Türkiye’nin uzun süredir hiç soğumayan ve bir tür ‘olağanüstülük’ zemininde giderek ısınan gündemini, birbiri ardı sıra gelerek hızla diğerinin ‘önüne geçen’ ve neredeyse her defasında ‘bu da oldu’ dedirten ya da isabetsiz ‘Norveç kıyaslamaları’ ile hicvedilen olay ve olgular belirliyor. Gündem takibi, daha doğrusu gündemin olaylarının takibi gazeteciler için bile zor.
Örneğin, yakın tarihin en önemli askeri-siyasi hamlesiymiş gibi gösterilen, Türkiye (ve hatta bölge) üzerinde kalıcı ve önemli izler bırakacağı varsayılan Barış Pınarı Harekatı, etrafında çıkarılan gürültünün gerektirdiğinden çok daha çabuk ve derin bir eskimeyle gündemden düşüyor, geçmişte kalıyor; ama bunun yerine nur topu gibi bir Libya başlığı doğuyor…
Ya da bir iktidar icraatı/marifeti, kalkınma için gerekli dev adımların dayanıklı çizmesi olarak öne sürülen harp sanayii yatırımları ya da askeri sanayinin büyümesi ile böbürlenmek; yerini, Kanal İstanbul projesiyle yeniden gündeme gelen kent rantı, inşaat yatırımları, ihaleli harikalar dünyası vs. vaatlerine bırakıyor.
Hukuk alanındaki daha önce görülmemiş düzeyde dejenerasyonun yol açtığı yönetim ve toplum krizlerine karşı sahaya sürülen yargı reformu; cinayetle hükümlü olmasına rağmen açık cezaevine konan, buradan ‘çarşı izni’ne çıkan, firar ettiklerinde, küçük Anadolu kentlerinde bile yakalanamayan ve ardından yeni cinayetler işleyen yahut işleyeceğini açık açık ilan ettiği cinayet, o cinayetin kurbanı tarafından 23 ayrı suç duyurusu ile adli makamlara bildirilmiş olmasına rağmen ‘durdurulamayan’ mücrimlerin kanlı eylemleri karşısında tuzla buz oluyor.
Örnekler çoğaltılabilir. Ama bunlara bakarak da, olaylar değişse bile gündemin aslında değişmediğini söyleyebiliriz: İktisadi politikalar ve sınıfsal gerilimlerde, iç siyaset ve toplumsal düzende, dış siyaset ve uluslararası ilişkilerde, bizzat kendi elleriyle kurduğu denklem(ler)i sürdürme, süreçleri yönetme yeteneğini kaybetmekte olan bir iktidarın yol açtığı, toplumla birlikte artık kendisinin de karşı karşıya kaldığı tahribattır ortak gündem… Ekonomik, toplumsal ve siyasal krizin, bunun sınıfsal, hukuki ve politik sonuçlarından oluşan bu başlıklar; öne çıkan olayları açısından çok hızlı ‘değişiyormuş’ gibi görünseler de tümü aynı kök sorunun, Türkiye kapitalizminin yönetimi sorununun bin bir sureti olarak sahneye çıkıyorlar.
Bugünlerde üzerinde çokça durulan, saraylı simidi kamu bankasıyla kurtarma, Libya’ya asker, İstanbul’a bir kanal kazılması gibi konular da böyle bir gündem demeti. Özellikle son ikisi bizzat somut içerikleriyle, adeta bir deja vu hissi yaratarak, bizi, Türkiye siyaseti ve Erdoğan-AKP iktidarının hegemonik inşası açısından kritik bir yıl olan 2011’e götürüyor. Bugüne geri dönmek üzere, buyurun gidelim…
* * *
Hıncal Uluç, 23 Eylül 2010 Perşembe günkü Sabah gazetesinde, Başbakan’la yaptığı bir telefon konuşmasını aktarıyordu. Başbakan Erdoğan, AKM’nin yıkılması projesiyle ilgili tartışmalara ilişkin olarak aramış, ama daha sonra aralarında başka bir konuşma daha geçmişti. Uluç, Başbakan’dan öyle bir “Çılgın” proje ki… başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“İstanbul için AKM'den de öte müthiş projelerimiz var, sizinle özel bir konuşmamızda anlatmak isterim" dedi ve iki cümle ile projenin adını söyledi. Telefon elimde dondum kaldım.. Bu İstanbul konusunda bugüne dek duyduğum en çılgın proje.. Biri bana "Bin proje say" dese, bin gün izin verse aklıma gelmez. Öyle çılgın.
