Aşk, hayranlık ve taciz arasındaki kalın kırmızı çizgi
Aşkı, sevgiyi, zorla, ısrarla, “rağmen” elde edilebilecek bir şey olarak gösteren arızalı aşk anlatısını olabildiğince terk etmek gerekiyor. Şiddetin ve zorbalığın aşkla hiçbir ilgisinin olmadığını, çocukluktan başlayarak öğretmek ve öğrenmek… Bu noktada da kişisel hak ve özgürlüklere saygılı, adaletin her boyutuyla iyi işlediği bir toplumsal ve siyasal kültürün önemi büyük elbette.
Son günlerde Serenay Sarıkaya, Ezgi Mola, Aleyna Tilki’nin açıklamalarıyla ısrarlı takip ve taciz meselesi gündeme oturdu. Bu isimlerin, hayranları tarafından yıllardır süren, çoğunlukla bir ulaşma, temas arzusuyla başlayıp ürkütücü tehditlere, bazen de fiziki saldırılara uzanan süreçlerine Ceylan Ertem’in sosyal medyadan paylaştığı taciz olayı eklenince herkes bunu konuşur oldu. Şarkıcı ve şarkı yazarı Ertem’in oldukça özenli bir dille anlattığı bu ısrarlı takip ve taciz, cinsiyet değiştirme operasyonundan bir restorandan “hayranıyım” diye sipariş göndertip adresini öğrenmeye uzanan, psikolojik gerilim filmlerini aratmayan detaylarla doluydu.
Daima göz önünde bulunan ünlü isimlerin, son dönemdeyse çoğunlukla kadınların maruz kaldığı bu ürkütücü durumların tarihi, tahmin edilebileceği gibi, çok eski. John Lennon’ın Mark Chapman adlı “hayranı” tarafından 1981’de öldürülmesi, bu konuda en bilinen örneklerden biri. Büyük hayranlıkla öfke ve nefret çoğu kez aralarından ok bile geçmeyecek kadar birbirine yakın duran “ikizler”. Milyonların sevgilisi olan bir popüler sanatçıya duyulan karşılıksız aşk, en imkansız imkansızlık biçimi olarak dozu giderek artan şiddet eylemlerine neden olabiliyor. “Aşk sanrısı” olarak tanımlanabilecek erotomani gibi psikolojik bozukluklarla birleştiğinde, kişi bir şarkı sözünden, ekranda gördüğü ünlünün bir mimiğinden, öylesine bir hareketinden kendine bir mesaj çıkarabiliyor, “o da beni seviyor” hissine varabiliyor. Bu türden bir sanrının ucu bucağı olmadığından, arzu nesnesinin her adımıyla beslenebiliyor.
İşin bu psikolojik boyutları bambaşka bir uzmanlık alanı. Bu konudaki araştırmalar, sıklıkla kadınlara atfedilen bir sanrısal bozukluk olmakla birlikte erotomaniye erkeklerde de rastlanabildiğini, şiddetle sonuçlanan hayranlık vakalarının çoğununsa erkeklere ait olduğu gibi bir sonuca işaret ediyor.
Sonunda hayatına kastedebilecek kadar “ünlüsü” üzerinde hak iddia eden “fandom” meselesine dair en bildik örnek Stephen King romanından uyarlanan, Kathy Bates’in evlerden ırak hayranı canlandırdığı müthiş performansıyla Oscar aldığı Misery (Ölüm Kitabı) filmi. Bizde yakın zamanda beIN Connect’te yayınlanan “Fandom” dizisinde de Tuğçe Altuğ çığırından çıkmış hayranı başarıyla canlandırdı.
