Rapor bu kadar açık bir şekilde ortaya koymuşken otosansürün sebeplerine de derinlemesine bakmak gerek. "İnsanlar korkuyorlar," deyip geçmek kolay, ancak siyasi atmosferin tamamını ele almadan yapacağımız yorumlar kadük kalacaktır.
Uzun zamandır sanat ve sivil toplum alanında büyük çaplı sansür
vakalarını pek duymuyoruz. Sanat kurumları ve sivil toplum
kuruluşları provokatif, iktidarın ve yandaş medyanın dikkatini
çekebilecek ve hedef gösterilebilecek etkinliklere pek girişmiyor.
Bunun sebebi sansürün artık olmadığı, özgür bir ülke olduğumuz için
değil elbette. Kurumlar iktidarın kodlarını çözdü ve kriz
çıkarabilecek işleri en başından elemeye başladı. Yani otosansür
hiç olmadığı kadar hayatın her alanında.
“Şu an üzerinde çalıştığım bir eserdeki cinsel içerikli bölümü
kullanıp kullanmamak, kullanırsam infial yaratmayacak şekilde ama
içeriğinden kaybetmeden kullanmanın yolunu bulmak üzerine kafa
yoruyorum.”
“Bu anketi doldururken otosansür uyguladım.”
“Şimdi otosansür yapıyorum, çünkü her ne kadar VPN kullansam da,
bunun hükümetçe yürütülen bir çalışma olmadığından emin
olamam.”
“Çalıştığım kurumda yaptığımız dergi hazırlığında Edip
Cansever'in ‘Masa’ şiirindeki bira geçen dizeyi yönetim sebebiyle
kaldırmak zorunda kalmıştım.”
Bu ifadeler Susma Platformu tarafından yapılan Sansür ve
Otosansür Araştırması'na bırakılan notlardan sadece bazıları.
Aralık 2017 - Aralık 2018 tarihlerini kapsayan; tiyatro, medya,
sosyal medya, sinema, görsel sanatlar, yayıncılık, müzik, hukuk
gibi konulardaki sansür vakalarını derleyen Türkiye'de Sansür ve
Otosansür Raporu son dönemin haletiruhiyesini karşımıza getiriyor.
Raporda üzerinde durulması gereken konulardan biri de otosansürün
kabullenilmişliği.
.
Raporda, "Otosansürün ne denli içselleştirildiğini ve âdeta
günlük rutin hâline geldiğini gösteriyor" ifadeleri kullanılmış.
Otosansüre dair ankette görülen bazı veriler şöyle. Ancak bu
rakamlara bakarken ankete ulaşan ve anketi dolduran kişilerin de
belli bir eğitim seviyesinin üzerinde, en azından Susma
Platformu'nun kanallarına erişebilen bir kitle olduğunu göz önüne
almakta fayda var. Türkiye'nin her köşesine ulaşabilen bir anket
çalışmasında durumun vahametinin daha kötü olacağını tahmin
edebiliriz.
"Yüzde 78,7 günlük hayatta otosansür yapıyor. Yüzde 12,09 günlük
hayatta otosansür yapmadığını söylerken, yüzde 8,38 de bazı
durumlarda otosansür yaptığını belirtiyor."
"En çok otosansür yapılan konular ise sırasıyla şöyle: Siyasî
konularda (yüzde 31,37), başkalarının rahatsız olabileceği
durumlarda (yüzde 19,79), dinî konularda (yüzde 18,18), özel
konularda (yüzde 16,68), aile ile ilgili konularda (yüzde 8,2),
işle ilgili konularda (yüzde 5,71)."
"Yüzde 79 otosansür yapmadan Türkiye’de yaşamak mümkün değil,
diyor. Yüzde 61 otosansür yapmazsa işsiz kalacağını, yüzde 57
otosansür yapmazsa dışlanacağını düşünüyor."