Uluç, “ilkelerim yazmamı engelliyor” diyerek, projenin ne olduğunu yazmadı. Ve Erdoğan ‘Çılgın Proje’nin ne olduğunu, yedi ay sonra, 12 Haziran 2011’deki genel seçime 2,5 ay kalmışken açıkladı. İstanbul’un artık “içinden iki deniz geçen” bir şehre dönüşeceğini ‘müjdeliyordu’: “Avrupa yakasında, Karadeniz ile Marmara Denizi’nin arasına yaklaşık 45-50 km uzunluğunda bir kanal yapıyoruz.”
Bugün yeniden gündeme gelen Kanal İstanbul projesinden böyle haberdar olduk. Esasen bir AKP/Erdoğan seçim vaadi gibi tanıtıldı. Hatta Hıncal Uluç bile hayal kırıklığına uğramıştı: “Aylardır merakla ve heyecanla beklenen açıklamasını, bu ülke insanlarının tümünü kucaklayan bir ülke lideri olarak değil, kısa bir süre sonra seçime girecek bir siyasal partinin başkanı olarak yaptı.”
Uluç’un, sonra en uç örnekleri karşısında dahi hoşgörüyü elden bırakmayacağı, ama o gün itibarıyla henüz yeterince idrak edemediği şey, “ülke insanlarının tümünü kucaklamak” gibi boyalı siyaset şekerlerinin, lafügüzaf olarak bile dolaşımdan kalkmakta olduğuydu. Daha önce 2007 genel seçimi ve 12 Eylül 2010 referandumuyla siyasal ve idari olarak iki kritik viraj dönen Erdoğan/AKP, 2011 seçiminde de yüzde 50’ye yakın oyla zafer kazandı ve yeni bir eşik geçti. 2011 seçimleri, sonraki tüm dönemlerde, –hedef gösterilenler değişiklik ve çeşitlilik gösterse de– bir yüksek gerilim, karşıtlık söyleminin, iyi mahsul veren ilk ekiniydi. Artık tüm ülkeyi kucaklamak falan gibi şeyler yoktu. Polis fişeğiyle ölmüş çocukların acılı annelerini kalabalıklara yuhalatmalar, “biliyorsunuz kendisi Alevi” demekler, “camide içki içtiler” kışkırtmaları, ‘sen kimsin ya’lar, ‘bunlar’ vs. vardı.
2011’le birlikte baskın hale gelen bu ‘hırçın‘ söylem ve siyasa, yine o dönemden itibaren giderek daha baskın hale gelecek ekonomi/sermaye politikaları için en uygun kabuktu esasen. Ve o politikaların dolaysız bir ürünü, ruhuydu: Biz ve onlar…
* * *
2011, bir başka açıdan daha önemli bir sene oldu. 2010’un son günlerinde Tunus’ta başlayan ayaklanma, pek çok Arap ülkesinde baskıcı rejimlere karşı güçlü itirazlara dönüşen halk hareketleri yarattı. Ancak bu rejimlerle, ballı petrol ticareti, ‘nakdi seçim yardımı’ gibi çok kollu ilişkileri olan Batılı ülkeler; ‘Arap Baharı’ adını verecekleri bu huzursuzluk dalgasını, isyancıların gerçek örgütlere sahip olmamalarından da yararlanarak manipüle edip, bölgesel yeniden paylaşımın zemini haline getirmeye girişti. Bu iş, Libya ve Suriye gibi ülkelerde, Soğuk Savaş beslemesi cihatçıların eski-yeni versiyonlarını sahaya sürmeye vardı. Libya’da şubat ayında başlayan küçük çaplı gösteriler birden silahlı çatışmalara dönüştü. Ve ayın sonunda NATO’nun Libya’ya askeri müdahalesi gündeme geldi. Başbakan Erdoğan, 28 Şubat 2011’de, Almanya gezisi sırasında tepki gösterdi buna: “Bize soruyorlar, çok enteresan... NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da?”
