Asiye Dinçsoy: Sanat, gerçeğin kendisinden daha etkili
Son olarak "Toz Bezi" filminde başrol oynayan Asiye Dinçsoy'la, açılışında sunuculuk görevini üstlendiği İşçi Filmleri Festivali'ni ve sinemadaki "sınıf mücadelesini" konuştuk.
Röportaj: Adem Özgür – ozguradem25@gmail.com
DUVAR - Bu yıl 13’üncüsü gerçekleşen İşçi Filmleri Festivali (İFF), “Sessizlik Sinemada Güzel” temasıyla sinemaseverlerle buluştu. İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır’da açılış geceleri ile başlayan festivalin programında her yıl olduğu gibi emekçiler, kadınlar, Kürtler, çocuklar ve toplumun diğer ezilen kesimleri yer alıyor.
Sponsorsuz, yarışmasız ve ücretsiz olan festival; 47’si Türkiye’den, 18’i Türkiye dışından toplam 65 kısa, uzun, belgesel ve kurmaca filmi önce İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır’da sonra da Türkiye genelinde birçok ilde seyirciyle buluştu.
Festivalin Ankara’daki açılışı Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yapıldı. Sunuculuğunu oyuncu Asiye Dinçsoy’un yaptığı açılış gecesine Ankaralı sinemaseverlerin ilgisi yoğundu. Gecede yapılan konuşmaların ardından, Sarı Sıcak filmi izlendi.
Bahoz, Press, Hayatın Tuzu ve Toz Bezi gibi filmlerde rol alan başarılı oyuncu Asiye Dinçsoy’u Ankara’da bulmuşken kendisiyle kısa bir söyleşi yapmak istedik. Festivalin ardından bir araya geldiğimiz Dinçsoy’la işçi filmlerini, öteki sinemayı ve politik sanatı konuştuk.
İşçi Filmleri Festivali’nin bu yılki sunumunu siz yaptınız. Her yıl olduğu gibi, bu yıl da festivale ilgi yoğundu. İFF ve buna benzer organizasyonlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Festivalin açılış sunumunda da söyledim, keşke İFF hiç olmasa. Keşke bu son festival olsa ve sınıf meselesi çözülse. Ama biliyorum ki; bu sadece benim dileğim. İçinde bulunduğumuz şartlarda bu çok mümkün görünmüyor. Dolayısıyla bu sorunların çözülmesi için böylesi festivaller şart. Yani hem olmaması gereken hem de olması zorunlu, benim için bu anlamda ironik bir festival.
İşçi filmleri ne demek?
İşçi filmi demek, içinden işçi geçen, fonunda işçi olan filmlerden öte, işçi olma meselesini tüm şartları ile ele alan, bunun nedenlerinin köklerine bakan, bunun bir kader olmadığını dile getiren ve böyle gitmez, gitmemeli diyen filmler demek. Çünkü sömürünün üzeri öyle örtük bir hal almış ki; gerçeği görmek için defalarca kazımak, üstünü açıp göstermek gerek. Çok basit, bunu nasıl olur da kitleler görmez dediğimiz çoğu şeyi görmüyor insanlar ve bu sistem buradan beslenir bir halde. Yoksa daha çok işçi filmleri festivali yaparız.
Türkiye’de Yılmaz Güney’in yaptığı filmler, toplumsal gerçeklik anlamında örnek olarak verilebilir. Yine benim de oynadığım Toz Bezi de günlük görünmez olan, kaybolan gerçekliği gösterme anlamında örnek olabilir.
Babamın Kanatları filminin gösteriminin ardından kısa bir söyleşi yapılmıştı. O söyleşide biri, “keşke bu filmi az önce dışarıda karşılaştığım ve mesaisi bittiği için evine giden inşaat işçisi, akşam vardiyasına giden belediye işçisi de izleyebilseydi” demişti. İFF’nin işçilerle buluştuğunu söyleyebilir miyiz?