Bu meselenin birkaç boyutu var. Popüler figürlere duyulan saplantılı hayranlıkta tabii çağın gereklerine uygun bazı güncellemeler mevcut. Özel hayat ifşasını format düzeyinde meşrulaştıran paparazzi programlarından sonra, yıldızların sosyal medyayla çok daha ulaşılabilir duruma gelmeleri, herkesi kendi ünlüsünün paparazziliğine terfi ettirdi. Cevap alınsın alınmasın, bir gönderinin altına yazılan yorumun “yerine ulaştığı” biliniyor. Bu da bir diyalog duygusunu artırıyor. Öne çıkan isimlere yaklaşımda sevgi, nefret daima iç içe oluyor. Bir de şöhretin daha parçalı bir hal aldığı, her camiada kendi görece küçük hayran kitlelerine (fandom) sahip sanatçıların bulunduğu günümüz dünyasında hayranlık iyiden iyiye takım tutmayı andıran bir hal aldı. Bu nefretle arasından ok bile geçmeyen hayranlık ilişkilerini betimlemede Robert McKee’nin birkaç yıl önceki konferasında söylediği, çok önemsediğim bir söz vardı: “Günümüzde insanlar kimliklerini başkalarının yaratıları üzerinden inşa ediyor artık.”
Başta da dediğim gibi bu türden saplantı daha çok kadınlara yakıştırılsa da Ceylan Ertem olayı haricinde yukarıda eve baltayla girme tehdidinde bulunan, araca saldıran kişiler erkek. İşin bu hayran saplantısı boyutundan çıktığımızdaysa yine toplumun her kesiminden kadınların deneyimlediği ısrarlı takip ve taciz olgusuyla baş başa buluyoruz kendimizi.
Son günlerdeki bu kaygı uyandıran olayların deyim yerindeyse tek “hayrı” ısrarlı takip ve tacizin göz yumulması, idare edilmesi gereken bir şey değil düpedüz suç olduğunu ve bazı kanuni boşluklara rağmen cezalandırılma ihtimalinin de yüksek olduğunu göstererek kadınlara bir kapı aralaması oldu. Menekşe Tokyay’ın yaptığı bu özel haberden konunun bu yönüne dair çeşitli uzman görüşleri içeren hayli kapsamlı ve ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz.
Bu haberden de görülebileceği gibi, ani çıkışla kadına her tür şiddetin önünü açan İstanbul Sözleşmesi’nde, bu konuyu çok iyi düzenleyen bir madde mevcut. Sözleşmenin “ısrarlı takip” başlıklı 34. maddesi uyarınca, taraf devletler, başka bir kişiyi hedef alan ve kişinin kendi güvenliği için korku duymasına neden olacak şekilde tekrar eden, kasıtlı ve tehditkâr davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer önlemleri almakla mükellef.
Israrlı takip mağduru olan birçok kadın yıllardır TKDF’ye başvuruyor ve federasyonun yönlendirmesiyle ilgili avukatlara erişiyorlar. TKDF Başkanı Canan Güllü, her tür sosyal kesimden, statüden kadını etkileyen ısrarlı takip ve tacize maruz kalan kadınların kimseye danışmadan savcılığa başvurarak TCK’nın “eziyet suçu”nu tanımlayan 96. maddesi üzerinden dosya açtırmalarını ve yasal süreci bu şekilde başlatmalarını öneriyor. Bu suçun yaptırımı 3 yıldan 8 yıla kadar hapis cezası. Kadınlara yönelik her tür şiddetin giderek arttığı ülkemizde bu oldukça önemli, kısmen de ferahlatıcı bir bilgi.
Konuyla ilgili görüşlerini aldığım Avukat Hülya Gülbahar da hem İstanbul Sözleşmesi’nde çok güzel biçimde düzenlenen “rıza”kavramına hem de TCK 96’ya dikkat çekiyor. Resmi görevle devlet görevlilerinin vatandaşa uyguladığı kötü muamele, şiddet, “işkence” iken, kişilerin kişilere uyguladığı her tür sistematik şiddetse “eziyet suçu” olarak adlandırılıyor. Bu ceza içeren suçun hiçbir koşulda sevgi, aşk, hayranlık kapsamında değerlendirilmemesi, derhal gereken hukuki sürecin başlatılması gerekliliğini vurguluyor Gülbahar.
