'Arzu, ya tümüyle hatırlanır ya tümüyle unutulur...'
Bitmiş bir aşk hikâyesi. Tam da bitmemiş sanki. Eğer ‘henüz’ sözcüğünü kullanmak gerekirse, erkek için ‘henüz’ sürüyor. Sürüyor sürmesine de, erkeğin yaşadığı tutku mu, hazımsızlık mı, orası pek beli değil. Kadının içinde belki bir iki şefkat kırıntısı var, buna mukabil bitirmek konusunda çok daha mahir ve kararlı. Nasıl, tanıdık geldi mi erkeklere?!
Malumunuz, klasik edebiyat eserlerinin hayat boyu üç kez
okunması önerilir. Gençken, orta yaşta ve yaşlanınca. Tabii her
şeyin biraz yolunda gitmesi gerekiyor bu öneriye uymak için, kabul
etmeli!
İnsan yaşlandıkça, daha doğrusu yaş aldıkça, daha çok hak
veriyor, yaşamın dönemlere ayrıldığı ve her bir dönemin kendi
zorunluluklarını dayattığı düşüncesine. Nasıl ‘gençlik’ diye bir
şey varsa; akıldan, fikirden, eğitimden bağımsız ‘yaşlılık’
diyebileceğimiz bir dönem de var. Kabul etseniz de etmeseniz de
zaman, bu somut ve eğer şanslıysak kaçınılmaz gerçeği görmezden
gelmenize izin vermiyor. Yok hayır, hemen itiraz edip aslında kaç
yaşına gelirseniz gelin kendinizi kesinlikle yaşlı hissetmediğinizi
söylemeyin sakın. Sağlıkla, sıhhatle ya da kimi tuhaf erkeklerin
yaptığı gibi, pörsümüş kasları şişirmeye çalışıp ortalıkla
süzülmekle ilgili değil sözünü ettiğim yaş almak olgusu. Kötü bir
halden de söz etmiyorum üstelik. Tabii, dünyaya kazık çakmayacağını
gençken kavrayıp ölümle barışık yaşamayı kabullendiyse insan.
Fotoğraf: Mehmet Çakıcı
Yirmili yaşlarda anlaşılamayacak, hissedilemeyecek duygular var.
İşin matrak yanı, yirmili yaşlarını sürerken insanın bunun farkında
olamayışı! Ne kadar çok şey biliyoruz o yaşta ve ardından nasıl da
fark ediyoruz aslında pek bir şey anlamadığımızı, yıllar sonra.
Zaman öğretiyor. Eş dost öğretiyor. Mekân öğretiyor. Sahip
olduklarımız kadar, yoksunluklarımız öğretiyor. Sevdiklerimiz,
sevmediklerimiz, sevemediklerimiz öğretiyor. Kızgınlıklarımız
öğretiyor. Şefkatimiz. Gurbet öğretiyor. Ayrılık öğretiyor.
Başlangıçlarımız, bitirdiklerimiz öğretiyor. Bazen,
bitiremediklerimiz. Belki de en fazla bitiremediklerimiz.
Becerisizlikten değil, bitirmeyi istememekten ya da yapamamaktan,
belki.
Yaşamın öğrettikleri, öğrenenin kim olduğuyla ilgili. Nereden
geldiği, hangi koşulların ürünü olduğu, nasıl bir çocukluk ve ilk
gençlik yaşadığı, hangi eğitimi aldığı, inançla nasıl bir ilişki
kurduğu, etnik kökeni ve diğer mensubiyetleri nedeniyle
yaşadıkları, öğrendikleri kadar öğrenmedikleri ve gördükleri kadar
görmedikleri. Ve tabii cinsiyeti.
Bir erkeğin, kadının ya da diğer cinsel yönelimlere sahip
olanların, geçip giden yılları algılayışı, olup bitene bakışı,
sorun öncelikleri ve olgulara, olaylara verdiği anlamlar kuşkusuz
çok farklı olabilir. Ben erkek tarafı olduğuma göre, ancak yaşamın
bir kenarından ve kaçınılmaz biçimde yanlı bakabilirim hem
zamanıma, hem diğer cinse. Bunun anlamaya çalışmakla, konuşmak ve
paylaşmakla, dinlemekle, adil olmakla pek ilgisi yok. Anlamak ve
anlatmak adı verilen eylemler, eninde sonunda tarafgirdir ve
biriyle yaşadığınız ilişkiyi, diğerine anlatırken dahi tümüyle
dürüst olamazsınız. Herkes kendi hikâyesini anlatır nihayetinde.
