Televizyonda bu yıl yeni sezon başladığında benim gibi sadık
izleyiciler biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Neden 90’lı
yıllardan kalan hikayeler ekrana geri geldi diye sorduk. Son iki
yıldır televizyon dizilerini küçümseyenleri bile ekran karşısına
geri döndüren, siyaset bilimcilerden ekonomistlere farklı
alanlardan akademisyenlerin diziler üzerine konuştuğu/yazdığı bir
dönemin ardından nasıl olur da sadece ‘total’ izleyiciyi hedefleyen
bu eski hikayelerle yeni diziler çekilir dedik. Derken bu sezonun
en şaşırtan, beklenmeyen ‘hit’i olarak Uzak Şehir dizisi ekrana
geldi.
Bu sezon Aralık ayının ilk haftasına kadar 9 dizi bitti bitiyor,
birkaç dizi daha ay sonuna kadar biter. İzleyici oranları eskisi
gibi değil, televizyon kanalları reklam bulamamaya başladı, RTÜK
televizyon kanallarını ve sistemi düzenlemek yerine dövmek pardon
denetlemek üzerine çalışmayı seçtiği için ceza sopası televizyon
kanallarının ve yapımcıların kapısında asılı duruyor. Bir yandan
dünyada dizi ihracatında ilk üçteyiz ama yurtdışı satışı yapılan ve
yüksek reyting alan birkaç dizi haricinde sektörün en iyi dönemini
yaşamadığı aşikar. Bu karamsar ortamdan sıyrılan Uzak Şehir nasıl
oldu da bu kadar ilgi gördü? İzleyicinin bu diziye ilgisi üzerine
birkaç sözüm var.
Yirmi yıldır çalıştığım üniversitede 2016 yılında açtığım bir
ders var; İzleyici Çalışmaları. Bu dersi alan öğrenci sayısıyla
televizyonda yayınlanan dizi sayısı (neredeyse) eşit oluyor. Her
öğrencinin bir dizisi ve her dönemin farklı bir araştırma teması
var. Şiddetten aileye, muhafazakarlıktan adalete farklı temalar
çerçevesinde izleyip içerik analizi yapıyoruz. Öğrenciler dizileri
seçerken sınıfta arada sırada kaos olur, bir diziye birden fazla
aday olursa kura çekeriz. Geçen hafta dizi dağıtımını yaparken hep
olabilecek kaosun ötesinde sınıfta bir çılgınlık yaşandı. Uzak
Şehir dizisini almak isteyen öğrenci sayısı neredeyse sınıfın
yarısı kadardı. Bu öğrenciler ‘gençler televizyon izlemiyor’ diye
tanımlanan gruptaki 20 yaşlarının başındaki gençler. Meğerse dört
haftadır reyting sonuçlarında da gördüğümüz ilgi, gençler arasında
çoktan yayılmış. Oysaki bu sezon benzer hikayeler izliyoruz. Kimi
hali hazırda bitti, bakınız Güzel Aşklar Diyarı. Kimi çok yüksek
olmayan reyting sonuçlarıyla devam ediyor, bakınız Siyah Kalp. Bu
dizilerin ortak noktası sadece İstanbul dışında çekilen aile,
iktidar, aşk çatışmaları olmaları değil, aynı zamanda konakta
yaşayan aşiret ortamları da benziyor. Peki ne oldu da diğerleri
değil, Uzak Şehir tuttu?
Modern-geleneksel çatışması Yeşilçam’dan beri sinemada veya
Kaynanalar dizisinden beri televizyon ekranında izlediğimiz
hikayelerin en temel aksını oluşturuyor. Türkiye’de modernleşme,
şehirleşme ve iç göçlerle paralel gelişti. Bu durum şehrin içinde
karşılaşan farklı bireylerin birer çatışma unsuru olarak
törpülenmiş temsilleriyle ekrana gelmesine de yaradı. Kaynanalar
dizisindeki Nuri Kantar ile Tijen Hanım, Asmalı Konak’taki Seymen
Ağa ile Bahar, Avrupa Yakası’ndaki Aslı ile Burhan karakterleri
karşılaştığında karşımıza hep modern-geleneksel çatışması çıkıyor.
