Aslı Erdoğan: 'Politika sanattan daha çok ilgi görüyor'
Aslı Erdoğan ve Laleper Aytek ile son çalışmalarını konuştuk. Aytek ve Erdoğan disiplinlerarası ilişki, edebiyatı ve resmi anlattılar.
Hayatın Sessizliğinde, Aslı Erdoğan'ın en içe kapanık, en soyut kitaplarından. Ancak bu metinler bir o kadar da ilham verici ki Hayatın Sessizliğinde'den ilham alan birçok çalışma gerçekleştirildi. Laleper Aytek'in geçen Kasım ayında Paris'te çektiği fotoğraflar bu kitaptan metinlerle iç içe geçirilip Fransız Kültür Merkezi'nde 10 Mart'ta açılan "Kendi içinden de geçip gitti mi uzaklara?" sergisinde karşımıza çıkıyor. Aytek'in bir dayanışma duygusuyla yola çıktığı sergi iki disiplinin organik bir buluşmasına da yol açtı.
Laleper Aytek ve Aslı Erdoğan bu çalışmayı malum sebeplerle beraber kurgulayamadılar. Hatta röportaj için gittiğimizde ilk defa ayrıntılı olarak konuşabildiler. Röportajımız aynı zamanda fotoğraflar ve metinler üzerine bir tartışmaya dönüştü. Laleper Aytek ve Aslı Erdoğan'la fotoğrafların anlamını, ucu açık metinlerin okuyucuda bıraktığı hisleri, şehirlerin sanatla ilişkisini ve gelecek planlarını konuştuk. Fotoğraflar ve seçili metinler aynı zamanda Everest Yayınları tarafından Aslı Erdoğan'a armağan kitabı olarak da yayımlandı.
En başından başlayalım. Aslı Erdoğan’ın “Hayatın Sessizliğinde” adlı kitabını 2005 yılında ilk okuduğunuzda ne düşünmüştünüz? Kitaptaki ilham verici kısım neydi? Bu çalışmaya nasıl başladınız?
Laleper Aytek: Kitaptaki o katmanlı, arada sırada tedirgin eden, ürküten ama aniden bir dehlize girip içinde kaybolmayı sağlayan dil beni çok yakalamıştı. Benim o metinleri fotoğrafla birleştirmeme sebep olan şey,her okuduğumda kitabın beni başka bir hikayeye, başka bir yolculuğa çıkarabiliyor olması. Ağırlıklı olarak 16 Ağustos'tan sonra bu kitabı tekrar elime aldığımı gördüm. Ağustos'tan sonra yaşananlar beni de çok içeriden etkilediği için bu konuda bir şey yapmak, bir direnme duygusu oluşturmak, Aslı Erdoğan’ın yanında olmak,uzaktan da olsa ona eşlik etmeyi denemek istedim. Paris’te çektiğim fotoğrafları ayıklarken sanki Aslı Erdoğan’ın bu kitabından uçuşan bir takım satırlarla fotoğraflarım bir şekilde buluşmaya başladılar. Birbirini tarif etmek ya da açıklamak üzerine değil; ikisi birlikte olmak üzere gibi.
Kitaptan seçtiğim metinler fotoğrafın açıklaması şeklinde algılanmasın; ben asla öyle düşünüp hareket etmedim ve hatta bundan kaçındım. Zaten düz yazı şiirler de hiç öyle değildi. Fotoğrafın çağrışıma açık olması onu çoğaltan, yazının çağrışıma açık olması ise onu çok katmanlaştıran bir şey. Aslı Erdoğan’ın dilinde bunun çok fazla olduğunu hissettim. Kendime ve kendi yazı dilime de çok yakın bulduğum için bu buluşmanın, gözle sözün birleşiminin belki farklı çağrışımları harekete geçirebileceğini düşünerek yola çıktım.
Siz de fotoğrafları yakın zamanda gördünüz. Sizin metinlerinizle nasıl eşleştirdiniz?Bu çalışmaya nasıl 'tamam' dediniz?
