Uyduruk Gezi Davası’nın delilsiz iddianamesiyle hapis cezasına çarptırılmış içeride tutulmaktayken deprem kurbanı Hatay’dan milletvekili seçilen Can Atalay’ın, yasalarla oynanarak, Anayasa yeniden delinerek milletvekilliğinin düşürülmesi, hukuk devletini terk etme konusundaki muktedir kararlılığını gösteriyor. Bununla kalmıyor, kendini varolan iktidar koalisyonunun parçası sayan devlet içi oluşumun da katkısıyla, -en azından bir ideal veya göstermelik kılıf olarak- hukuk devletinden ayrılışın bir tür resmî politika haline geldiğinin yeni işaretini veriyor. (“AİHM’i takmayız!”, “AYM de kim oluyor!” babalanmaları yetmediyse diye.) Yarım yamalak da olsa, göstermelik de olsa, zamana zemine bağlı, yerine göre falan da olsa hukuk devletine benzemeye çalışan bir organizasyonun hüküm sürdüğü topraklarda yaşamıyoruz artık. Artık!?
Hiçbir yenilik taşımayan bu yargının süslenerek mütemadiyen sofraya getirilebilen kısmına çatal uzatmıyorum, bu yazılık ondan yemesek de olur. Esas lokma olarak işte bu “artık”ı seçtim. Fakat tatsız, görünüşüne aldanmayın.
Evet, halen “hukuk devleti”ni ideal olarak terk ettiğimiz gibi anayasasız bir devlet -nasıl olacaksa!- olmaya yönelindi. “Halen” derken, “artık” yani. Peki bu “artık”, ne zamandan beri demek? Yani ne oldu da “artık” böyle oldu?
Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinde izlenen tutumun sadece anayasa delme falan değil, vatandaşlık kavramına düpedüz hakaret ve aşağılama da içerdiği ortada. Ayrıca, işin Meclis’in itibarının, güvenilirliğinin yanısıra nesnel konumunu da paramparça eden boyutu ihmal edilebilir gibi değil. Yani bu, büyük ve gösterişli bir adım. Ama ancak bir adım daha!
“Artık”ı Fatih Terim halleri takınarak yerleştiği başköşeden kaldırıp en azından şu “daha”nın yanına getirmeliyiz. Çünkü aslında “artık” o makama yakışmıyor. Sahaya sürüle sürüle hışırı çıktı. Fakat muhalefet dediğimiz toplumsal oluşumun gövdesini sarmış olan “aman, ezberim bozulmasın!” illeti, kendini mühim bir gözlem ürünü gibi sunan bu çıkma tesbit özentisini her fırsatta karşımıza getiriyor. Böyle böyle, bunun kendisi de başka ezber haline geliyor ve muhalefet repertuvarında yerini alıyor.
Ne “artık”ı ya?!
Aman ezberim bozulmasın iptilâsından yer yer kurtularak, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin bir nevi “ilk hadise” olmadığını hatırlayanlar elbette çıkıyor. Orada da uzanabildiğimiz sınır, meşhur “Anayasa’ya aykırı ama evet diyeceğiz” repliğinin söylendiği piyes. Şu basit soruyu araya katsak çok mu insan gücendiririz acaba: Kanlı silahlı işlerin karşısındaki yegâne mâkûl hattı oluşturabilecek Kürt siyasetçiler, delilsiz, kanunsuz beşer onar hapse tıkılır, o hat üzerinde siyaseti sürdürmeye çalışan herkesin hayatı, gayreti, maneviyatı bir şekilde tahrip edilirken “artık” demiş miydik? Haklısınız, sadece soruyorum.
Daha acıtıcı mevzu da var. “Gezi”, güya muhalefetin bir tür onur mücadelesinin başlığı; öyle değil mi? Osman’dan başlayacağız mecburen. Bu insanın hiçbir suçu yok. Aynen böyle: hiçbir suçu yok. Zaten bu yüzden, önce -bütün hayatının inkârı demek olan- bir karanlık dehlize sokup Fethullahçıların darbe girişimiyle ilişkilendirmeye çalıştılar. O kadar saçmaydı ki, hiçbir akıl mantık, izan vicdan tanımayan vazifeliler bile beceremeyip vazgeçtiler. Ardından, elbette tek bir delil kırıntısı bile icat edemedikleri “casusluk” suçlamasını ortaya attılar, (MHP’nin başındaki şahıs, bu davadan vazgeçilmiş olmasına rağmen arkadaşımdan “casus” diye bahsedebiliyor, yasaların kendilerine karşı geçerli olmayışından istifade ederek.) Nihayet, beraat kararlarıyla çoktan işi görülüp kenara kaldırılmış olması gereken Gezi Davası oyununa Osman’ı da “fitnenin başı” gibi bir rolde katıp hiçbir suç işlememiş insanları on sekizer sene, Osman’ın durumunda da ağırlaştırılmış müebbet, yani idam cezasına çarptırdılar, hapse attılar.
