alagan) ve Giorgio Agamben'in İstisna Hali (Çev: Kemal Atakay) Ayrıntı Yayınları'ndan çıktı.
Sırada: Kafka'nın duruşma salonu/ hukukun “bitişi”/ Kasım Akbaş
Bu çağa özgü gibi gelen, bu çağı Türkiye'de yaşamanın katmerlediği “belirsizlik” üzerine 20 bölümlük bir yazı dizisinden bir parça okudunuz. Fizikten felsefeye, siyasetten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye uzanan alanlarda; yükselen denizlere ve uyuyan fay hatlarına, devletlere ve halklara, dışımıza ve içimize bakarak bir anlama çabası bu. Bilgisiyle, tanıklığıyla eşlik edenlerle birlikte sisin ortasında birlikte bir yürüyüş.