Bana göre, ‘yalı dizisi’ gibi bir alt tür icat etmiş bir toplumun trajediden düz kontak sevinç çıkarabilmedeki haset dozu yüksek genel riyasına ‘sınıf kini’ denmemeli. Mina Başaran ve arkadaşlarının ölümüne sevinenler, ya da üzülmediğini belirtme ihtiyacı duyanlar, içinde bulunduğumuz vasati kırk çöp cehenneme de odun taşıyanlar.
Düşen uçak. Dünyada üstüne devrik cümle, süslü cümle kurmak
istemeyeceğim bir trajedi biçimi, normal koşullarda. Ama gerekti.
Yazmak ve duygulara ulaşmak gerekti.
Bir çırpıda yok oluş. “Dünyada ölümden başkası yalan,” dedirten
o anilik, geri dönüşsüzlük, keskinlik, kesinlik. O anın korkusu…
İnandığın, sevdiğin, uğruna gözyaşı döktüğün, ulaşacağın,
ulaşamayacağın, kendini kandırdığın, kendin olduğun, kendinden
geçtiğin, kendinle tanıştığın, kendini aştığın, başkasına vardığın,
anladığın, yenildiğin, düştüğün yerden yeniden doğrulduğun, insan
olduğun… Kısacık da olsa bir ömrü dolduran her şeyin yere
çakılması, saniyeler içinde. Bir varsın, bir yoksun. Dil, din,
renk, sınıf, statü ayırmayan o korkunç ‘adaleti’ ölümün.
Faniliğimizi dehşetle duyumsayacağımız, aidiyetlerden bağımsız,
insan olmayı hatırlayacağımız, ölüm karşısında gerçekten geri
basmamız gereken anlar, var. Bu açıdan maalesef verimli bir
coğrafyadayız, bir ömürde hepsinin tanığıyız. 10 Ekim trajedisinin
üstünden daha üç yıl geçmedi (mesela!). Her gün çocuklar
ölüyor…
Ani, dehşet verici ölüm karşısında dili saygıyla kilitlemekten,
aileye ve yakınlara sabır dilemekten ve insan olmanın ne denli
uçucu bir şey olduğunu hatırlamaktan başka bir konumumuz olmamalı,
normal koşullarda. İnsan, bulduğu her kestirmeden kendine varabilen
bencil bir yaratıktır, tamam. Bu tür ölümler karşısındaki kabul
edilebilir tek bencillik şu olabilir: Sevdiğin birini ararsın.
“Aman ne olacak,” diye düşünür, o uzundur beklettiğin sözleri
yazarsın. Gelmiştir sırası. Gelmese de, ölüm sıra beklemiyor bak.
İnsanız, öleceğiz. Bu kadar.
Bir süredir ölüme karşı tutumumuz bundan bambaşka bir hal aldı.
Daha önce de yazmıştım, bir cinayet haberine
ilişkin tepkiler için. Ölüme asgari saygıyı göstermeyen, acayip bir
gerçeklik yitimine uğramış tuhaf bir toplum haline geldiğimizi tüm
çıplaklığıyla ortaya koyuyor, diye. Beteri de oluyormuş.
Mina Başaran
Olaya dair ayrıntılardan uzun uzun bahsetmek istemiyorum. Bana
saygısızlık gibi geliyor. Ölenlerin yakınları bu satırlara denk
gelirse, üzülsün istemiyorum. Ölüm hepimizin başında olsa da,
‘kayıp’ son derece münferit bir olgu. Şahsi yasın, paylaşılabilir
hiçbir yanı yok neredeyse. O nedenle insan, bir başkasının acısına,
‘olumlu’ cinsten de olsa, dil uzatmaktan utanıyor.
Şu kadarını yazmak isterim. Gidenlerin isimleri: Mina Başaran,
Sinem Akay, Burcu Urfalı, Liana Hananel, Jasmin Baruh, Ayşe And,
Aslı İzmirli, Zeynep Coşkun. Birinin bebek beklediğini, birkaçının
evlilik hazırlığında olduğunu, hepsinin hayatın baharında, daha
yaşanacak çok şeyinin olduğunu bildiğimiz sekiz arkadaş. Üç
‘mürettebat’: İki pilot, Melike Kuvvet, Beril Gebeş ve hostes Eda
Uslu. Hikayeleri var. Cesur kadınlar.
Uçmak… Olağan, hani iki ayaklı varoluşa büyük çelme. Uçmayı
severim ve uçuş korkum yok ama bir uçağı kullandığımı ancak hayal
edebiliyorum mesela. Büyük cesaret. Kendi hayatımı az çok
kullanabiliyorum. Bu konuda pek çok engeli aştım. Elimde
kelimelerim var ve hem yıkıcı hem de yapıcı yanını biliyorum
kelimelerin. Neyse konu biz değiliz. Kitapların yazdığı, hepimizin
yaşayacağı ölüm ve hepimizin elinde olan şey: Kelimeler ve onların
vardıkları, aşındırdıkları yerler.
.
Dubai’deki bekarlığa veda partisinden dönen Mina Başaran ve
arkadaşlarının bindiği, Başaran Holding’e ait özel jet, dün
Tahran’ın güneyinde, 17:40 civarlarında düştü. Uçağın enkazına ve
11 cenazeye dün 21:30’da ulaşıldı. Kaza haberinin yayıldığı andan
itibaren de, bazı sosyal medya tepkileri kan dondurdu.
