Türlü çirkinliğe, vahşete boğulmuş, felaket bir haftaydı.
Güzellik, üstünde yürünen kırılgan buz gibi, tehlikeli olmakla
kalmayıp hovardaca bir lükstü yine. Sevdiğin birini özlemekten,
sevdiğin bir kahvenin kokusunu övmeye kadar, her cinsinden
bahsediyorum.
Öyle kendi kendine ya da birinci derece yakınlarınla uzun uzun
yaşanabilen bir güzellik, iyilik hâli pek olmuyor. Edip Cansever
demiş ya, “gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir.” Pek çok insanın
gülme hakkının elinden acımasızca alınmış olduğu bir dünyada ve
ülkede, münferit olan, sevinç oluyor. Paylaşamıyorsun.
Acı akçemiz hiç bitmiyor. Palu ailesinin tüyler ürperten
hikayesi gibi tavan arası dehşetler ortalığa saçılıyor. Bu türlerin
bizde gelişmemiş olmasının acısını hayat korku-gotik-gerilim
işbirliğiyle çıkarıyor. Düzenli olarak mügeanlılanıyoruz.
Bir gün arayla üç kadın erkek şiddetine kurban gitti. Türlü
boyutlarıyla çok konuşuldu, yazıldı, en azından adlarını tekrar
anmak isterim. Ceren Damar, Buket Yıldız, Zeynep Hüsünbeyi.
Cinayetlerin ortak noktalarından biri, yaygın cinnet haliyle değil,
planlanarak işlenmiş olmaları. Alan bulan, desteklenen kötülük,
mutasyona uğruyor. İlkinin çok farklı boyutları da var:
Akademisyenlere yönelik, oluk oluk kanlarla ifade edilip
kışkırtılan nefret, üniversitelerin hali, ülkenin hali… Yıllardır
aşk diye yutturulan büyük şiddet, taciz hikayeleri, ekrandan
fışkıran mafyöz erkeklik… Hepsinin etkisi var.
Bunlar birer kadın cinayeti. “İnsan cinayeti”, “cinsiyetler
üstü” falan değil. Gerçekten artık iki adım ileri gidebilmek için
hegemonik erkeklik, al işte Oxford yılın sözcüğü seçti, ’toksik’
erkeklik, içimizi çürüten bu egemen erkeklik hâlini bir üstümüzden
atmamız lazım. Bu zamanda artık kadın cinayeti diyebilmek gerek.
Kadınlar, erkekler tarafından öldürülüyor. Semirtilmiş çarpık aşk
kisvesi altında, kopya çeken bir erkek öğrenciyi yakaladıkları,
birine ters, öbürüne düz baktıkları için… Üstelik de korunup
kollanacaklarını, büyük ihtimalle verdikleri zarar ölçüsünde
cezalandırılmayacaklarını biliyor bu katiller.
Hiçbirimiz hiçbir zaman şiddet riskinden muaf değiliz, yarın
başımıza ne geleceğini bilemeyiz. Güçlü olmak, kendi ayakların
üzerinde durmak da yetmiyor, kapını kime açacağını yüzde yüz
kestirebilmen mümkün mü? Ayrıca güçlü olma müessesesinin ‘en lüks’
tarafında da dünya kadar hayat angaryasını yüklenmek yetmezmiş gibi
bu kez de pasif agresyonla cezalandırılmak tehlikesi var. Sen misin
gücü eline alan. Mutlaka bir yerlerde boyun eğmelisin. Boyun
eğdiğin öyle düz sevgi, aşk da olamaz, bunu bir adama kolay kolay
yutturamazsın, garantisi yok o duygu işlerinin. Çoğu ilişkiye uzun
uzun tutunabilmek için bir tür hizmetkarlığa, neredeyse refleks
olarak alttan almaya, eğilip bükülmeye razı olmalısın.
Hiç de bile olmam, pek çok kadın da olmuyor artık. Niye
olalım? Öte yandan erkekler başta hiçbirimiz, değer
verdiğimizi söylediğimiz şeylere de gerçekte o kadar değer
vermiyoruz. Hayat insana bu kadar oyuncak, seçenek, lego, ego şansı
veriyorken, kim, niye bir insanda, bir duyguda ısrarcı olsun ki?
Dönüyoruz geçiyor.
Aşk ve devam sezonu sevgi, bir konsantrasyon, bir inatla değer
biçme işi. Günümüz hayatına en uymayan şey. Tevazunun, iyicilliğin
yanı sıra aşık olabilmenin de artık insanı dezavantajlı duygusal
gruplar kümesine fırlattığı belli bir şey. Aşk ne ya öyle, köylü
gibi?
İroni bir yana, gerçekten de, aşk ne? Bana göre hayata
bağlanmanın en leziz yolu. Aynı zamanda bir tür projeksiyon.