İFF, bu noktada diğer festivallerden biraz daha farklı. İFF fabrikalarda, mahallelerde, derneklerde yaptığı gösterimlerle bu filmleri asıl özneleri ile buluşturma noktasında çok başarılı. İnsanlar İFF sayesinde ücretsiz film izlemiş oluyor. Tabii ki bu çok kıymetli bir şey, ancak işçilere yönelik filmlerin orta sınıfa ulaşması da önemli. Daha bireysel hikâyelerle ilgilenen orta sınıfın, kameranın işçiye yöneldiği filmleri izlemesi, onların da göremediklerini görmesi açısından önemli. Gönül isterdi ki; üst sınıflar da bu filmleri izlesin. Sadece işçinin dünyasını görmesi açısından değil, kendi sınıfının gerçekliği ile de yüzleşmesi açısından, bu suça olan ortaklığını görmesi açısından önemli.
Tam da bu yüzden İFF daha muhalif bir yerde. Türkiye’deki “muhalif” ya da “öteki” sinema için ne düşünüyorsunuz?
Gerçekle bağını kurmuş her film ve her hikâye zaten muhalif bir yerdedir bence. Neyin ne kadar muhalif olduğunu da son dönem işlenişinden çok edindiği konu belirliyor. Konu Kürt meselesi ise, işçi meselesi ise zaten politik, muhalif diyoruz. Hiç irdelemeden, meseleye nasıl yaklaşmış bakılmaksızın o film politik oluyor. Dili Kürtçe ise zaten politik oluyor. Hâlbuki belki de bir aşk filmi çekti ve bunu da Kürtçe çekti. Bence bu anlamda politik olanı, konuşabildiklerimiz, konuşamadıklarımız ya da özgürlüklerimiz noktasından belirliyoruz.
Sinemayı bile ötekileştirmişiz. Öteki Sinema... Bunun ne demek olduğunu biliyoruz. Çünkü duyarsız bir toplum var, bunun duyarsız bir sineması var, orta sınıfın ürettiği bir sanat alanı var; ve buna işçi sınıfı dâhil olamıyor. Bu nedenle orta sınıfın içinden duyarlı yönetmenler, oyuncular ve sanatçılar da kendilerini ifade edebilmeye, meselelere daha açık bir şekilde bakmaya, kimsenin değmediği konulara kameralarını çevirmeye ihtiyaç duyuyor.
Gerçeklik ve sinema arasındaki bağdan mı söz ediyorsunuz?
Gerçek, sürekli üzeri örtülen bir şey. Sanatın kendisi ise gerçeği arama noktasından doğmuş. Gerçeğin üstü örtülmeye devam ettikçe var olacak bir alan. Politik değişim dönemlerinde sanatın kontrol altında tutulmaya çalışılmasının sebebi de bu. İktidarların da sanata saldırmasının sebebi bu. Sanatın aynı zamanda, gerçeği, gerçeğin kendisinden daha etkili bir şekilde anlatabilme gücü var.
Sinema birçok disiplinden beslenen bir alan. Müzik, tiyatro, edebiyat, felsefe ve bunları kullanarak gerçeğe ulaşmanın kendisi gerçeklikten kat be kat daha etkili oluyor. Bir araştırma alanı aslında. Bir konum var ve haydi sete giriyorum gibi bir durum olamaz, olmamalı. O mesele üzerine birkaç kitap okumuş, birkaç film izlemiş ve o meselenin duygusunu hissettiren müziklerle beslenmiş olman gerekir. Diğer türlüsü eksik kalır. Bakış açısı oluşmamış, tatsız filmler kalır geriye.
Muhalif sinemanın içinde bulunduğu süreci nasıl değerlendirebilirsiniz?
Zor bir süreç, son dönem Sinema Destekleme Kurulu’nun vermiş olduğu destekle filmler çekildi. Ve çok da iyi işler çıktı ortaya. Ve o filmlerin yönetmenleri son dönemde destek bulmakta zorlanıyor. Baskı dönemlerinde genelde böyle durumlarla karşılaşmak mümkün. 80’lerde değil ama 90’larda daha politik olan filmler üretildi. 90’lı yıllarda üretilemeyen Kürt filmleri 2000’lerde yoğunlaştı.
