Erdoğan, geçtiğimiz salı günü, saraydaki ‘Beştepe Millet
Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenlenen “Camiler ve Din
Görevlileri Haftası” programında konuştu. Bu konuşmaya gelmeden
önce bir parantez açmalıyız. Aynı gün Meclis’teki diğer partiler
grup toplantılarını yapıyordu. Bu manidar bir çakışmadır. “Resmi
muhalefet”, etkisini çoktan yitirmiş Meclis’teki grup
konuşmalarında bir argüman rekabeti ararken Erdoğan
minderi “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” kutlamasına sermişti.
Bu iki açıdan manidardı: İlki, artık bildiğimiz anlamda
bir sistem siyasetinin dahi mecrasının parlamento olmadığını;
ikinci olaraksa tam da siyasi alanı neredeyse tek başına kaplayan
‘Başkan’ın siyaset yerine işaret ettiği mecrayı –camiler
ve din görevlileri– göstermekteydi. Meclis’in iktidardaki partiler
için bir ‘siyaset alanı’ olmaktan çıkması, 2017’deki referandumdan
başlayarak 2018’de başkanlık sistemine geçilen seçime kadar geçen
sürede zaten tamamlanmıştı. Nitekim AKP/Erdoğan, 11 Mart 2020’den
beri grup toplantısı yapmıyordu ve bu haftaki ‘ilk’ toplantı da,
Erdoğan’ın programı gerekçe gösterilerek ertelendi. Küçük
ortak MHP’nin grup toplantıları ise uzun süredir, yasama
faaliyetine ilişkin bir içerikle değil, Bahçeli’nin başta CHP olmak
üzere çeşitli kurumları hedef gösterdiği güvenlik konseyi
bildirisi içeriğiyle yapılıyor.
Biz Erdoğan’ın konuşmasına dönelim. Erdoğan’ın uzun
konuşmasından iki alıntı bu yazının meramını anlatmak için
neredeyse tüm malzemeye sahip.
1. "Maalesef toplumun belli bir kesimi, Diyanet İşleri
Başkanlığımızın görev alanının sadece cami ile sınırlı olduğunu
düşünüyor. Oysa Diyanet camiamız, insani yardım çalışmalarında,
eğitim ve irşat faaliyetlerinde, insanlar arasındaki
anlaşmazlıkların çözümünde, milli bünyemize yabancı sapkınlıklarla
mücadelede çok önemli roller üstleniyor.”
2. “Bizim inancımızda dünya, ahiretin tarlasıdır. Burada ne
ekersek, yarın ruz-i mahşerde onu biçeriz. Dünya tarlasına iyilik,
güzellik eken, ahiret hasadında iyilik, güzellik toplar. Bu hayatın
albenisine kendini kaptırıp nefsinin esiri olan kişi ise dünyasını
da ahiretini de kaybeder. İmtihan dünyasında kul, varlıkla beraber
yoklukla, nimetlerle beraber külfetle de sınanır.”