Aslı Erdoğan: Bu benim değil Laleper'in projesi ve onun fotoğrafları. Çok etkilendim bu projeden. Zor proje olduğunu düşünüyorum aslında. Yükün büyük bir kısmı hatta yüzde yüze olan kısmı Laleper'de. Sinematografik derler benim yazarlığım için ama bu kitabım bu tanımlamaya en az uygun olanı. Ya da şöyle diyeyim; bu kitapta kolayca imgelere dökülebilecek bir dil hiç yok. Son derece ucu açık metinler. Özellikle kurduğum, labirent unsuruna benzer bir yapı var. Okura pek çok yol gösteriyorum ama hiçbiri bir yola varmıyor. Aslında kitap bir tür bataklık diyebilirim. Sonda bir çıkış yolu var, bir tünel açılıyor. Ama bu tüneli de zorlama bir şekilde koydum,metinler bir yere varsın diye. Dolayısıyla bu projeden çok etkilendim. Kendi kafamdaki imgeleri şimdi fotoğraf olarak görüyorum.
L.A.: Şunu merak ediyorum, ben size fotoğrafları vermiş olsaydım, o şekilde nasıl olurdu?
A.E.: O şekilde çok zor olurdu. Kim ne verirse versin, ben kendi metnimi yazıyorum.
L.A.: İşte ben de çoğaltanın tam da böyle bir şey olduğunu düşünüyorum. Anlamı yada bakmayı, izleyiciyle buluşmayı herkes için farklılaştırdığını,tam da böyle bir şey olduğunu. Yani o bataklığa atmak insanı. Yani bataklık çok güzel bir tarif. O bataklığı ikili yaratabilmek, akıtabilmek mümkün olsa.
A.E.: “Hayatın Sessizliğinde” adını verdiğim metinler farklı görsel sanatçıların dışında tiyatroya da uyarlandı. Herkes bir bölümünü aldı. Tam da istediğim buydu aslında. Demek ki bir okurda bir yol,diğerinde başka yol açıyorum. Belki bir başkasında ise hiç yol açamıyorum; katlanılmaz da bulunabilir o metinler. Metinler arasındaki bağlantıları da bilerek koymadım. Bir hikaye çıkaramazsın bu metinden. Bir hikayenin temel ögeleri, kişileştirme yok. Hikayeyi kim anlatıyor; herkes, bir anonimlik var. İki ses duyuluyor, biri çağdaş bir kadın sesi. Tek bildiğimiz bir kadın olduğu. Diğeri eski Mısır’dan gelen mitolojik bir ses. Metinleri yazdığım zaman hayatımın çok özel bir dönemiydi, ağır bir ölüm acısıyla baş etmeye çalışıyordum. Ve sanki o mitolojik ses kendiliğinden çıktı diyebilirim. O sesin bana ait olmadığını hissettiğim başka bir kitap olmadı. O yüzden bu metinleri sahiplenmiyorum, benim sesim diyebileceğim metinler değil. Belki de o yüzden çok fazla yol açılıp kapanıyor o metinlerde.
'BU METİNDE SESLER, SESSİZLİKLER VAR...'
Bataklık diye tarif ettiniz. Sergideki fotoğraflar bu bataklıkla nasıl bir ilişki kuruyor?
A.E.: Şöyle belirteyim, bu metinlerde sesler, sessizlikler var... Sesler ve sessizliklerin iç içe geçtiği metinler olduğu gibi, ışıkla gölgenin garip oyunları da var. Gölgeli metinler... Işık vuruyor gibi ama tam da vurmuyor. Sanki bu durumu yakaladığını düşünüyorum bu fotoğrafların. Ortada buluşmuşuz gibi. Şu fotoğrafa bakalım mesela; metnimi görüyorum burada. Sisin içindeki dünya, sanki o kadının yürüdüğü yol bu. Anonim ses.