Aslında öyle olması işin doğasına da uygun. Sorunların, sıkıntıların yaşandığı dönemde pat diye film yapmak olmuyor. Hem etik açıdan doğru değil, hem de meselelerin üzerinden zaman geçmesi gerekli. Zaman; değerlendirme, kavrama ve bakış açısı geliştirmek açısından gerekli. Zaten o dönemler içerisinde sen de gerçekliği yaşıyorsun.
Birkaç yıl önce bir barış süreci vardı ve o dönem Kürt meselesini irdeleyen filmler yapıldı. O tür filmler desteklendi. Biraz da sistemin nefes aldırdığı kadar muhalif sinemanın yönü belli oluyor. Elbette derdi olan, cesareti olan her şartta her konu üzerine filmler yapabiliyor.
Kısacası, politik ve sosyolojik durumlar her dönem gibi sinemanın, sanatın konusunu belirliyor.
Muhalif sinema kavramıyla ilgili ilk günden bu yana tartışmalar sürüp gitti. İtalyan Yeni Gerçekçi filmlerinde dönemin faşist iktidarına bir eleştiri söz konusuydu. Yine Fransız Yeni Dalgası filmlerinde de İtalyan filmlerinde olduğu gibi toplumsal sorunlar ele alınıyordu. Türkiye’de ise Yılmaz Güney örneğini verdiniz. Sizin rol aldığınız filmlerde böyle aslında. Bu tür filmlerde rol almanızın özel nedeni var mı?
Dünyayı anlamlandırmaya, algılamaya başladığım, neden diye sormaya başladığım 14-15 yaş dönemim çok okumaya başladığım bir dönemdi. Çeşitli fikirlerle o dönemlerde karşılaşıyor ve bir süre sonra onları da sorgulamaya başlıyorsun. Çünkü öğrendiğin, öğrendikçe de sorguladığın bir dönem. Ve sorguladıkça da dünyanı ve dünyayı değiştirme isteği başlıyor. Benim sanat ile tanışmam böyle bir süreçte oldu. Ve şimdiye kadar iyi ki de tanışmışım dediğim tek şey.
Gerçekten dünyamı değiştirdi. Ve dokunduğum, dokunabildiğim insanların dünyasını da değiştirebileceğim tek aracım aslında. Bundan dolayı da “bu tür filmler” dediğiniz politik filmlerin benimle buluşması tesadüf değil. Ve bu filmlerde yarattığım karakterlerde gerçekliğe dokunabilmişsem bu da tesadüf değil. Bu meseleler üzerine kafa yorduğum bir hayatım var. Dünyaya bir bakış açım var. Ama tüm bunlara rağmen, oyuncu olarak oynadığım filmlerin politik olması ilk önceliğim değil. Politik kategoride olmayan filmim de var ve birçok politik senaryoya da hayır dediğim durumlar oldu. Çünkü gerçekle bağı doğru kurulmamış ve sırf politik film yapmak için yapma noktasındaydı.
Bana gelen senaryolarda baktığım şey, toplumsal gerçeklikle bağını kurabilmiş mi, hikayeyi senaryolaştırırken yarattığı dünyayı ben sevdim mi, oynayacağım karakterin senaryodaki dengesi ve derinliği nasıl, söylediği sözün samimiyeti ve gerçekliği ne derecede... Zaten bu denklemlerin kurulmadığı hikâyelerin içinde kendimi hayal edemiyorum.
Peki, politik olarak değerlendirilen filmlerde oynarken hiç çekinceniz olmadı mı?
Kendimi savunma reflekslerim yoktur. “Bu nasıl bir hikâye?” dediğim şeyler olmadığı için bana normal geliyor. Film seyirciyle buluştuktan sonra, film üzerine eleştiriler yazılmaya başladığında, biraz ayıyordum, kendi kendime “ne kadar politik bir filmmiş!” diyordum. Şaka bir yana, rol aldığım filmler dönemin gerçekliğini anlatıyor. Bu filmlerde oynamak için neden çekineyim ki?