Bu şüphesiz, hukuk devletinden ayrılış yönünde, âdetâ HDP ve siyasetçilerini yeryüzünden silme hedefi güden “Kobani Davası” gibi bir kararlı adımdı. Üstelik bir tür savaş ilanıydı da: “Tek delil yokken kimin istersek hayatını karartırız, sıkıysa önleyin, haydi bakalım!” Söylenen buydu. Muhaliflerin bu meydan okumaya karşı takındığı tavır, “Cumhuriyet’in tescilli yolundan ayrı düşme anksiyetesi” başlığı altında toplayabileceğimiz, içten gelen reflekslerle, “aman, Soros’çu derler!”, “aman, sivil toplumcu ilan ediliriz!”, “aman, Kürtler!” korkularıyla pısıp kalmak oldu.
Fakat replik olarak “artık”ın senaryodaki meşru yeri burası da değil. Altmış küsur belediyeyi, tamamen yasal, meşru, kuralına uygun seçimlerle kazanmış siyasî partinin elinden zorla alıp, insanların hakkını, hukukunu, yurttaş olarak alabileceği soluğu, tadabileceği vatandaşlık hakkını, insan olarak değerini, haysiyetini gasp ettiklerinde de vaziyet aynıydı. Bunlar “onlar”ın belediyeleriydi veya seçme haklarıydı veya haysiyetleriydi; bunları gasp etmek hepimizin iman ettiği devletin fıtratında vardı, olmalıydı; dolayısıyla, itiraz edilecek şey yoktu. Muhalefetin gövdesinden uzanan cılız dallarda, “yani belki… yapılmasa daha iyi olabilirdi, ama belki daha az yapılabilirdi, işte…” cinsinden hışırtılar bile zar zor duyulabiliyordu.
Muhterem okurlar, maalesef burada da duramıyoruz. Ve yine maalesef asıl “artık”, Ekrem İmamoğlu’nun yine tamamen usûlüne uygun, meşru şekilde kazandığı İstanbul seçimlerinin göz göre göre iptal ettirilmesi müsameresinden de öteye uzanıyor. Yine de meşruiyetin sadece gücü ele geçirenin gücünde olduğu, hukuksuz devlet şekline geçiş bahsinde bu seçim tekrarının önemli adım olduğunu unutmamalıyız. Takım elbiseli üç adam, şık bir otel lobisi miydi, hangi allahın belası yerdi, hatırlamıyorum, öyle bir yerin asansörü önünde, güya seçim iptalini gerektiren “belgeler”le dolu üç valizle beklerken fotoğraflanmış, “işte belgeler” yaygarasıyla bu fotoğraf paylaşılmıştı, yönettiği halkı aptal yerine koyduğunu her fırsatta duyuran egemenlerin yavşak hizmetkârları tarafından. Çok utanç verici bir görüntüydü. Koskoca üç adam, şık şık da giyinmişler, içinde allah bilir, boş kağıt bile bulunmayan kandırık valizlerle seçim iptal ettirmeye gidiyorlar…
Peki, kopan onca gürültüye, seçimi bileğinin hakkıyla kazanmış muhalefet nasıl cevap verdi? Boyun eğerek. Evet, ikinci seçimde oy sandıklarının korunuşu, torbaların çuvalların üzerinde yatarak açık hileler yapılmasını engellemek için seferber oluş, CHP tarihinde görülmemiş muazzam bir toplumsal eylemlilik ve iftihar edilecek azim, gayret, mücadele vücuda getirdi. O mücadeleyi yürütenleri kutlamayı ihmal etmeden yine de sormalıyız ama: Seçim tekrarı neden kabul edildi? Tek bir meşru-yasal nedeni yoktu seçim iptalinin. Neden boyun eğildi?
