'Arzu, ya tümüyle hatırlanır ya tümüyle unutulur...'
Bitmiş bir aşk hikâyesi. Tam da bitmemiş sanki. Eğer ‘henüz’ sözcüğünü kullanmak gerekirse, erkek için ‘henüz’ sürüyor. Sürüyor sürmesine de, erkeğin yaşadığı tutku mu, hazımsızlık mı, orası pek beli değil. Kadının içinde belki bir iki şefkat kırıntısı var, buna mukabil bitirmek konusunda çok daha mahir ve kararlı. Nasıl, tanıdık geldi mi erkeklere?!
Malumunuz, klasik edebiyat eserlerinin hayat boyu üç kez okunması önerilir. Gençken, orta yaşta ve yaşlanınca. Tabii her şeyin biraz yolunda gitmesi gerekiyor bu öneriye uymak için, kabul etmeli!
İnsan yaşlandıkça, daha doğrusu yaş aldıkça, daha çok hak veriyor, yaşamın dönemlere ayrıldığı ve her bir dönemin kendi zorunluluklarını dayattığı düşüncesine. Nasıl ‘gençlik’ diye bir şey varsa; akıldan, fikirden, eğitimden bağımsız ‘yaşlılık’ diyebileceğimiz bir dönem de var. Kabul etseniz de etmeseniz de zaman, bu somut ve eğer şanslıysak kaçınılmaz gerçeği görmezden gelmenize izin vermiyor. Yok hayır, hemen itiraz edip aslında kaç yaşına gelirseniz gelin kendinizi kesinlikle yaşlı hissetmediğinizi söylemeyin sakın. Sağlıkla, sıhhatle ya da kimi tuhaf erkeklerin yaptığı gibi, pörsümüş kasları şişirmeye çalışıp ortalıkla süzülmekle ilgili değil sözünü ettiğim yaş almak olgusu. Kötü bir halden de söz etmiyorum üstelik. Tabii, dünyaya kazık çakmayacağını gençken kavrayıp ölümle barışık yaşamayı kabullendiyse insan.
Yirmili yaşlarda anlaşılamayacak, hissedilemeyecek duygular var. İşin matrak yanı, yirmili yaşlarını sürerken insanın bunun farkında olamayışı! Ne kadar çok şey biliyoruz o yaşta ve ardından nasıl da fark ediyoruz aslında pek bir şey anlamadığımızı, yıllar sonra. Zaman öğretiyor. Eş dost öğretiyor. Mekân öğretiyor. Sahip olduklarımız kadar, yoksunluklarımız öğretiyor. Sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, sevemediklerimiz öğretiyor. Kızgınlıklarımız öğretiyor. Şefkatimiz. Gurbet öğretiyor. Ayrılık öğretiyor. Başlangıçlarımız, bitirdiklerimiz öğretiyor. Bazen, bitiremediklerimiz. Belki de en fazla bitiremediklerimiz. Becerisizlikten değil, bitirmeyi istememekten ya da yapamamaktan, belki.
Yaşamın öğrettikleri, öğrenenin kim olduğuyla ilgili. Nereden geldiği, hangi koşulların ürünü olduğu, nasıl bir çocukluk ve ilk gençlik yaşadığı, hangi eğitimi aldığı, inançla nasıl bir ilişki kurduğu, etnik kökeni ve diğer mensubiyetleri nedeniyle yaşadıkları, öğrendikleri kadar öğrenmedikleri ve gördükleri kadar görmedikleri. Ve tabii cinsiyeti.
