Büyük çıkışını 2019 tarihli “Euphoria” dizisiyle gerçekleştiren Sam Levinson’un pandemi koşullarında çektiği “Malcolm ve Marie”, aşktan sinemaya, yaratıcı ilhamın köklerinden sanatsal kıskançlığa, birikmiş öfkelerden kapanmayan yaralara uzanan tek mekânlı geveze bir film.
Geçen hafta itibarıyla Netflix’te gösterilmeye başlanan film Malcolm (John David Washington) ve Marie’nin (Zendaya) gece yarısında sabaha kadar süren, ilişkilerinden cinsiyetlerine, siyah olmaktan sinema yapmaya kadar birçok konuya girip çıkan hararetli tartışmasına odaklanıyor. Başlamadan önce kanımca filmin bütün ruhuna sinen bir duruma dikkat çekmek gerek. Ki bu durum, bir noktada Marie tarafından altı kalın bir biçimde çizilerek ortaya konuyor zaten. Malcolm, burjuva bir aileden gelen, iyi eğitimli bir yönetmen. Marie ise modellik yapmış uyuşturucu bağımlılığıyla mücadele etmiş, intihara meyilli bir oyuncu kadın. Bu sınıfsal durum, bütün gece boyunca tarafların tartışmada kullandıkları kelimeleri, aldıkları pozisyonları ve seçtikleri kelimeleri belirlemede etkili.
Malcolm’un başarılı geçen galasının ardından çiftin eve dönüşüyle başlıyor film. Hem erkek hem de yönetmen egoları şişmiş, galadaki genel beğeni nedeniyle kanatlanmış halde konuşmaya başlıyor Malcolm. Marie’nin hem bu konuşmaya kayıtsızlığından hem de yüz ifadesinden bir şeylerden rahatsız olduğunu seziyoruz. Birçok ilişkide olduğu gibi, görünen bir sorunun dile getirilmesiyle başlayan tartışma, katman katman açılarak mevzudan mevzuya uzanıyor. Görünen sorun, Malcolm’un galadaki konuşmasında Marie’ye teşekkür etmeyi unutması. Evet, çok ciddi bir problem! Ve fakat ilişkinin dinamikleri ve geçmişi kurcalandıkça bir yandan birbirini olabildiğince sömürmüş, diğer yandan birbirine destek/ilham olmuş, birlikte geçirdikleri iyi zamanların mı yoksa hayal kırıklıklarının mı daha kuvvetli olduğunu tam anlayamadığımız bir çiftle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.
Açıkçısı bu tartışma sürecinin, ikilinin ilişkisine dair olduğu yerlerde film bütünleşmek için hamle yaparken, konunu başka alanlara dallanıp budaklandığı noktalarda parçalanmaya başlıyor. Tek mekân ve uzun planlardan oluşan, iki kişinin sırtladığı bir film için uzunca sayılabilecek 106 dakikanın fazlalıkları da bu sapmalardan kaynaklanıyor kanımca. Ama hakkını yemeyelim Sam Levinson, ikili arasındaki dinamiği hem iyi ortaya koyuyor hem de bitti denilen yerde ilişkinin derinliklerine doğru yeni bir katman açmayı başarıyor.
Marie’nin sevgilisinin onu görmezden gelen taraflarına, kibirli yanlarına, sanatçı ve erkek egolarına karşı yıllardır biriktirdiklerini parça parça kustuğu; Malcolm’un da onu hiç yanıltmadığı ve tam da bu biçimde tartışmaya katıldığı bölümlerin etkili olduğunu belirtelim. İkilinin hem siyah yönetmen hem de hayatın içinde siyah olmak üzerine kendi aralarındaki tartışmaları; bir noktada dönüp hangi sınıftan olduklarına bağlanıyor Marie tarafından. “Evet siyah olduğumuz için toplumda eşit değiliz, ama seninle ben de eşit değiliz” demeye getiriyor. Ama film bu meseleyi en azından ikili için bir kriz olmaktan çıkarıyor. Birbirlerini hırpalasalar da siyahların bir bütün oluşturduğunu anlatmaya çalışıyor alttan alta sanki ikilinin kimliğinde. Marie’nin asıl derdi kimi zaman onu yok sayan Malcolm’un erkek/sanatçı egoları olsa da, onun da ‘makul’ olduğunu söylemek zor. Malcolm’un burjuva sınıftan ama nihayetinde siyah bir sinemacı olarak yaşadıklarıyla, alt sınıftan Marie’nin biriktirdiği arızaları karşılıklı olarak deşildikçe, birbirlerini yok etmek isterken diğeri olmadan da hayatta fazla şansları olmadığı sonucu çıkıyor ortaya. Ki zaten mecburi bir uzlaşmayla bitiyor gece.
Filmin sıkıntılı yanları, Sam Levinson’un sanat, sinema, politika ve eleştiri üzerine uzun uzun ahkâm kestiği, hepimize parmak salladığı bölümler. Levinson, Malcolm’un kimliğinde kendisini konuşturuyor uzun uzun film boyunca. Sinemanın ne olduğuna dair nasihatler dinliyoruz, sanatın nasıl olması gerektiğine dair dersler… Marie bunların bir kısmına bizim de içimizi soğutan yanıtlar veriyor vermesine ama zaten egosu yüksek tasarlanmış bir karakter olan Malcolm, yönetmenin ağzından konuşmaya da başlayınca tutmak mümkün olmuyor. Tam da bu noktada Marie’nin neler çektiğini daha da iyi anlamaya başlıyoruz!
Sinemada eleştirmenlere laf sokulan çok yapım oldu daha önce. Ama histeri şeklinde ve dakikalarca süren, eksik gösteren değil, üstten bakan; eleştiren değil ders veren bir üsluba ilk kez denk geliyoruz sanırım. Siyah bir yönetmenin, filmini siyah olması üzerinden okuyan eleştirmen hakkında uzun uzun nutuk çektiği bölümün, hikayeyi dağıtmaktan ve yönetmeni rahatlatmaktan başka bir işlevi olduğunu sanmıyorum. Yani sahneye değil sahnenin filmi nasıl bozduğuna dikkat çekmek isterim! Gördüğünüz gibi kişisel algılamıyorum hiç meseleyi!
Yönetmenin daha önce de “Suikastçı Topluluğu” ve “Euphoria”da birlikte çalıştığı “Beyaz Tanrı” filminden tanıdık Macar görüntü yönetmeni Marcell Rév’in işçiliğiyle de dikkat çekiyor “Malcolm ve Marie”. İyi tasarlanmış, çalışılmış uzun planlara başrol oyuncularının güçlü performanslarının eşlik ettiği; Malcolm ile Marie arasındaki ilişkinin dinamiklerine odaklandıkça güçlenen ama seyirciye ders vermeye kalktıkça da dağılan bir film özetle.