İkinci seçimin büyük farkla kazanılması, elbette her şeyden önce memleketin selameti bakımından iyi oldu, ama yanılsama da yarattı. “Meşru seçim yolundan sapılıyordu, toparladık” sanıldı. Tabiî ki böyle olmamış, iktidar kibrinin ve gafletinin kurbanı olmuş, atı alamamış, Üsküdar’ı geçememiş, buna karşılık yasa tanımazlığı, keyfî tasarrufunu hukuk yerine geçirmeyi kabul ettirmişti.
Yeniden kavuştuğumuzu sandığımız sağlam zemin, dolayısıyla, gerçekte ana kütleden kopmuş gezinen buz parçasından ibaretti. Zira kütle daha önce çökmüş, paramparça olmuştu, biz de ilk bakışta ufak gözükmeyen, çatırdamayan, büyüklüğü nedeniyle kıpırdamıyor gözüken bir parçanın üzerinde kalmıştık.
“Artık”ın son torununun -atalarından bahsetmiyoruz bu yazıda- asıl doğum yeri bizim parçanın ana buzuldan koptuğu yarıktı. Yıl 2015, mevsimlerden yazdı. Doğrudan etkilenenlerin bile hâlâ çok-taraflı sebepleri hakkında fazla bilgi sahibi olmadığı bir süreç içerisinde, hâlâ aydınlatılamamış, aydınlatılamama şekillerine bakılınca devlet kaynaklı saiklerin seçilebildiği suikastlar, katliamlar, yakmalar yıkmalarla yerin yerinden oynatıldığı vâveyla bizi siyasî hayatın meşru seçimlerle aktığı ülke olmaktan çıkardı. Demokratik temsil bakımından yeryüzündeki en şahane genel seçimlerden biri sayılacak Haziran 2015 seçimleri göz göre göre yok sayıldı. İlk defa memleketin batısına da seslenip orada azıcık kıpırdanma yaratabilmiş Kürt siyaseti ağırlıklı sol-muhalif partinin seksen milletvekiliyle yeraldığı bir Meclis’te işler şüphesiz bugünkünden bambaşka yürüyecek, hele tek başına iktidarı kaybetmiş AKP etkinliğini yitirmemek için muhalefetle uzlaşı yolları aramaya yönelirse, topluca, demokrasinin gelişeceği, hukuk devleti yönünde adımların atılabileceği ortama geçebilecektik.
O halde şunu sormalıyız: Koskoca meşru genel seçimin iptalini ve şu yukarıda kabaca tasvir ettiğim türden hayırlı yola sapılmasını önlemeyi kimler istedi? Bu soruya cevap ararken fotoğraflarını masaya dökeceğimiz olağan şüpheliler arasında kimler bulunacaktır? İlk sırayı şüphesiz, her sorunun çözümünü memleket nüfusunun bir bölümünün ortadan kaldırılmasında gören MHP’liler, şimdinin İYİP’lileri, göçmen düşmanlığından siyasî ikbal uman ırkçı faşistler ve devletin o kafadaki görevlileri alacaktır. Rotayı bunlarla güçbirliği ederek mutlakçı iktidar kurmaya kıran AKP’lileri de katalım. Başka?
Soruyu azıcık değiştirerek sormak önümüzü açabilir. “Kimler istedi?” yerine, “Kimler niçin razı oldu?” diye soralım. Böylece herkes içinden geçeni daha rahat söyler belki. Yine içinden tabiî. Çünkü her şey içimizde olup bitiyor. Korkular, nefretler, takıntılar, refleksler, zihni ve haysiyeti felç eden ne varsa içimizde. Yoksa, lağıma düşmüş, pisliğin içinde yüzen mendile kuş pisleyince “artık kirlendi ama!” deyip de inanmayacak kadar aklımız fikrimiz vardır herhalde.
(Birinci kuşak “Artık”ın doğum tarihi şüphesiz çok daha eskiye uzanıyor. Devletle ilişkisindeki çarpıklık yüzünden hak aramayı öğrenememiş topluluğun üç yanı denizlerle, dört yanı düşmanlarla çevrili topraklardaki ergenlikten kurtulma mücadelesiyle yaşıt. İnternette, futbol ve bahis sitesinin uzantısı illegal dizi sitesinde var, izleyebilirsiniz. Tüyo da vereyim. Kullanıcı adı: Mustafasuphi, şifre: Haziran2015. Yeni sezon başlamadan, size çıkan kısmın özetini aktaracağım sonra.)