"Otosansür gerekçeleri sırasıyla şöyle: Güvenliğin tehdit
edilmesi yüzde 21,98, ceza davaları veya cezaî tatbikat yüzde
21,24, profesyonel anlamda itibarsızlaştırılma yüzde 14,53, aile
veya yakınların tehdit edilmesi yüzde 13,04, iş yerine yönelik
tehditler yüzde 9,19, eve yönelik tehditler yüzde 8,94, misilleme
yüzde 7,7."
Rapor bu kadar açık bir şekilde ortaya koymuşken otosansürün
sebeplerine de derinlemesine bakmak gerek. "İnsanlar korkuyorlar,"
deyip geçmek kolay, ancak siyasi atmosferin tamamını ele almadan
yapacağımız yorumlar kadük kalacaktır.
En görünür sebep tabii ki iktidar baskısı. Sanat ve sivil toplum
alanında birçok çalışması bulunan Osman Kavala'nın halen tutuklu
yargılanması, bir yıldan uzun süre iddianamesinin yazılmamış olması
ve bu davaların çoğunlukla siyasi enstrüman olarak kullanılması
kişileri ve kurumları diken üstünde tutuyor. Nereden fon aldığınız,
hangi kurumlarla işbirliği yaptığınız, nasıl etkinlikler yaptığınız
hapse atılmanız için, derneğinizin ya da kurumunuzun kapatılması
için basit bir gerekçe olabilir. Böyle bir hukuksuzluk ortamında
kurumlar nasıl riskli, radikal işler yapabilirler?
İkinci sebep olarak da muhaliflerin ülkeye ve muhalefet
partilerine dair umutlarının tükenmesini sayabiliriz. 24 Haziran
seçim sonuçları, seçim öncesi oluşturulan "Erdoğan gidebilir"
atmosferi, Muharrem İnce'nin seçim gecesi yarattığı travma ve
HDP'nin de iş yapamaz hale getirilmesi bunun en güçlü
etkenlerinden. Kurumlar ve kişiler artık günü geçirmeyi, en azından
kurumların kapanmamasını ve dönemin sonunun gelmesini bekliyor. "Bu
günler de geçer," en olumlu tavırken, yurt dışına çıkmaya çalışmak
haletiruhiyenin öbür tarafında duruyor. Kimse risk almak istemiyor,
çünkü risk alabilecek, alınan risklerin meyvelerinin toplanacağı
bir gelecek öngörüsü bulunmuyor.
Ancak benim asıl üzerinde durmak istediğim ve bu bağlamda pek
üzerinde durulmayan konu da kutuplaştırma siyasetin kodlarının
büyük ölçüde çözülmüş olması. İktidar uzun süredir kendi kitlesini
konsolide etmek için kutuplaştırma siyasetini bir araç olarak
kullanıyor. Ruşen Çakır, Medyascope programında bu konuyu etraflıca
anlatıyor. En son 8 Mart provokasyonunda da gördüğümüz gibi
iktidarın kendinden uzaklaşan, uzaklaşmayı düşünen kitleye,
muhalifleri öcü gibi göstermesi gerek. Buna malzeme olacak
materyallerin de arayışında. Ve yıllardır da gördüğümüz gibi
kutuplaştırma siyaseti iktidarın işine yarıyor. Muhalifler
kutuplaştırmadan herhangi bir kazanç elde edemiyor. Böyle bir
ortamda provokatif, radikal işlerin de kutuplaştırma siyasetinin
parçası olmamasının imkanı yok. Adaletsiz, yandaş medyanın her
türlü arsızlığı yaptığı bir dönemde muhaliflerin dertlerini
anlatacakları platformlar sınırlı.
Susma Platformu'nun hazırladığı rapor ülkenin içinden geçtiği
duruma dair önemli doneler sunuyor bize. Ancak raporu yorumlamak ve
yol haritası çizmek de işin önemli bir parçası.