Bir erkeğin, kadının ya da diğer cinsel yönelimlere sahip olanların, geçip giden yılları algılayışı, olup bitene bakışı, sorun öncelikleri ve olgulara, olaylara verdiği anlamlar kuşkusuz çok farklı olabilir. Ben erkek tarafı olduğuma göre, ancak yaşamın bir kenarından ve kaçınılmaz biçimde yanlı bakabilirim hem zamanıma, hem diğer cinse. Bunun anlamaya çalışmakla, konuşmak ve paylaşmakla, dinlemekle, adil olmakla pek ilgisi yok. Anlamak ve anlatmak adı verilen eylemler, eninde sonunda tarafgirdir ve biriyle yaşadığınız ilişkiyi, diğerine anlatırken dahi tümüyle dürüst olamazsınız. Herkes kendi hikâyesini anlatır nihayetinde. Nasıl yaşadıysa, deneyimlediğini nasıl görmek istediyse. Kadın erkek ilişkisinde, belki başka hiçbirinde olmadığı kadar öznel, o algının çeşitliliği.
Yok hayır, zannettiğiniz gibi bir sabah uyanıp size kadın erkek ilişkileri hakkında düşündüklerimi yazmaya, kamuoyunu konu hakkında bilgilendirmeye karar vermiş değilim! Bu satırların nedeni, seyrettiğim bir oyun.
Geçen hafta sonu uzun süredir görmek istediğim bir oyunu nihayet seyredebildim. Marguerite Duras’nın eseri, La Musica Deuxième. Oyunun tarihçesi ilginç. “La Musica” adıyla ilk kez Ekim 1965’te Studio des Champs-Elysées’de sergilenmiş. 1967’de Marguerite Duras ve Paul Seban yönetmenliğinde filme de çekilmiş. Benim seyrettiğim La Musica Deuxième, 1985’te gösterilen bir oyun. La Musica’nın uzun versiyonu ve ilkinden farklı olarak hikâye, ‘şafağa’ dek sürüyor. Türkçe adı, Yeni Bir Şarkı.
Moda Sahnesi’ndeki oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan. Çeviren, Murat Erşen. Oyuncular Melis Birkan ve Caner Cindoruk.
‘Saf tiyatro’ seyrettiğimi düşündüm. Müesses kültürün beklentilerine yanıt verme kaygısı taşımayan, seyirciyi türlü sevimlilikler ve canlandırma yöntemleriyle çekmeye, cezbetmeye çalışmayan, tükenmeyen alkış sahnelerini hedeflemeyen bir oyun. En yalın haliyle tiyatro. Bu nedenle, yalnızca metni ve oyunculuğu nedeniyle değil, söz konusu nitelikleriyle de sevdim oyunu.
Dönemin, koşulların ve reel politiğin (!) gerekliliklerine, klişelerine direnen ve hatta umursamayan şeyler zevk veriyor insana. Genel olarak sanatın, özelde tiyatronun çok önemli ve dönüştürücü bir etkisi var insan, toplum üzerinde. Tiyatro antik çağlardan bugüne, geçtiği çok çeşitli evrelerde bu işlevi yerine getirdi. Her bir evre ve o evreleri yansıtan eserler, karakterler, yazarlar, sahneleme türleri, yüz milyonlarca insana bir şeyler anlattı. Ses, müzik, plastik sanatlar, dans, yirminci yüzyıllara birlikte perdeye yansıtılan görüntü... Hepsi bir yana, insan.
Oyunda yalnızca iki kişinin, kadın ve erkeğin kendi hikâyelerini, abartılı mimik ve diyaloglar olmaksızın sükunetle anlatmalarına tanık olduk. Ayrıca, yıllar önce yazılmış bir metnin bugüne dair söylediği çok şey vardı. Oyun başlamadan önce iki devasa perdede, Türkiye’de katledilen kadınların isimlerinin geçmesi ve altındaki “kadın cinayetleri politiktir” yazısı, herhalde yeteri kadar fikir verir.
Beni bir seyirci ve tabii erkek seyirci olarak asıl etkileyen ne fon, ne her bir parçasının siyah olması için özen gösterildiği belli sade dekor, ne kırmızı otel halısı, ne yönetmenin başarıyla kullandığı sinema perdesine yansıtılmış oyuncu diyalogları. Kadın ile erkeğin ilişkisi. Yıllar öncesinin dünyasında, Fransa’sında geçen cümlelerin, her şey şu anda Kadıköy Bahariye’de yaşanıyormuş hissi vermesi.