Nasıl yaşadıysa, deneyimlediğini nasıl görmek istediyse. Kadın
erkek ilişkisinde, belki başka hiçbirinde olmadığı kadar öznel, o
algının çeşitliliği.
Yok hayır, zannettiğiniz gibi bir sabah uyanıp size kadın erkek
ilişkileri hakkında düşündüklerimi yazmaya, kamuoyunu konu hakkında
bilgilendirmeye karar vermiş değilim! Bu satırların nedeni,
seyrettiğim bir oyun.
Geçen hafta sonu uzun süredir görmek istediğim bir oyunu nihayet
seyredebildim. Marguerite Duras’nın eseri, La Musica Deuxième.
Oyunun tarihçesi ilginç. “La Musica” adıyla ilk kez Ekim 1965’te
Studio des Champs-Elysées’de sergilenmiş. 1967’de Marguerite Duras
ve Paul Seban yönetmenliğinde filme de çekilmiş. Benim seyrettiğim
La Musica Deuxième, 1985’te gösterilen bir oyun. La Musica’nın uzun
versiyonu ve ilkinden farklı olarak hikâye, ‘şafağa’ dek sürüyor.
Türkçe adı, Yeni Bir Şarkı.
Moda Sahnesi’ndeki oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan. Çeviren,
Murat Erşen. Oyuncular Melis Birkan ve Caner Cindoruk.
‘Saf tiyatro’ seyrettiğimi düşündüm. Müesses kültürün
beklentilerine yanıt verme kaygısı taşımayan, seyirciyi türlü
sevimlilikler ve canlandırma yöntemleriyle çekmeye, cezbetmeye
çalışmayan, tükenmeyen alkış sahnelerini hedeflemeyen bir oyun. En
yalın haliyle tiyatro. Bu nedenle, yalnızca metni ve oyunculuğu
nedeniyle değil, söz konusu nitelikleriyle de sevdim oyunu.
Dönemin, koşulların ve reel politiğin (!) gerekliliklerine,
klişelerine direnen ve hatta umursamayan şeyler zevk veriyor
insana. Genel olarak sanatın, özelde tiyatronun çok önemli ve
dönüştürücü bir etkisi var insan, toplum üzerinde. Tiyatro antik
çağlardan bugüne, geçtiği çok çeşitli evrelerde bu işlevi yerine
getirdi. Her bir evre ve o evreleri yansıtan eserler, karakterler,
yazarlar, sahneleme türleri, yüz milyonlarca insana bir şeyler
anlattı. Ses, müzik, plastik sanatlar, dans, yirminci yüzyıllara
birlikte perdeye yansıtılan görüntü... Hepsi bir yana, insan.
Oyunda yalnızca iki kişinin, kadın ve erkeğin kendi
hikâyelerini, abartılı mimik ve diyaloglar olmaksızın sükunetle
anlatmalarına tanık olduk. Ayrıca, yıllar önce yazılmış bir metnin
bugüne dair söylediği çok şey vardı. Oyun başlamadan önce iki
devasa perdede, Türkiye’de katledilen kadınların isimlerinin
geçmesi ve altındaki “kadın cinayetleri politiktir” yazısı,
herhalde yeteri kadar fikir verir.
Fotoğraf: Mehmet Çakıcı
Beni bir seyirci ve tabii erkek seyirci olarak asıl etkileyen ne
fon, ne her bir parçasının siyah olması için özen gösterildiği
belli sade dekor, ne kırmızı otel halısı, ne yönetmenin başarıyla
kullandığı sinema perdesine yansıtılmış oyuncu diyalogları. Kadın
ile erkeğin ilişkisi. Yıllar öncesinin dünyasında, Fransa’sında
geçen cümlelerin, her şey şu anda Kadıköy Bahariye’de yaşanıyormuş
hissi vermesi.