İlk alıntıda Erdoğan, zaten kendi şahsında temsil etme
iddiasında olduğu devletin, hem ideolojik hem de fiziki-bürokratik
dönüşümüne işaret ediyor. Diyanet’i görev alanı camiyle (yani inanç
alanıyla) sınırlı olmayan bir kurum olarak takdim ediyor. Onu,
insani yardımdan eğitime, insanlar arası anlaşmazlıkların
çözümünden milli bünyenin korunmasına dek uçsuz bucaksız
bir alanda, kaynağını ve sınırlarını açıklama gereği duymadığı bir
yetkiyle donatıyor. Buradaki ‘insani yardım’ı, sosyal yardım
süreçleri; ‘anlaşmazlıkların çözümü’nü medeni kanun alanı;
‘sapkınlıklarla mücadele’yi ise keyfi bir ahlâk polisliği olarak
çevirebiliriz; ‘eğitim ve irşat’ı ise aslına tercüme
etmeye bile gerek yok... Ortaya, formel burjuva devletin
fonksiyonlarını dikey ve yatay olarak kesen bir tür ‘paralel
bürokrasi’ hacminde olması gereken bir Diyanet tablosu çıkıyor. Bu
tabloya, güvenlik bürokrasisi, eğitim, sağlık ve hukukta, artık
herkesin bildiği şekilde ‘örgütlenen’, buraları kendi nüfuz ve
çekişme alanları olarak kullanan tarikat ve
cemaat yapılanmaları da eklenmeli. İktidar koalisyonuna şu
ya da bu himmet düzeyiyle katılan bazı nasyonalist
fraksiyonların elde ettiği ‘ikramiyeler’ ya da ‘amortiler’ de
yukarıdaki tabloyla bir tezat oluşturmuyor. Ne “Atatürk sevdalısı”
ülkücüler ne “laiklik bekçisi” ulusalcılar ne de tarikat
ehli rahatsız, oluşturdukları bu alaşımdan…
İkinci alıntı ise hem ekonomik kriz ve koşullarıyla, hem de
bunların mevcut ve olası sonuçlarıyla ilgili dinsel bir çerçeve
çiziyor. “İmtihan dünyasında kul, varlıkla beraber yoklukla,
nimetlerle beraber külfetle de sınanır” sözleri; uzun süredir
devam eden ve salgın etkisiyle daha da ağırlaşan krizi bir dinsel
söylencenin unsuruna indirgiyor. Bu krizin işsizlik, pahalılık,
yoksulluk ve giderek yokluk gibi sonuçlarıyla karşılaşan
kalabalıkları ise yine dinsel nitelikteki imtihan-sabır-mükâfat
klişesiyle davranmaya –başka yollara meyletmemeye– davet ediyor.
Üstelik varlık ve nimet içinde yüzenlerin de bir tür
‘imtihan’ ile sınandığını söyleyerek, onları da aynı söylencenin
içinde resmediyor. Krizi, giderek daha açık seçik görülen hale
gelen sınıf çelişkilerini, yoksulluğu ve zenginliği, emeği ve
sermayeyi; tüm bunları yaratan koşulların dışında, neredeyse
tamamen bir dini kıssa sahnesine kutsal emanetler gibi
yerleştiriyor. Erzincan’da mısır tezgâhına el konulunca kendini
yakarak can veren, sonra ölümüne ilişkin haberlere bile erişim
engeli getirilen
seyyar satıcıyı; eğitimini sürdürebilmek için eve komşudan
internet hattı çekmek isteyen babasıyla çıktığı çatıdan düşerek
ölen çocuğu; çarklar dönsün diye işe koşulan
emekçileri; istatistik oyunları ve laf ebeliğiyle inkâr
politikası izlenen işsizleri; borç batağındaki esnafı;
neredeyse bütün bir toplumu, bir menkıbe şeklinde anlatıyor.
Toplumun içinde bulunduğu koşullara karşı şu anda ellerinden daha
fazlasının gelmemesi nedeniyle sapmak zorunda kaldıkları, aşınmış
bir patika bu…
* * *
Yukarıdaki iki alıntı ve bunların mesajları da gösteriyor ki,
iktidarın toplumsal gerçekliğe karşı direncini koruma çabası üç
temel alandaki eylemleriyle gerçekleşiyor: Ekonomi, bürokrasi
(devlet yapısı) ve gündelik yaşam.
Ekonomi, sahte tablolar, hamaset, boş vaatler, en nihayetinde de
‘sabır telkini’ ile geçiştiriliyor.
Bürokrasi, devlete ilişkin kararların, hem alındığı hem icra
edildiği bir çekirdeğin aktörel uzantısı haline geliyor. Bu süreç,
eski rejimin yapısının sökülmesiyle birlikte seyreden bir
taarruz ve fetih etkinliğine dönüşürken; devletin örgüt
yapısı, giderek daha homojen hale gelen bir siyasal yığın oluyor.