Ne zaman çektiniz bu fotoğrafları? Paris'in hangi bölgelerinde çekildi? Bu sergiyi düşünüyor muydunuz o zaman?
L.A.: Hayır öyle bir sergi planım yoktu. Şu proje için diyerek fotoğraf çekmiyorum. Ama aklımda mutlaka hep düşündüğüm şeyler olduğu için, o mutlaka çektiklerime de yansıyor. Geçen kasım ayında Paris'in merkezinde çektim fotoğrafları. Nerede çektiğinizin önemi yok. Küçücük bir sokakta bile bu fotoğraflar çekilebilir. Çoğu zaten bana ait küçük alanlarda çekildi. Bir hafta,10 günde çekildi bu fotoğraflar. Sonra da yazılarla bir şekilde bir araya geldi.
A.E.: Kitabın son metinlerinden birinden bahsedeyim: "Burada Olmayanın Saati." Yazar kadın, anlatıcı kişi eve döner.Günün aksesuarlarından sıyrılıp bir odaya gelmiştir ve bir gece başlar. Mekansal bir yer kazanan bir anlatı gibi. Böyle bir gece başlar. Odada hiçbir şey yok. Filmini çeksek mesela, odada yazan bir kadın var sadece. Saatler bir labirente döner ve sözcükler geceyi atlatmak için... Bu taşlara basa basa, sözcüklere basa basa... Bitmek bilmeyen, karanlık bir gece. Ama eninde sonunda bitecek tabii. Kısıtlı bir zaman dilimi.
Ama o gece giderek sonsuzlaşır. Dönemeyeceği iki kıyı arasında kalmış gibidir. Ve biter gece. Her gecenin bittiği gibi. Kitabında açıklayıcı metni o aslında. Kitap bir yazı sonuçta, başka bir şey değil. Masanın başında oturan bir kadından başka hiçbir şey yok bu kitapta. Kağıtlar, masa, soğumuş bir kahve. Ama böyle bir odaya dönüşüyor. Böyle bir gece açılıyor. Geceden bir çıkış da yok. Ertesi gün yine geri gelecek. Kadını bıraktığı yerde bulacak gece.
L.A.: Bu arada ilk defa bu kadar ayrıntılı konuşuyoruz bu çalışma üzerine.İkinci karşılaşmamız zaten Aslı Erdoğan'la. Yalnız konuşma fırsatımız olmadı.
A.E.: Bence böylesi daha iyi. Ne bu metinler uygun, buyurun fotoğraflayın demeye. Ne siz öyle çalışabilirsiniz, ne de ben. Bambaşka bir şey yazıyorum çünkü.
L.A.: Bu metni alsam üstüne fotoğraf çekeyim desem asla yapamam. Metin ve fotoğraflar, daha sonra, başka bir çağrışımla, başka duyguyla buluşuyor.
Bu duyguyu tariflemeye çalışsak nasıl olur?
L.A.: Çok zor. Fotoğrafı anlatmak gibi bunu da anlatmak zor. Çok okudum ben bu kitabı. Her okuduğumda yeniden okuyormuşum gibi oluyor. Çünkü başı sonu yok gibi bu kitabın. Bir hikaye anlatmıyor. Sürekli kaybolmanızı sağlıyor aslında. O kaybolmayı çok güçlü bir şekilde hissettiğim için... Sözdeki ve fotoğraftaki belirsizlik, herhangi bir yazarla değil de Aslı Erdoğan’ın yazdıklarıyla buluşturdu beni diye düşünüyorum.
'BİR KİTAPTAKİ HİÇBİR ŞEYSİZLİĞİ SEVİYORUM'
Peki niye Erdoğan'ın diğer kitapları değil de bu?
L.A.:Hepsi olabilirdi aslında. Ama bu kitaptaki hiçbir şeysizliği çok seviyorum. Mesela bir başka kitabını alalım, “Kabuk Adam”. Orada daha bir hikaye tanımı var. Ancak “Hayatın Sessizliğinde”deki tanımsızlık, benim fotoğraflarla daha rahat buluşmamı sağladı.