Güneyli erkek ile Kuzeyli kadın. Ayrılıklarının üzerinden üç yıl geçmiş ve boşanma günlerinde, bir kez daha, ‘aynı’ otelde karşılaşıyorlar. Şans eseri değil tabii, ayakları başka bir mekâna götürmediğinden. Yalnızca konuşuyorlar. Bir de bakıyorlar birbirlerine! Özellikle kadının erkeğe bazı bakış anları, tahmin ediyorum daha çok orta yaş ve üstü erkek seyirciyi sarsmış, hatta bir yerlerden tanıdık gelmiştir! Bitmiş bir aşk hikâyesi. Tam da bitmemiş sanki. Eğer ‘henüz’ sözcüğünü kullanmak gerekirse, erkek için ‘henüz’ sürüyor. Sürüyor sürmesine de, erkeğin yaşadığı tutku mu, hazımsızlık mı, orası pek beli değil. Kadının içinde belki bir iki şefkat kırıntısı var, buna mukabil bitirmek konusunda çok daha mahir ve kararlı. Nasıl, tanıdık geldi mi erkeklere?!
Oyun boyunca, erkeklerin çok bildik hallerini en çarpıcı anlarıyla sergiliyor Caner Cindoruk. Erkeğin, çoğu zaman kerameti kendinden menkul, öğrenilmiş, biraz da çaresizlikten başvurduğu o gülünç özgüveni. Herkesin, ama özellikle bir kadının hemen fark edeceği (ve ettiği!), özgüvenden başka her şeye benzeyen özgüven! İkna etmeye çalışıyor kadını, onu hâlâ sevdiğine ve hemcinsleri gibi, hem sevdiğinden, hem kadının ikna olacağından, hem haklılığından emin gibi. Olmuyor bir türlü. Karşısında Margurite Duras’ın güçlü kadın karakteri var. Aslında dönem itibariyle ‘güçlenen’ ya da ‘farkına varan’ kadın karakteri demek daha doğru olur. Ezilen, horlanan kadının hayatını yaşarken başka birine dönüşen, dönüşebileceğini fark eden, bunun için belli ki kendisiyle ve herkesle mücadele vermek zorunda kalmış, sonunda başarmış bir kadın.
Erkeğin erkeklik pozları, zamanında eziyet ettiği kadından sevgi ve ilgi beklemesi, ancak bunu yaparken dahi erkekliğinden taviz veremeyecek ölçüde kendiyle meşgul oluşu. Birbirini çok seven kadın ve erkeğin ilişkisinin seyri. O seyre yıllar sonrasından bakıldığında yaşadıkları hüzün ve kızgınlıklar. Evlilik ve aile kurumuma yönelik, 1960’lar ruhuna uygun sarsıcı eleştiriler.
Saplantılı bir adam. İlişkiyi çoktan bitirmiş bir kadın.
Öyledir, erkek biraz geç anlar hakikaten! Çoğu zaman da tam manasıyla anlamaz aslına bakılırsa. ‘Güneyli’ erkek, kadının kendisi olmadan yaşayabilmesine, mutlu olabilmesine inanamaz bekleneceği üzere! Ben olmazsam ne yapar ve nasıl yapar, diye düşünür hep. Sonra bir gün biter. Kadın bitirir. ‘Güneyli’ erkek, inanmak istediği hikâyeye ikna edemez kadını, çünkü o hikâye hep onun tarafından anlatılmıştır ve içinde sevdiği kadının duyguları, çektiği acılar yoktur. Artık, unutulan acılar... Artık, unutulan duygular...
Arzu gibi, “ya tümüyle hatırlanan ya tümüyle unutulan,” arzu.
‘Erkek’ anlamakta zorlansa da, ‘sürdürürken’ olduğu gibi, ‘bitirmek’ söz konusu olduğunda da keskin ve kararlı olabilen ‘kadın’ diyor ki bir yerde: “Hiçbir şey bundan daha fazla sona ermemiştir. Ölüm bile.”