Twitter’da önüme düşen haberler dışında, Mina Başaran ve
arkadaşlarının da, mürettebatın da sosyal medya hesaplarına
bakamadım. Güzel yüzlerini görmek yetti. Gerisi çok fazla
geldi.
Sosyal medya tepkilerinde rastladığım bazı riya ana başlıklarına
değinmek istiyorum.
“Zengin ölümüne üzülemiyorum, empati kuramıyorum,” diyenler var.
Bence ölümün zengini yoksulu olmaz. Sınıftan, statüden azade yegane
durum bile denebilir. Böyle bir bakış açısını sağdan, soldan,
ortadan, anlayamıyorum şahsen. Sırf belli avantajlara sahip diye,
insanların ölümüne sevinmeyi ya da üzülmediğini özel olarak
belirtmeyi anlamak bence mümkün değil. “Aynı koşullara sen doğsan
durduğun yer bundan daha mı iyi olurdu?” kadar basit bir soru,
sorulması gereken. Bu soru sorulduğu andan itibaren zaten cevap o
keskinlikte olamaz.
‘Sınıf kini’ deniyor, bence böyle bir şey değil o. Politik
altyapıdan, analitik düşünceden yoksun öfke ve her durumda kin,
başımıza gelen en kötü şeylerin sebebi. Tek tek kişiler değil çünkü
cehennemi yaratan. Bak Mina Başaran aynı günde hayatını yitireceği
Berkin Elvan’la, ‘o eve ekmek götürürken ölen’ çocukla empati
kurmuş. Muhtemelen ekmek fiyatını bilmesini gerektirmeyen
koşullarda yaşarken, yapmış bunu. Bana göre insan olmanın asgari
gereğini yerine getirmiş. Bu kadarı bile hatta, onu “Gezici ya, oh
ölsün” diyecek tweetlere konu etmeye yetmiş, kimi sosyal medya
kullanıcıları için. İlle bir taraf olmam gerekse, hangi tarafta
olacağım? Diyelim, anlık etkilerle bile olsa, bir çocuğun ölümüne
üzülmeyi seçen tarafta olmayı elbette tercih ederim.
Bana göre, ‘yalı dizisi’ gibi bir alt tür icat etmiş bir
toplumun trajediden düz kontak sevinç çıkarabilmedeki haset dozu
yüksek genel riyasına ‘sınıf kini’ denmemeli. Mina Başaran ve
arkadaşlarının ölümüne sevinenler, ya da üzülmediğini belirtme
ihtiyacı duyanlar, içinde bulunduğumuz vasati kırk çöp cehenneme de
odun taşıyanlar. Belgesel falan da seyretmiyor bu insanlar. Bize
özgü bir melo-belgesel olan yalı dizilerini, bir gün zenginliği ele
geçirecek taraf olma arzusuyla, pürheves seyrediyorlar. Bu ölümü
eleştirenlerin ne kadarı, herhangi bir ‘muktedir zenginlik’
biçimini eleştirenler diye baktınız mı? İleri geri konuşanların
çoğunun kanına dokunan şey, memlekette gelir adaletsizliği,
yoksulluk almış yürürken olayın içerdiği lüks falan da değil. On
bir kadının bir jetle ‘bekarlığa veda’ kutlamaya gitmeleri yeter de
artar sebep.
‘Sınıf kini’ deyince Claude Chabrol’ün Ruth Rendell’ın “Taştan
Hüküm” romanından uyarladığı “Seremoni” filmi geliyor aklıma. Roman
da film de, doğru nedenlerle çok rahatsız edici ama zihin açıcıdır.
Bir uçak kazası ise, hiç değil…
Schadenfreude diye bir Almanca kavram var.
“Başkalarının felaketine sevinmek” anlamına geliyor. Kavram Almanca
olsa da bence altını biz doldurduk. Son birkaç yılda yaşadığımız,
bana hep bu kavramın elli tonu gibi geliyor… Bir video oyunu gibi
algılanan ölümün ‘başkalarının başına gelince çemkirtebilme’
özelliğinden öyle edepsizce faydalanıldı ki… Ölü ya da diri, sosyal
medyada hakkında konuşulan insanların gerçek acıları, hayalleri,
sevinçleri, onlar için üzülecek yakınları olan birer insan olduğu
gerçeğini ve bunun sağlayacağı asgari empatiyi yitirdik. “Ölüm
bugün bir kapris” ve bir duygu boşaltma konusu.
Daha çok şey söylenebilir belki. Gelmiyor içimden. Ölenlerin
yakınlarına baş sağlığı ve sabır, cümlemize bir ‘ölüm saygısı’
diliyorum. Çünkü ölümde bile kelimelerimizi arıtmaya gerek
görmüyorsak, yaşadığımız, ölümdür. Hayat, hâlâ konuşma şansımız
varken gerçekten söylemek istediğimiz şeyleri söyleyecek kadar
cesur ama başka hayatlara dokunan her lafı da hesap edecek kadar
hassas olmamızı gerektiren, ince, mucizevi, şefkatli, bir çırpıda
bir o kadar da zalim ve dehşet verici bir yer… Ölümden değil
hayattan yana olmak, hiç değilse bu kadarı, elimizde…