Fotoğraflara eşlik eden metinlerin de değişebileceğini söyleyebilir miyiz?
L.A.: İkisi de değişebilir.
A.E.: Buradaki metni direkt olarak fotoğraflayamayız, mümkün değil.
L.A.: İyi ki de mümkün değil. Kız Kulesi fotoğrafını görüp "Kız Kulesi’nde gün güzel batardı” demeye benziyor o. Oysa bu dil, onun dışında bir çağrışıma yolluyor seni.
A.E.: Burada sanırım bir sanatçı gözü gerekiyor. "Çoktan sönmüş is karası dünya ile henüz doğmamış ılık boşluktan doğmaya hazırlanan dünyayı görebilmek..." Ben Laleper Hanım’ın fotoğraflarında bunu görüyorum. Benim metinlerimle çalışmanın bir başka zorluğu şu; ben sözel bir yazarım, tutunacak bir kulp vermiyorum, soyut bir yazarım. Özellikle bu kitapta olduğu gibi; “Hayatın Sessizliğinde” en soyut kitabım.
L.A.: Beni de çeken şey buydu. Belki de bu bile birçok kişi için zorlayıcı. Soyut metinler okuru kitaptan uzaklaştırabilir diye düşünüyorum.
A.E.: Hiç kolay bir metin değil. Bilakis çok zorlayıcı bir metin. Tam olarak ne demek istiyor? Nereye götürüyor?
L.A.: Bana da hep “Bu fotoğrafta ne anlatmak istemiştiniz?”sorusu sorulur. Böyle bir sorunun cevabını vermek o kadar zor ki. Ne diyeceğim? Yatak odası, duvara yansıyan çalılar... Tam olarak ne demek istediğim yok. O bataklık duygusunda herkesin tam olarak kaybolması lazım. İnsanlar kaybolmayı sevmiyorlar. İstiyorlar ki tanımlansın, tarifli bir şey olsun. Çünkü öylesi rahatlatıyor. Ama Aslı Erdoğan rahatsız ediyor. Bende kendi fotoğraflarımda o rahatsızlığı vermek istiyorum. Tedirgin olsunlar, tarif edemesinler, açıklayamasınlar. Açıkladığımızda, evet burası bir kafe dediğimizde hiçbir büyüsü kalmıyor. Sen, o ya da bir başkası fotoğraflara baktığında başka bir duygu olur.
Buradaki niyet; yazıyla birlikte olduğunda belki daha başka bir şey olur. Kastım ve niyetim bu; o katmanlılığı sözle birlikte çoğaltıyor olmak. Yapabilmişsek, yapabiliyorsak, bilmiyorum göreceğiz. Sergide görsel olarak yazının nasıl kullanıldığı bile önemli diye düşünüyorum. Bugüne kadar sadece fotoğraflarla bir sergi kurduğum için, burada zorlandım mesela. İşin içine bazen üç fotoğraf bir yazı, iki fotoğraf bir yazı geliyor ve bir alana sığdırmak konusunda yazının açıklayıcı olmaması gerekiyordu. Başka bir görsel gibi algılanması gerekiyordu metinlerin. Ben bu fotoğrafları tek başına sergilemezdim. Başka bir şey olurdu muhtemelen. Bu metinler girdiğinde sergiye dönüştüler.
Daha önce de birçok çağdaş sanat projesine katıldınız, sizin işlerinizden esinlenilen çalışmalar yapıldı. En son Karşı Sanat'ta Beral Madra ve Feyyaz Yaman, iki ayrı sergi gerçekleştirdiler sizin için. Bu sergiler sizin çağdaş sanat alanındaki üretimlerinize odaklanmıştı. Sizce neden görsel sanatçılar etkileniyor işlerinizden?
