Artık yeter!
Son dört ayda kalabalık görüşmelerimizin başlıca nedeni ihraçlar, bu melanetin arkadaşlıkları sıkılaştırmak ve insanları yakınlaştırmak gibi beklenmedik bir erdemi de yok değil. Evet, arkadaşlarla ya da tanıdıklarla temas kurmak için yeni bir nedenimiz var artık: doğum, sünnet, düğün ve ölümden sonra “ihraçlar ve açığa almalar”.
İzzet Çıvgın
Sevgili Duvar okurları,
Fırtına dinmiyor ve canımızı acıtmaya devam ediyor. 29 Nisan 2017 Cumartesi günü arkadaşım Ramazan hocaya uğradım. Eşlerimiz ve çocuklarımız da bizim evde buluşmuştu. Ramazan hoca, bu yılın başında bir KHK ile ihraç edildikten sonra lojmanı boşaltmış ve hemen karşımızdaki apartmana taşınmıştı. Mamoste Ramazan annesi ile birlikteydi, annesini yemek masasına oturturken ezan okundu, “Mamoste, siz akşam namazını kılarken ben arkadaşları arayayım” dedim. Aydın’ın numarasına basıp doktora savunmasını ne zaman yapacağını soracaktım, yıllardır onu bu şekilde taciz etmekten sadist bir zevk alıyor olabilirim. Telefon meşguldü, ulaşmayı başardığımda da anlamlandıramadığım yanıtlar verdi, “iyi olduğunu, merak etmemem gerektiğini” söyledi. Meğer yeniden KHK yayınlanmış 5-10 dakika önce, bu kez de Aydın’ı ihraç etmişler. Suçu aynı: bildiriye imza atmak… Kedilere düşkün ve et yemekten vazgeçecek denli şiddetten uzak bir insan “terörle iltisaklı” diye kurumundan uzaklaştırılıyor, sevdiği işi yapmaktan men ediliyor. Aydın Gelmez adını çoğunuz bu haberle duymuşsunuzdur. Lütfen onun adını unutmayın, Dicle Üniversitesi yönetimi ne derse desin, ne yaparsa yapsın, Aydın’ın değerini düşüremez. Öğrencilerinin onu nasıl uğurladığını internetten izlerseniz ne kadar sevildiğini ve saygı gördüğünü de anlarsınız. Şimdi Aydın’ın derslerine katılıp onu izlemediğime hayıflanıyorum. Türkiye’de Bilim Tarihi’ni Aydın kadar iyi anlatabilecek felsefeci sayısı herhalde çok fazla değildir.
4 Mayıs akşamı arkadaşım Hayri ile otururken Aydın’ı aradım, ertesi akşam Ankara’ya gideceğini öğrenince çok moralim bozuldu, beş gündür onu ziyaret etmeyi başaramadığım için kendimden utandım. 5 Mayıs sabahı 08.20’de Hayri ile yola çıktık. Aydın’ı üniversitede bulduk. Son eşyalarını toplamıştı. Oda arkadaşları Barış, Düzgün ve Nurten hocalar oradaydı, Ersin’i de görmeyi umuyordum ama olmadı. Aydın’ı uğurlama gününde hocalardan ziyade öğrenciler varmış (videolardan izlemiştik gelmeden önce), Aydın böyle olmasından mutluydu, zira öğrenciler ona yaptığı işin boşa gitmediğini göstermişlerdi. Artık hocalar da iyice pısmış durumda, uğurlamaya katılanlar için bile soruşturma açılıyor bazı üniversitelerde. Aydın, öğrencilere görünmemek için acil çıkış kapısını kullandı, uçağının havaalanından kalkacağı saati de duyurmamaya çalıştı çevreye; arkadaşlarının ve öğrencilerin onu uğurlamaya gelmesini istemiyordu (hem çok duygulandığı ve kendine zor hâkim olduğu için, hem de kimseye rahatsızlık vermemek için). “Benden kahraman çıkmaz, kendi halinde bir adamım” diyor ve nümayişlerden uzak durmaya çalışıyordu. Dicle İİBF kapısında birkaç polis aracı vardı, kadın ve erkek iki polis elleri silahlarının tetiğinde bekliyorlardı. Ne derse desin, Aydın bizim ve öğrencilerinin gözünde hep kahramandır.