Ancak kısa süre sonra Türkiye’nin tutumu değişti. Erdoğan 21 Mart 2011’de, “NATO’nun devreye girmesi söz konusudur. NATO devreye girecekse bizim şartlarımız var” diyordu. Nihayetinde Libya’ya askeri operasyon desteklendi. Arap Baharı adıyla iltizam edilen süreç bir ‘fırsat penceresi’ olarak görülmüştü. Libya’dan sonraki vekil savaş alanı olan Suriye’deki tutumun baştan beri ne olduğunu hatırlatmaya gerek yok sanırım. Türkiye’nin siyasal iktidarı, uluslararası bir türbülansı, ‘yeni-Osmanlı’ hayalleriyle uyumlu bir fırsat olarak görmüş ve pozisyon almıştı.
2011, hem iç siyasette hem de dış siyasette, önemli ve anlamlı bir dönüşümün, cüretkâr bir makas değiştirmenin yılı olmuştu. Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu idi… İçeride çılgın proje olarak Kanal İstanbul, dışarıda bir başka çılgın proje olarak Arap Baharı ruhunun bölgesel liderliği… Kanal İstanbul, kamu kaynaklarıyla yürütülen bir inşaat-ihale sermaye birikiminin uç ifadesi, bir tür çıtasıydı; Libya ve özellikle de Suriye politikaları ise, yeni-Osmanlı diye kodlanan yayılmacı heveslerin sergüzeşti.
* * *
Bu iki başlığın sekiz yıl sonra beraberce Türkiye gündemine dönmesi, mevcut diğer sıcak konuları da kapsayan bir anlam bütünlüğü oluşturuyor. 2002 ve 2007 seçimleriyle iki ayrı fazı başlatan Erdoğan/AKP yönetimi, 2011’deki seçimle birlikte de yeni bir döneme girdi. Kendilerinin ‘ustalık’ dönemi dediği bu faz, Türkiye’nin yönetim ve devlet yapısındaki neoliberal dönüşümün de yeni bir aşamasını kurdu. Yürütmenin, yasama ve yargı aleyhine güçlendiği; önce fiili, sonra tartışmalı bir referandumla kotarılmış resmi ‘Başkanlık’ uygulamalarıyla karar alma süreçlerinin aşırı merkezileştiği; hükümet ve Meclis’le birlikte siyasi partiler sisteminin –en çok da AKP’nin– önemsizleştiği; küçük bir çembere sıkışmış bürokrat-teknokrat ekibiyle birlikte Saray yönetiminin tüm süreçlere hakim olduğu olağanüstü koşullar oluştu. Zaten aradan geçen sekiz yıl boyunca vaat edilen de, ana hatlarıyla bu olağanüstülük idi. “Karar süreçleri hızlanacak, ekonomi şaha kalkacak, Türkiye tutulamayacak” diye tarif edilerek toplum desteği istenen –ve başka faktörlerin de yardımıyla kısmen alınan– sistem buydu.
2019’da, sekiz yıl önceki gündemlerin zuhur etmesi bu açıdan bir tesadüf değil, aradaki sürede yaşananların bir sonucudur; tıpkı, bir sermayedarın kamu bankası eliyle kurtarılmasına yönelik rutin işleyişin, ‘simitçi’ meselesinde neredeyse acemi bir hamleyle geri çekilmek zorunda kalınması gibi.. Erdoğan’ın kurduğu iktisadi ve siyasi zeminin toplumsal desteği giderek daraldığı için, geçmişte bir ‘yeni çıkış’ın, bir ‘parlak vaat ve beklenti’nin konusu olan başlıklar, mükerreren, ama bu kez sıkışmaların, açmazların, çıkışsızlıkların konusu olarak dönmektedir. Türkiye bundan sonra da aynı kökten kaynaklanan sorunlarla karşı karşıya kalmaya devam edecek; bu sorunlar kümesinin oluşturduğu ana başlık, Türkiye’nin bundan sonra nasıl ve kim/ler tarafından yönetileceği olacak gibi görünüyor. Zaten Erdoğan da dahil herkes açık ya da örtük şekilde bu tek gündemin etrafında dolaşıp duruyor.