Gülbahar’la konuya dair sohbetimizde de üzerinde durduğumuz konu “rıza” idi. Aşkı, sevgiyi zorbalık, şiddet ve tacizden ayıran şey rıza ve karşılıklılık kavramı. Bunun olmadığı her ilişki biçimi şiddet doğuruyor. Şiddet her zaman eşitsiz güç ilişkisinden beslenen bir şey olduğu için erkeklerden kadınlara yönelen türü çok daha sık rastlanan, vahim biçimi. İlişkilerde rastlanabilen olağan çatışmaları şiddetten ayıran da yine bu eşitsizlik öğesi. Fiziki, duygusal, sanal her tür sistematik şiddet, “hayır”ı kabul etmeyen ısrardan beslendiği için, ayrımı çok da kolay aslında.
Bu hayran saplantısı örneklerinde olduğu gibi, görece zayıf olandan (ünsüz/ “sokaktaki kişi”) ünlüye yöneldiğinde bu bildik güç denklemi sarsılıyor gibi görünse de bu yanıltıcı olabilir. Benim yorumuma göre, “karşılıksız aşk”ı yücelten, kadını peşinden koşulan, ısrarla elde edilen, fethedilen, zaptedilen (“ikna olmayacak kadın yoktur, az ısrar vardır” gibi berbat bir inanış var toplumumuzda!) bir nesne konumuna indirgeyen, toplumsal, kültürel, siyasi algının ve bunu destekleyen popüler anlatının payı çok büyük bizde bu rıza kavramının bir türlü yerleşememesinde.
Yıllarca Yeşilçam’da ısrarlı takip hikayelerini büyük aşk hikayesi gibi izledik, günümüz popüler dizilerinin çoğunda da bu taciz/aşk çizgisi bilerek hayli ince tutuluyor. Burada biraz aşırı yorum riskine girerek, söz konusu arzu nesnesi bir “ünlü” olduğunda, hangi cinsiyetten olursa olsun aşk ve sevginin zorla edilebilir olduğu yollu bu eril kodlardan yola çıkılarak “kadınsı” bir konuma oturtulduğunu düşündüğümü söylemek istiyorum. Elbette sanrısal bozuklukları, patriyarkanın desteklediği “ya benimsin ya toprağın” çarpık aşk anlayışından ayırmak gerekiyor. Burada yine tedavi gerektiren durumlarla her tür şiddetin içinden “sapık, psikopat” diyerek çıkma, şiddeti medikalize etme tuzağından uzak durmak gerekiyor. Bunun için de gereken, bu değerlendirmeleri de içeren hukuki mekanizmaların iyi işlemesi tabii.
Ceylan Ertem meselesinin iyi bir noktaya bağlanmış gibi görünmesi sosyal medya ve dayanışmanın gücünü bir kez daha gösterdi ama bu değirmen de sosyal medyayla dönmez, dönemez her zaman.
Aşkı, sevgiyi, zorla, ısrarla, “rağmen” elde edilebilecek bir şey olarak gösteren arızalı aşk anlatısını olabildiğince terk etmek gerekiyor. Şiddetin ve zorbalığın aşkla hiçbir ilgisinin olmadığını, çocukluktan başlayarak öğretmek ve öğrenmek… Bu noktada da kişisel hak ve özgürlüklere saygılı, adaletin her boyutuyla iyi işlediği bir toplumsal ve siyasal kültürün önemi büyük elbette. Çocukların her düzeyde istismar edildiği, kimsenin kendisi ve benzerleri dışında kalanların alanına, varoluş biçimine saygı göstermediği, giderek kararan bir atmosferde özgürlük ve saygı, ikisi birden olmadan sevginin de olamayacağını kendimize ve birbirimize her gün hatırlatmamız gerekiyor.
* Kapak görseli Steven Soderbergh’in “Unsane” (Saplantı) filminden alınmıştır.