Oradan Suriçi’ne gittik, Hayri’nin derdi Diyarbekir’e gelmişken ciğer yemekti. Suriçi programı Aydın’ın hoşuna gitti, uzun süre göremeyebileceğini düşünüyordu Dağkapı ve Balıkçılarbaşı’nı. Aydın ciğer yemedi, meğer yakın zamanlarda vejetaryen olmuş; etlerle aynı ızgarada piştikleri gerekçesiyle sıcak ekmek ve közde patlıcan-biber yediğim için bana laf soktu: o “ilkeli” bir vejetaryenmiş, “ilkesiz” vejetaryenliğimi kınadı bakışları ve sözleriyle. Onun ilkeli halleri beni daha da keyiflendirdi, “iyi ki 11 yıl önce arkadaş olmuşuz ve şimdi de yanındayım” diye düşündüm. Sonra Sülüklü Han’da melengiç kahvesi içtik. Saat 12.00 olmuştu ki “Cuma’yı niye aramadık, Aydın’la tanıştırır ve uzun bir aradan sonra onu da görmüş olurduk” diye düşündük ama dönmemiz gerekiyordu artık. Peynirli kadayıf (üstünde dondurma) yemeyi de planlamıştım ya ona vakit kalmadı. Aydın’ı Oryıl Petrol civarında bırakıp yola düştük. Mayıs sonu – Haziran başında bi kez daha görüşme ihtimalimiz vardı ama ne olur ne olmaz ayrılırken bir kez daha sarıldım, onu sevdiğimi söylemeyi de ihmal etmedim. Aydın’ın espri kanalları açılmıştı bu olaylarla birlikte, “İnsanlar tabii fırsat olmayınca sık görüşemiyorlar” dedi ve fırsattan kastını açıkladı: “düğün, cenaze, ihraç”. Yanlış değil, son dört ayda kalabalık görüşmelerimizin başlıca nedeni ihraçlar, bu melanetin arkadaşlıkları sıkılaştırmak ve insanları yakınlaştırmak gibi beklenmedik bir erdemi de yok değil.
Evet, arkadaşlarla ya da tanıdıklarla temas kurmak için yeni bir nedenimiz var artık: doğum, sünnet, düğün ve ölümden sonra “ihraçlar ve açığa almalar”. Aydın (sağ olsun) Mayıs sonunda da bize geldi ve bir kez daha görüşme şansımız oldu. Tabii o zamandan beri telefonla konuşma sıklığımız arttı. Temas fırsatı dedim ya, 15 yıldır görmediğim Funda’ya da yine aynı vesileyle ulaştım. Şubat KHK’sı ile “bildiri imzaladığı” için kurumundan ayrılmak zorunda kalmış, haberi çok geç aldım, ancak Mart’ta konuşabildik. Funda Karapehlivan Şenel’in tam da insan hakları alanında yüksek lisans ve doktora yaptıktan sonra haklarından mahrum edilmesi ayrı bir hoşluk. Funda İngiltere’de, Ayşen ve ben de Fransa’da lisans-üstü eğitimimizi sürdürüyorduk ki Funda’nın Ayşen’i ziyareti sayesinde yeniden karşılaşabildik 15 yıl kadar önce. Şimdi belki KHK’lar daha sık görüşmemize aracı olur. Aydın’ın listesinde eskiden aynı bölümde çalıştığımız Aziz Harman da vardı. Aziz hoca, 30 yıl öğretmen ve öğretim üyesi olarak hizmet ettiği ülkede şimdi kamu görevi yapamaz hale getirildi. Telefonu yoktu, güç bela buldum ama sesindeki kırıklık çok moral bozucuydu.