A.E.: Karşı Sanat'taki sergide benim kendi işlerim yer almıştı. Hayatın Sessizliğinde kitabınaaldığım metinlerden biri, “Narkissos’un Maskeleri”, Beral Madra’nın açtığı serginin parçası olarak yazılmıştı. Beral Madra yıllar önce otobiyografi üzerine sergi yapıyordu. “Hiç düşündün mü bir sergiye katılmayı?” diye sordu.“Beral Hanım, ben yarı körüm, görsel sanatlardan anlamam,” dedim. O da bana şunu söyledi: “Kırmızı Pelerinli Kent’i okudum ve gördüm ki bu konuda çok düşünmüşsün.” Okumuş ve çok iyi anlamış beni.“Kırmızı Pelerinli Kent”teki mesele şuydu; insan kendi hikayesini niye anlatır?“Tam da serginin ele aldığı konu üzerine yazmışsın,böyle bir roman çıkarmışsın. Yaparsın,” dedi Beral Hanım.
Bana çok cesaret verdi hakikaten. ‘Kırmızı pelerin’in kendisi üzerine düşünerek başladım oradaki Narkissos, Orpheus miti üzerine.
'SEN DÜNYAYA BAKMADAN SÖZCÜKLERE BAKMIŞSIN'
Kendi imgenle karşılaşmak… "Kırmızı Pelerinli Kent"in kendini özetlersek… İmgenin kendisiyle birleştiği an, yani bir ölüm anı. Narkissos’un ırmaktaki yüzüne kavuştuğu an. “Ben anlatılan kendimim,” cümlesinden yola çıktım. Daha fazlası da değilim. Sonra nasıl sergileyeceğimize baktık. Ve sevdim o işi. Başka metinlerin de bir gözün önünde nasıl olabileceğini, bir formu olması gerektiğini düşündüm. Bu esnada dört sergiye katıldım. İddialı olamayacağım bir alan çünkü hakikaten yarı körüm, yakını hiç göremiyorum, iki derecenin üzerinde hipermetrobum. Belki de bu yüzden sözcüklerle bu kadar uğraşıyorum. Müge Gürsoy Sökmen, “Sen okumayı çok mu erken öğrendin?” diye sormuştu. Evet, 4 yaşında kendi kendime öğrendim okumayı. “Sen dünyaya bakmadan sözcüklere bakmışsın. Sen sözcüklerle bakıyorsun dünyaya,”demişti.
Ancak ben görselliğinizin önemli olduğunu düşünüyorum.Sadece ben de değil, bu konu hakkında birçok kişi yazdı hatta.
A.E.:Metinlerimde çok detaylı betimlemeler vardır, sinematografik derler. Hakikaten öyle de çalıştığım oluyor. “Kırmızı Pelerinli Kent”te bir ressam ve fotoğrafçı gibi düşünüyordum sahneyi yazarken. Uzun uzun bakıyordum, ışık kadının yüzünün neresine vuruyor, diye düşünüyordum.Bunu da Nabokov’dan öğrendim. Masanın üzerinde tatlandırıcı kutusu duruyordu demek yetmez; tam olarak neredeydi, gölgesi nereye vuruyordu, pembe kapağı nasıldı... Bunlara bakmayı önerir Nabokov. Öyle bir bakış çabam elbette var. Açıkçası kendimi görsel yanı zengin bir yazar olarak hiç görmedim. Tam tersi, bilinçli bir şekilde, tam anlamıyla göremediği dünyayı sözcüklerle anlatmaya çalışan bir yazar olarak görüyorum kendimi.
Tabii kendi yazımı doğru değerlendirecek son kişiyim elbette. Ne yapmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Sonuçta tabii ki okur daha iyi değerlendirir; kağıtta gördüğünden yola çıkarak. Aslında karmaşık bir nokta demek istediğim. Bir insan nasıl hem sözel hem de sinematografik olur bilmiyorum. Ama bu çabayı belki de veriyorum. Burada da körlüğün getirdiği bir dengesizlik olduğunu sanıyorum. Şu pembe üzerine hikayeyi kuruveriyorum. Halbuki görsel yönü gelişmiş bir yazar buradaki her hikayeyi dengeli bir şekilde oturturdu. Ben dengesizim bence.