Bir de Kültür Bakanlığı destekliydi hepsi.(Gülüyor)
Bu yüzden canlandırdığınız karakterle çok rahat bağ kuruyorsunuz…
Çok güzel bağ kuruyorum. O konuda hiç sıkıntı yok! (Gülüyor) Çünkü; senaryoyu okur okumaz o karakterle yatıp kalkmaya başlıyorum. Biraz şizofrenik bir durum olabiliyor. Yolda, otobüste, metroda ezber yapıp kendi kendime konuştuğum hallerim çok komik. Öyle bir kadın görmüştüm metroda kadın gerçek psikolojik sorunları olan bir kadındı. Ama benim aynı rol çalıştığım hallerimdi.(Gülüyor)
Örneğin Toz Bezi’ndeki kadınlar her gün gördüğüm insanlar. Fanusun içerisinde yaşamıyorum; ben de aynı acıları hissediyorum, ekonomik sıkıntılar yaşıyorum. Aynı sokakta yaşıyoruz, o insanlardan kendimi ayıramam. Toz Bezi aynı zamanda kısmen annemin de hikâyesi. Annem başka evlere temizliğe gitmiyordu belki, ama kendi evinin temizliğini yapan biriydi. Ben de öyleyim. Aynı zamanda köyde doğmuş büyümüş olmak, inanılmaz avantajlı oyunculuk için. En azından benim için öyle olduğunu düşünüyorum.
Diğer yandan hayal de kurabiliriz. Bir gün çok daha farklı bir hayatı olan birini oynamak zorunda kalabilirim. Gözlemleyebilirim ve hayal edebilirim.
Ekonomik sorunlardan ve gündelik yaşamda insanlarla kurduğunuz temastan söz ediyorsunuz, ama çoğumuz sinema veya dizi oyuncularının lüks bir yaşam sürdürdüğünü düşünürüz. Gerçekten böyle midir?
Benim hayatım öyle değil. Gayet mücadeleyle geçen bir hayatım var. Ve gayet sokakta, insanlarla temas halinde geçen bir hayat. Diziler, oyunculara evet iyi para kazandırıyor ama bu, çok dönemsel olabiliyor. Bazı oyuncular çok çok iyi paralar kazanıyor ve lüks içinde bir hayatları olabilir.
Oyunculukla organik bağlar kurmuş birinin çok lüksle işi olmaz gibi geliyor bana. Ya da bu oyuncular “çekilin ben oyuncuyum” modunda dolaşmaz. Belki de benim temennim mi bu, bilemedim.
Bazen filmlerimi izleyen insanlar beni tanımıyor bile… Bir sinemacı arkadaşla sabaha kadar sohbet ettiğimiz bir ortamda en son, kendisine “benim de filmimi izle” dedim ve bana hangi film olduğunu sordu. Toz Bezi olduğunu öğrenince şok oldu. İzlemiş ve beni hiç tanımadı. Bunu defalarca duydum. Çünkü normal hayatımda oyuncuyum modunda dolaşmıyorum. Siz hiç, marangozum, mühendisim son ütücüyüm, mimarım diye dolaşan birilerini gördünüz mü? Evet, görmüş olabilirsiniz.(Gülüyor)
Asiye Dinçsoy kimdir?
Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü mezunu. 2016 yılında Toz Bezi filmindeki Nesrin rolü ile 35. İstanbul Film Festivali, 21. Nürnberg Ger-TR Film Festivali ve 27. Ankara Film Festivali'nden "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü aldı. 2012 yılında 44.Sinema Yazarları Derneği Ödülleri'nde Press filmindeki Songül rolü ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünün sahibi olmuştur. 2009 yılında Adana Altın Koza Film Festivali'nde Hayatın Tuzu filmindeki Meryem rolüyle Umut Veren En İyi Genç Kadın Oyuncu ödülünü almıştır.