Kars Belediyesi kayyımının fetih namazıyla TTB’nin kapatılması
çağrıları; Diyanet’in neredeyse bir ‘paralel devlet’ gibi tarif
edilmesiyle Anayasa Mahkemesi’nin lağvı önerisi; Barolara kurulan
kumpaslarla Sayıştay raporlarından yapılan haberlere ilişkin RTÜK
tehdidi tek bir potada eriyor ve derme çatma bir rejim inşasının,
gözü karalığıyla birlikte zaaflarını da gösteriyor.
Gündelik yaşamın yönetiminde ise iki ana aks var. Bir tanesi
dönemsel ve güncel: Covid-19 salgını ve salgının yönetim biçimi.
Burada bizzat Erdoğan tarafından da sıklıkla yapılan ve
“İnsanımız adeta kendisinin katili” deme noktasına vardırılan
halka yönelik suçlamaların yanında; en vahim hataların bile krizin
iyi yönetildiğine dair bir tevatürle unutturulmak, gizlenmek
istendiği bir tablo çıkıyor karşımıza. İkincisi ise tarihsel ve
sürekli güncellenen bir aks: Genellikle din ve dini söylem ile laik
yaşam biçimleri arasında kurularak toplum içinde yaşandığı
iddiasıyla dolaşıma sürülen ve sürekli yeni mecralarla ateşi diri
tutulan bir hayali ‘kültür çatışması’… Son olarak, bir şarlatan
profilinde olan ama eski adıyla GATA hastanesinin üst yönetimine
getirildiği anlaşılan bir şahsın, provokatif olmakla birlikte,
benzerlerine iktidar ve çevresinin en ‘makbul’ simalarında da
rastlanan cüretkârlıktaki sözleri, bu zahiri çatışmanın bir alanı
gibi gösterildi. Bu şahsın –şimdilik kaydını düşerek söylemeli–
görevinden uzaklaştırılması,
Berrin Sönmez’in tabiriyle söylersek “erken öten horoz olarak
kesilmesi”; örneğin sağlık çalışanlarının olağanüstü koşullarını
gözlerden saklıyor. Ankara Tabip Odası’nın, 16 Eylül itibariyle
Covid-19 vakalarının yüzde 60-70’inin işçiler ve kamu personeli
olduğunu, Ankara’da pozitif sağlık çalışanı sayısının 882’ye
çıktığını
söylemesi; İstanbul’da alayıvala ile açılan Başakşehir Çam ve
Sakura Şehir Hastanesi emekçilerinin, haziran ve temmuz ek
ödemelerini alamadıkları için önceki gün başlattıkları
eylem, bu ‘kimlik itişmesi’nin gölgesinde kalıyor. Üstelik bu
sorun, sağlık emekçilerinin maruz kaldıkları artan sömürünün göz
ardı edilmesinden ibaret değil. Bu olay üzerinden sağlıkta ve tüm
kamu bürokrasisindeki ‘paralel’ bürokratik yapılanmaların deşifre
edilmesi fırsatı da yeterince değerlendirilmemiş gibi
görünüyor.
Rejim, ekonomiyi, kurumları ve tüm toplumu kuşatan; ideolojik
temelinde din ve dinselleşmenin politik temelinde bu sömürü
düzenini sürdürme ihalesini kazanma gayretinin yer aldığı topyekun
bir huruca kalkışmış durumda. Etrafını saran sorunlar ve çıkmazlar
duvarını böyle yarabileceği görüşünde. Bu noktada ‘resmi muhalefet’
de, Anayasa Mahkemesi de, Sayıştay da, hatta belki giderek
‘içeriden’ bazı kişi ve gruplar da çeşitli doz ve biçimlerle hedef
olacak gibi görünüyor. HDP’ye, sosyalistlere, içeride ve
uluslararası düzeyde barışı savunanlara, aydınlara, gazetecilere
yönelik saldırıları ‘görmezden gelmenin yollarını bulmak’ kimseyi
kurtarmıyor.