L.A.: Ama fotoğraf da dengesiz olduğunda fotoğraf oluyor diye düşünüyorum. O pembe üzerinden benim bir fotoğraf çekmem; etrafı düzenleyip, dengeleyip mükemmellik katmadan fotoğraf çekmem onu fotoğraf yapıyor. Dünya mükemmel değil. Türkiye’de fotoğraf alanında böyle bir şey var; güzel, mükemmel fotoğraf çekmek. Hayat böyle bir şey değilse, biz neden fotoğrafta mükemmel bir kurgu içine girmeye debeleniyoruz. Herkes kainat güzeli değil, herkesin bir kusuru var. Kusur üzerinden gitmek bana daha cazip geliyor. Kusurları saklamak, olmayan hikayeler üretmek gibi bence.
A.E.: Hayatın Sessizliğinde kitabındaki en önemli metinlerden biri “Eksik Kalan”.Lacanvari bir yorumlamayla da okuyabiliriz. Bir eksiklik, bir tamamlanmamışlık, olmayan bir gözdür. Orada gerçi koparılıp alınmıştır kadından. Evet, şu an kendim buldum kendi yazınımı açıklayan şeyi. Kitabımda da diyorum benim gözüm yok diye,size karanlığı ve gölgeyi anlatacağım. Şu an görmüyorum elbette, biraz ışık olmadan karanlığı da anlatamam. Azıcık bir ışık girmek zorunda. Burada eksik kalan şey baştan beri eksik olan. İnsan hikayesi de hep eksik kalmaya mahkum. Fotoğrafçı olsaydım, bu metni fotoğrafa taşımak zorunda kalsaydım belki buradan başlardım. Eksikliğin fotoğrafı nasıl çekilir? Mesela Laleper Hanım'ın fotoğrafları oturuyor tam oraya. Doğmamış bir dünya, eksiklik ve yokluk... Belki de görsel sanat çok daha kuvvetli bir dil, burayı yakalamak için.
Metinleri nasıl seçtiniz kitap içinden?
L.A.: Çok duygusal bir şey, sistematiği yok. Metni okuyup bu buna uyar gibi bir şey değil. Mıknatıs gibi çekildiler. Kitabı o kadar çok okuyunca ve çektiğin fotoğrafları bilince bir şekilde birleşme doğal olarak gerçekleşti. Duygusu çok iç içe geçtiğinde buluyorlar birbirlerini bir şekilde; bunun bir tarifi yok.
A.E.: Belki bir sene sonra yapsaydınız bu sergiyi başka fotoğraflarla başka cümleler bir araya gelecekti.
L.A.: Onu yapabildiysem eğer, bu iş sözle, gözle çoğalabilir diye düşünüyorum. Aksi halde tek bir tanıma hapsettiğimiz, tek bir açıklaması olan bir yazı-fotoğraf orada yazılıyor ve bitiyor diye düşünüyorum. Burada bitmeyen şey o çoğalmayı sağlıyor. Ne zor anlatmak... Söyledikçe kendi cümlelerimden korkuyorum.
A.E.: Kitap üzerinden de anlatmak zor. En zorlandığım kitap budur.
L.A.: Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra,okula dia gösterisine çağırmışlardı. Çocuklar fotoğraflara bakıp şöyle bir şey sordular: "Sizin fotoğraflarınızda çok beyaz var, bu içinizdeki hüzne mi karşılık geliyor?" Ben de “Diyelim ki geliyor. Bu sizde neye karşılık geliyor?Beni mesela hüzünlü fotoğraf çeken bir fotoğrafçı olarak mı tanımlamak istiyorsunuz?” dedim. Beni bir yere koymak yaptığım işi bir şekilde tanımlamak istiyor. İşte ben o tanımı insanların elinden almak istiyorum. Sırf beyaz çekip hüzünlü bir fotoğrafçı olabilir miyim? Ya da içim çok huzurlu bir kadın mı olurum? Bunların hiçbiri doğru değil. “O anda neler hissettiniz?” diye soruyor mesela. Bilmiyorum. Ya da beyaz hüzün müdür? Bugün hüzündür, yarın başka bir şeydir. Tek bir tanımı yok. Eksik kalan bir şeyler mutlaka olacak. Duyguyu, fotoğrafı, yazıyı illa ki tarif etmemek lazım diye düşünüyorum.