Heyhat, kötü haberler bitecek sanmıştık bir an için, yine yanılmışız. Beş gün önce 9 Eylül Üniversitesi “imzacı” hocalarını açığa aldı. İçlerinde Ayşen de var. Ayşen Uysal’ın ülkemizin en iyi hocalarından biri olduğunu ya da çalışkanlığını hatırlatmama gerek var mı? Bulunduğu yeri sonuna kadar hak ettiği açık değil mi? Onunla bu yazıyı kaleme almaya başlamadan birkaç saat önce konuştuk ve anladım ki “açığa alma”nın işlerine geri dönmeleriyle sonuçlanacağına dair hiçbir beklentileri yok. Birkaç ay içinde ihraç edilmeyi bekliyorlar. Karara konu hukuki soruşturma açılalı bir yılı geçti. Çoğundan bir şey çıkmadı ama şimdi bu soruşturma da kıyıma gerekçe oldu.
Dokuz Eylül’ün Rektörü Sayın Adnan Kasman, yayınlarınıza ve eğitim geçmişinize bakıldığında kıymetli bir hoca olduğunuz hemen anlaşılıyor. Ama şimdiki icraatınızı ihraç ile taçlandırmanız durumunda bunların hiçbirinin hatırlanmayacağını bilmenizi isterim. Diğer bütün erdemleriniz bu kararla aniden yerle yeksan olur ve kalan ömrünüzde insanları “bildiri imzaladılar” diye öğrencilerinden koparan rektör olarak yaftalanırsınız. Elia Kazan’ın hangi yönüyle ünlü olduğunu hiç unutmamamız gerekir. O büyük bir yönetmen ama filmleri kadar siyasal otorite karşısındaki zaafları ve aynı sektörde çalıştığı arkadaşlarının ismini verip karalamasıyla hatırlanır. Türkiye siyasal-toplumsal tarihi üzerine tez yazmış ve ders anlatmış biri olarak tekrar tekrar yaşadığımızı gördüğüm şey Dankwart Rustow’un “diastole” ve “systole” olarak ifade ettiği süreçlerdir. Çocukluğunu Türkiye’de geçirmiş kıymetli siyaset bilimciye göre, ülkemizin siyasal yaşamı kalbin kasılması ve sonra genişlemesi, sonra yeniden kasılıp yeniden genişlemesine benzer, yani siyasal-toplumsal iklimimizde bazen daralma anları olur, ifade özgürlüğü yara alır ama onu bir genişleme-rahatlama takip eder. Şimdi kalbin kasıldığı bir anı yaşıyoruz ama hiç kuşkunuz olmasın hemen sonra genişleme gelecek. Sayın Kasman, lütfen yanlış bir karar verip kendi akademik geçmişinizi de ateşe atmayın. Ayşen ve arkadaşları bu muameleyi hak etmiyorlar, ihraç kararı verseniz de ayakta kalmayı başarırlar ve asla başları önlerine eğilmez ama yanlış kararınızın ceremesini siz yıllar boyunca çekersiniz. Bunu içten duygularla ve gerçekten sizi de düşünerek söylüyorum: Birlikte çalıştığımız insanları koruyamayacaksak makamın ne önemi var ki?
Ayşen’i pek çoğunuz tanıyor, geçenlerde Duvar’da İrfan Aktan’la yaptığı bir röportaj yayınlandı. Ama kamusal alana yansımayanlar da var. Sinema defterime bakınca, onunla Paris’te 11 film izlediğimizi fark ettim. Örneğin Miyazaki ustanın “Komşum Totoro”sunu, Kubrick’in son filmini, “ah Ayşen’i bu filme niye sürükledim ki” diye hayıflandığım bir Lars von Trier eserini, Christoffer Boe’nin müthiş “Reconstruction”ını, “In the mood for love”ı ve hatta “Hero”yu. “Hero” çıkışındaki gariplik şuydu: Normalde daha eleştirel olan Ayşen filmde eğlenmeyi kafasına koyduğu için hiç sıkılmamış, filmle ilgili negatif yorum yapmamıştı. Bense Çin devletini kutsayan ve bireyi feda edilebilecek bir nesne olarak gören ideolojiden çok rahatsızdım.