Güneyli erkek ile Kuzeyli kadın. Ayrılıklarının üzerinden üç yıl
geçmiş ve boşanma günlerinde, bir kez daha, ‘aynı’ otelde
karşılaşıyorlar. Şans eseri değil tabii, ayakları başka bir mekâna
götürmediğinden. Yalnızca konuşuyorlar. Bir de bakıyorlar
birbirlerine! Özellikle kadının erkeğe bazı bakış anları, tahmin
ediyorum daha çok orta yaş ve üstü erkek seyirciyi sarsmış, hatta
bir yerlerden tanıdık gelmiştir! Bitmiş bir aşk hikâyesi. Tam da
bitmemiş sanki. Eğer ‘henüz’ sözcüğünü kullanmak gerekirse, erkek
için ‘henüz’ sürüyor. Sürüyor sürmesine de, erkeğin yaşadığı tutku
mu, hazımsızlık mı, orası pek beli değil. Kadının içinde belki bir
iki şefkat kırıntısı var, buna mukabil bitirmek konusunda çok daha
mahir ve kararlı. Nasıl, tanıdık geldi mi erkeklere?!
Oyun boyunca, erkeklerin çok bildik hallerini en çarpıcı
anlarıyla sergiliyor Caner Cindoruk. Erkeğin, çoğu zaman kerameti
kendinden menkul, öğrenilmiş, biraz da çaresizlikten başvurduğu o
gülünç özgüveni. Herkesin, ama özellikle bir kadının hemen fark
edeceği (ve ettiği!), özgüvenden başka her şeye benzeyen özgüven!
İkna etmeye çalışıyor kadını, onu hâlâ sevdiğine ve hemcinsleri
gibi, hem sevdiğinden, hem kadının ikna olacağından, hem
haklılığından emin gibi. Olmuyor bir türlü. Karşısında Margurite
Duras’ın güçlü kadın karakteri var. Aslında dönem itibariyle
‘güçlenen’ ya da ‘farkına varan’ kadın karakteri demek daha doğru
olur. Ezilen, horlanan kadının hayatını yaşarken başka birine
dönüşen, dönüşebileceğini fark eden, bunun için belli ki kendisiyle
ve herkesle mücadele vermek zorunda kalmış, sonunda başarmış bir
kadın.
Erkeğin erkeklik pozları, zamanında eziyet ettiği kadından sevgi
ve ilgi beklemesi, ancak bunu yaparken dahi erkekliğinden taviz
veremeyecek ölçüde kendiyle meşgul oluşu. Birbirini çok seven kadın
ve erkeğin ilişkisinin seyri. O seyre yıllar sonrasından
bakıldığında yaşadıkları hüzün ve kızgınlıklar. Evlilik ve aile
kurumuma yönelik, 1960’lar ruhuna uygun sarsıcı eleştiriler.
Saplantılı bir adam. İlişkiyi çoktan bitirmiş bir kadın.
Öyledir, erkek biraz geç anlar hakikaten! Çoğu zaman da tam
manasıyla anlamaz aslına bakılırsa. ‘Güneyli’ erkek, kadının
kendisi olmadan yaşayabilmesine, mutlu olabilmesine inanamaz
bekleneceği üzere! Ben olmazsam ne yapar ve nasıl yapar, diye
düşünür hep. Sonra bir gün biter. Kadın bitirir. ‘Güneyli’ erkek,
inanmak istediği hikâyeye ikna edemez kadını, çünkü o hikâye hep
onun tarafından anlatılmıştır ve içinde sevdiği kadının duyguları,
çektiği acılar yoktur. Artık, unutulan acılar... Artık, unutulan
duygular...
Arzu gibi, “ya tümüyle hatırlanan ya tümüyle unutulan,”
arzu.
‘Erkek’ anlamakta zorlansa da, ‘sürdürürken’ olduğu gibi,
‘bitirmek’ söz konusu olduğunda da keskin ve kararlı olabilen
‘kadın’ diyor ki bir yerde: “Hiçbir şey bundan daha fazla sona
ermemiştir. Ölüm bile.”