Bunu bazen aşk hikayelerinde, bazen aile hikayelerinde, bazen
komşuluk hikayelerinde izledik. Gülse Birsel Yalan Dünya’ya aşiret
dizisi çekimi sahneleri ekledikten sonra sanırım televizyonda
izlemediğimiz bir türdü bu diziler. Ama şimdi Uzak Şehir’de
Mardin’de aşiretin başındaki Cihan ile vefat eden abisinin eşi Alya
arasındaki çatışmayı milyonlar izliyor.
Uzak Şehir bir uyarlama, orijinal versiyonu Lübnan dizisi Al
Hayba. Hali hazırda başarılı olmuş bir dizi olsa da
yerelleştirilmiş versiyonunu sevmeyebilirdik ama Ozan Akbaba ile
Sinem Ünsal arasındaki uyum, oyuncu seçiminin ne kadar hayati bir
unsur olduğunu gösterdi. Dizinin çok sayıda tartışmalı sahnesi var;
cenaze başında havaya sıkılan kurşunlar için bizim böyle bir
geleneğimiz yok dedi Mardinliler, sanırım yine hikayenin gerçek
olmadığını veya gerçeği temsil etmek zorunda olmadığını unutarak.
Ya da hemen her bölümde kayınvalidesinden tokat yiyen Alya
sahneleri de beni rahatsız ediyor. Ama bu yazıda konumuz dizinin
içeriği değil, izleyicisinin gösterdiği ilgi. Tekrar ediyorum; ne
oldu da yine aşiret dizisi izlemeye başladık? Bunu
açıklayabileceğim tek kavram aidiyet. Belirsizliğin ağırlığı
altında güven arayışımız, güvencesizlik karşısında adalet
arayışımız o kadar derinleşti ki dizi izlerken kurulan hayaller,
gerçek hayattan uzaklaşılan dakikalar tek eğlencemiz oluyor. Bu
dizinin başarısında elbette bir ekip başarısı var ama şunu kabul
edelim; genç kadınların ilgisinin ardında toplumsal ve bireysel
hezeyanlar, sosyal medyadan yayılan refah dolu paylaşımlara
karşılık ulaşılmaya çalışılan zenginlik ve güven arayışı var. Peki
benzer dizilerde bu aidiyet hissini neden bulamadık diye düşünelim.
Tüm aile birbirinin arkasından iş çevirirken veya bir anne
çocuklarına ‘siz tecavüz çocuklarısınız’ diye bağırırken hangi
karakterle özdeşleşmemiz beklenebilir ki! Bir de dizilerin zaten
hali hazırda uzun sürelerinin içinde belli bir tempo yaratması
gerekiyor. Uzak Şehir diğerlerine göre daha hızlı, yüksek tempolu
bir dizi. Yüksek tempo ile gerçekçi duygular ve diyaloglar
izleyiciye ulaştığında izlenmesi de yüksek oluyor. Çok izlenen
dizilerin bir diğer özelliği de sunduğu hikayenin bir olaylar
bütününü anlatmak yerine, bir dünya yaratması olabiliyor.
Uzak Şehir dizisiyle birlikte izleyiciler aradığı aidiyeti
şimdilik Albora aşiretinde buldular. Buna neden ihtiyaç duyduğumuz
üzerine daha çok konuşacağız. Ama bu arada ekranın yeni Seymen
Ağa’sı Cihan Albora karakterini canlandıran Ozan Akbaba ile bu
hafta Oksijen Gazetesi’nde Elçin Yahşi’nin röportajı var, Uzak
Şehir izleyicileri kaçırmasın. İyi seyirler dilerim.