Aşiyan’daki kedi gibiydim
Hiçbir şehir Ankara kadar muhafazakar olamaz. Muhtelif mahfiller sınırlı ilişkiselliklerle böyle böyle değişir. Mülkiyeliler Kurtubalıları tanımaz ama. Beyzadeliler Kurtubalılar’dan ağır ağır kopanlardan oluşur Nazım Hikmet Kültür Merkezi Mülkiyeliler’den.
DUVAR - Kedilerin geleceğini düşünüyor muyuz? Antrozoolog John Bradshaw "Düşünmek zorundayız, yazma sebebim de elli yıl sonra kedilerin nasıl hayvanlar olacağına dair tahmin yürütmekti zaten" diyor.
Elli yıl sonraki (farklı) insanlarla yaşayacak (farklı) kedileri ben de merak etmeye başladım. İnsanlar tarafından 'yaratılmış' köpeklerin aksine kendini 'yaratan' kediler üzerine daha az çalışma yapılmasının sebebini Bradshaw gibi ben de anlayamadım.
Kediler insanların alanına ilk kez on bin yıl önce ambarlar yapılmaya başladığında yaklaşıyor. İnsanı umursadıklarından değil, ambarların onlara mebzul miktarda kemirgen de sunmasından. Kırsalı terk edip yarı yerleşik hayata böyle geçmişler. Bradshaw konuyu dağıtmamak için o bahse girmiyor ama insanların yerleşik hayat tecrübesi de farklı değil. Kemireceği daha çok şey olmasa insanlar İstanbul’a akın eder miydi?
Yazamayanların böyle fantezileri vardır ya, defterleri muhayyel -mutasavver daha uygun- romanların başlıklarıyla doludur ya, işte öyle bir şey. Sonra Ahmet Özcan geldi. Mehmet Aycı ile Cantürk Coşkun da onun arkasından. Ankara böyle bir yer. Bildiğiniz bir iki kişiyi otururken görmüşseniz başka bir gün aynı yerden geçerken onları yine orada görme ihtimaliniz yüksektir. Bir iki hafta içinde de orası bir mahfil olmuştur artık.
Hiçbir şehir Ankara kadar muhafazakar olamaz. Muhtelif mahfiller sınırlı ilişkiselliklerle böyle böyle değişir. Mülkiyeliler Kurtubalıları tanımaz ama. Beyzadeliler Kurtubalılar’dan ağır ağır kopanlardan oluşur Nazım Hikmet Kültür Merkezi Mülkiyeliler’den. Her yeni mahfilin teşekkülünde bir öncekine ilişkin muayyen bir ihanet sınav süresi vardır. ‘Ah nerde o eski mahfiller’ diye sızlanmanın alemi yok. Elbette büyük farklar da var ama Ankara’nın okumuş taifesini bir araya getiren, toplayıp dağıtan, yeni bir yerde yeni harmanla bir daha toplayan süreç mahiyet olarak aynıdır.
O akşam bizim harmana bir yayınevi patronu, bir taşra dekanı ve birkaç kişi daha katıldı mesela. Onlar gelinceye kadar Aycı bizlere yeni şiir kitabını imzaladı. Aycı’yla aramızda ikimizin de pek çözemediğini sandığım bir bağ var.
Yeniden doğar gibi desem eksik kalıyorİlk defa doğar gibi, bilinmedik bir çiçek
Birden açıverir gibi seninle... En çok da ellerinle!
Sonra asıl mevzua girdi. Cantürk, iki hafta önce facebook sayfasında, büyük kaybının ardından söze “Babam babasını kaybettiğinde kırk yaşındaydı. Şimdi ben de babamı kaybettim ve kırk yaşındayım” diye girmişti. Mehmet Aycı da söze, ömrü nadir rastlanır bir eser gördüğünde onu almadan edemeyerek geçen Etem ağabeyin adıyla giriyor. Aşiyan Sahaf Etem Coşkun için bir hatıra kitabı hazırlamaya karar verilmiş. Yazacak kişiler tespit edilecek. Telefona kaydetmek istemiyor. O kadar kişinin arasından kimse de çıkmayınca garson küçük bir kağıt parçası getiriyor. Adlar kalem kağıtla kaydedilecek. Benim ismimi de yazıyor. Seviniyorum.
Etem ağabeyle de aramızda (güçlü) bir bağ vardı. Nedenini bilmiyorum. Son on yılda oluşmuştu. Aşiyan’a girer girmez “Cantürk, hadi hocama bir sade kahve söyle, benimki orta olsun.” Özleyerek yolumu her düşürdüğümde bunu demediği hiçbir gün olmadı.
Uzunca ak sık saçlarını geriye doğru onun kadar güzel tarayan birini görmedim. Boylu poslu, endamlı, hep bakımlı, yakışıklı, elinden kitap düşmeyen bir adamdı. Tertemiz çehresine bir kez konmuş bir daha ayrılamamış gonca tebessümüne bayılırdım. En sevdiğim yanı hem herhangi bir politik görüş ya da yargı belirtmeyişi hem de buna mahal vermeyişiydi. Aşiyan mahfili, her tipten ve çeşitten müdavimi olmasına rağmen herkesi, sessizce, istikrarını muhafaza eden tatlı bir sükûnete davet ederdi. Bunu sağlayan Etem ağabey ile iki oğluydu. Babalarından tevazu, vakar ve mahviyet tahsil etmişlerdi. Aşiyan’da zihnimi meşgul eden şeylerden biri de vaktiyle bu tahsilden geçememiş olanların, koca koca profların o mekanın ruhuna sinen terbiyeyi ne kadar fark edebildikleri olurdu.
Yazabilirsem fazlasını da söylemek isterim, diye geçti aklımdan.
Evde Tanizaki’ye döndüm, Şozo’nun Lili’sine. İlk karısı Şinako gibi ikinci karısı Fukuko da Şozo’yla Lili arasındaki (güçlü) bağı anlayamıyordu. O bağ ancak, o derin hisle birlikte, onu alan ilk siz olduğunuzda kurulabilir. İlk hisseden bir adam yahut kadın olabilir. İkinciler (üçüncüler...) o bağa razı olamazlarsa gönül rızkının kıymetini takdir edemezler.