Güzellik ve coşkun duygularla ilişkimizin altında bu da var. “Beni
böyle sev seveceksen,” demenin bir biçimi. Ama kalbiyle az çok
irtibatı olan insan bir noktada gerçekten sevmeyi, emek vermeyi,
anlamayı, bağlanmayı da öğreniyor. Çocuklar ve kediler bunu çok
güzel öğretir mesela. Israrla kendileri olarak, sizinle o biçimde
bağ kurarak. Fazlaca travmatik bir ortamda bulunmayan bir kedi,
insanın en sağlıklı halinde ulaşabileceği sevilebilir varlık formu.
Özel alan duygusu, birliktelik, sıcaklık, sevgiye karşılık verme,
sınır çizebilme becerisi. Asla tam anlamıyla sahip olamazsınız bir
kediye. En saçma, en adaletsiz fiziki koşullarda bile, kendisidir.
Kedi sadeliğine varmamız imkansızsa da kedilerden öğrenebileceğimiz
çok şey var.
.
Çok zor bir haftaydı, biraz iyicil, hafif, umut veren yerden
yazmak istediğim bu yazıyı Vedat Milor’a bağlayayım. Bir kafeye
dair yazısında damak tadı uyumunun
yakın ilişkilerdeki öneminden bahsetmiş Vedat Bey. “Kız buluşmada
latte, Americano söylüyorsa o iş başlamadan biter,” demiş. Yazının
tümü okunduğunda bilinçlice kışkırtıcı, oyuncul bir öne çıkarma
olduğu görülebiliyor bunun. Sosyal medyada yüklenildiği kadar abuk
bir durum yok yani. Ayrıca varsın olsun, tercihtir, bize ne yahu?
Neden belli bir iyilik, zerafet içinde gelen insanları en azından,
oldukları gibi kabul edemiyoruz? Vedat Bey öyle biri. Muhtemelen
dünyayı algılama biçimimizin keskin biçimde farklılaştığı yerler
vardır. Damak tadım fena değildir, bir kahvenin gerçekten iyi
olduğunu kolaylıkla ayırt edebilirim ama latteyi, Americano’yu da
pat diye söyleyiveririm, çıldırırsın. Ayıptır söylemesi, sık olmasa
da pratik diye suya karıştırmaç kahve içtiğim oluyor, yatacak yerim
yok.
.
Burada o yazının kapsamından çıktığımın altını çizeyim. Dün
tartışılan konu beni esasında son dönemde fazlaca tuzağına
düştüğümüz ‘pat diye soğuma’ eğilimine götürdü. Düşündüm, hoşça
bulduğum bir adamla oturmuşum. Latte söylemesi beni zaten hiç
alakadar etmez, soğuyacağım kısımsa galiba garsona ya da bana
davranışıyla ilgili olur.
Pek farkında olmayız ama bu ikisi eşit derecede önemlidir.
Tavlamak istediği kişiyle zaten üstün olduğunu sandığı kişiye
davranış farkı, yakınındakilere ve uzağındakilere davranışları, bir
insan hakkında her şeyi söyler. Ondan sonra çok şık ambalajla
gelmiş bir zalimi mi seçiyorsun yoksa kahve zevki tartışılabilir,
senin okuduğun tüm kitapları okumamış olsa da değerler sistemi,
dünyaya dair kavrayışı sana daha çok benzeyeni mi? Orası sana
kalmış. Ayrıca yetmez de, gönül bu işte, neye düştüğünün şifresini
tam olarak kırmak mümkün değil.
Yine de aşkın tarifini bir nevi otobüs kazası gibi yapmaktan
hoşlanmadığım, başıma gelen şeylerden ziyade tercih ettiklerime ve
iyicil olana eğilimli olduğum için, eninde sonunda sevgiyi seçerim.
Dünyaya dair sezgisel kavrayışımız, mizah duygumuz benzerse,
birbirimiz dışında da meşgalelerimiz varsa, birbirimize eziyet
etmiyorsak, ahtapot gibi iç içe değil yan yana akabiliyorsak,
beraber bir benzincide kötü makine kahvesi içebiliriz bence. Sevgi
her konuda değil ama bazı temel konularda anlaşmaktır çünkü. Ve bu
sevinç, şefkat, anlayış yoksunu dünyada anlaşmak lükstür, lüks!
“Asıl dehamı hayatıma harcadım, eserlerime ise yalnızca
yeteneğimi harcadım,” diyen Oscar Wilde’ın gümbür gümbür görkeminin
ardındaki o pelerinsiz ruhunu hep sevmişimdir. Onun tarifiyle
bitirmek istiyorum bu yazıyı. “Ne görünüşü için seversin birini, ne
kılık kıyafeti ne de son model arabası için. Sadece senin
duyabildiğin bir şarkıyı söylediği için seversin.”