Paris’te okurken inşaatta çalışmaya başlayınca Ayşen’e işkence edecek formülü buluverdim: “Sen solcusun, ben proleter”. Bu didişmeler dışında birlikte ne çok park-bahçe gezmişiz. Örneğin Rue Mouffetard, Montmartre, Parc de Buttes-Chaumont, Bois de Vincennes. Çıkmadan önce sandviçleri evde hazırlardık. Paris’te ilk oturduğumuz odayı bile bize aslında Ayşen bulmuştu (Eylül 1999). Tek odalı, duşu ve lavabosu aynı yerde, tuvaleti dışarıda olan bir oda… Ayşen orayı beğenmeyip çıkınca eşim gelene kadar arkadaşım Osman’la orada kalmıştık. Ayşen’in daha sonra uzun yıllar oturduğu oda da görülmeye değerdi. Sokağı çok iyiydi, katı da öyle ama tuvalet ve banyo iç-içeydi. Kapıyı açıp içeri girince tuvalet oluyor ama blok halindeki birimi döner kapı gibi çevirince banyoya giriliyordu. Tabii ki anlatamıyorum, çünkü anlatılacak gibi değil. Filmlerdeki gizemli bölmeler gibi tuhaf bir şey. Neden? Çünkü Paris’te insanlar her metrekaresi değerli küçücük evlerde (hatta odalarda) kalıyorlar. Benim sevgili Hatice’mle kaldığım 38 metrekare pek lüks sayılır. İki odası, banyo-tuvaleti ve mutfağı vardı (4 parça). Çoğu arkadaşımız tek bir odaya sıkışmış durumdaydı. Ayşen, ayrıca birlikte Japon restoranına gittiğim ilk ve tek insan. Orada zevkle yosun çorbası kaşıkladığımızı hatırlıyorum.
Fransa maceramız bitince ne yazık ki Türkiye’de ayrı kentlere düştük ve görüşme sıklığı azaldı. 2005 yılından beri iki kez bir araya gelebildiğimizi hatırlıyorum, sonuncusu 2013’te Diyarbekir Kitap Fuarı’nda. Bu yılın başında ihraç edilen Barış Ünlü’yle de orada tanıştık. Ayşen’in kitap fuarındaki sunuşu izleyenlerden çok ilgi gördü, sokak eylemleri konusunda öyle yetkinleşmişti ki alana hâkim olması yanında bunu duru sözcüklerle ifade edebilmesi takdirle karşılanmıştı. Onu ilk kez orada dinledim ve çok gururlandım arkadaşım olduğu için. Bu yıl da pek çok kez görüştük, 18 Mart’taki (doğum günü) hariç hep ihraçlarla ilgiliydi. Ne yazık ki uzun süredir birinci gündemimiz bu.
Sevgili okurlar, Aydın, Ayşen ve Funda gibi insanlar bulundukları yerlere hak ederek geldiler. Bu işi sevdiğimiz için yapıyoruz, makam ve ikbal derdimiz hiç olmadı. Bu insanların akademide olmaması, kendilerine değil öğrencilerimize verilen bir cezadır. Biz hayatımızı her durumda idame ettirebilir, ailemizin nafakasını bir şekilde kazanırız. Kurumlarımızdan atsalar da akademik üretimimize engel olamazlar. Ayşen, Aydın ve Funda gibi insanların yokluğu kurumları zayıflatır, verimini düşürür. Onların varlığı ve kamuya hizmet vermeleri herkes için bir kazançtır. Bu günlerin en kısa zamanda sona ermesini ve arkadaşlarımızın aramızda olmasını diliyorum.
(Kurum adı yazmıyorum, kentimin adını bile yazmadım. Herhalde üniversite basın-internet taraması yapınca yazılarımızı fark ediyor ve hakkımızda soruşturma açıyor, soruşturmalar da vaktinizin bir kısmını gasp edip veriminizi düşürüyor. Öncekini “kınama” ile savuşturduk ama rektörümüzün bu cezayı az bulduğu anlaşılıyor, bu yüzden çok fazla kaşınmamakta yarar var.)