'İNSANLARIN EN ZOR KATLANDIĞI ŞEY BOŞLUK'
A.E.:İnsanların sanırım en zor katlandığı şey boşluk. Boşluğa bakmayı bilmek çok zor. Bu kitapta da okuru zorlayan yönlerden biri bu. Kişisel bir hikaye, bir kişi yok, belli bir duygu, belki hafif hüzün duygusu var ama acı duygusu bile daha katlanılabilir. Aslında varoluşsal bir boşluk. O duygunun içinde tutmak istedim. İmgeler, metaforlar var; yer yer güçleniyor ama hiçbiri birbirinin anahtarı değil. Gerçek hayatta da böyle. Hayatın bir anlamı yok. Kilit yeri yok. Hayatın anlamı budur, anladım bitti diyebileceğin bir şey yok. Bu boşluğun içinde bir şekilde akıp gitmeyi öğreniyorsun. Sözcükler, resimler ise belki bu boşluğu biraz doldurma çabası. Boşluğun içinden fotoğraf çekiyorum da diyebilirsin, konuşacağım da. Belki de farklı okumalara açık oluşunu da kılan o boşluk.
L.A.: Ama bir yandan da engelleyen bir şey.
A.E.: Edebiyatın artık sınırında bir kitap Hayatın Sessizliğinde,iyice kenarından, marjinal bir yerinden gidiyorum artık. Okuyucunun işini kolaylaştıracak bir şeyler yapabilirim pek çok yerde ama yapmıyorum. Güzel bir hikaye katabilirim, istediğim duygusal etkiyi yaratabilirim. 25 yıllık bir yazar olarak; hüzün mü, neşe mi, ağlamak mı istiyor okur,onu verebilirim. Ama izin vermiyorum okura. Böyle bir duygusal özdeşleşme alanı tanımak istemiyorum. Edebiyatta okurların istediği budur aslında; duygusal özdeşleşme. Ama bu, işin biraz kolayına kaçmak bence.
L.A.:Bu bence fotoğrafta da böyle. Türkiye fotoğrafında da, yani ‘80 sonrası çekilen fotoğraflarda mutlaka o duygudaşlığı yakalamak, tarif edebilmek o boşluktan kurtulmak istiyorlar.
Bir yandan çok sevilen, içine girilen metinleriniz var diğer yandan da gazete yazılarınız. Hayatın Sessizliğinde kitabındaki metinler nerede duruyor? Asıl yapmak istediğiniz mi bu mu yoksa?
A.E.: Bu kitabı 6 yılda yazdım; bir günden diğerine çıkmadı. Asıl tarzım bu. Yayıncılarım da hep uyardı, yapma etme, dön şu roman işine diye. Ancak gidebildiğim yol bu. “Taş Bina ve Diğerleri” de biraz yakın buna. Hep sesler ve hep sessizlikler vardır orada da. Hikaye anlatır ama anlatıcı tek kişi değildir; anlatıcıdan anlatıcıya geçer. Onun için okura yine kolay bir alan vermem. Kim öldü, kim sağ kaldı, kim ele verdi, kim ele verildi?
L.A.: “Taş Bina ve Diğerleri” kitabındaki "Sabah Ziyaretçisi"ni açıp baktım bu sabah. "Çoğumuzun yaraları daha sessiz," diyor. Ne kadar çok şey söylüyor aslında bu cümle;"Çoğumuzun yaraları daha sessiz". Şimdi siz burada ne demek istiyorsunuz diye sorulabilir aslında. Ama demek istediğini demiş zaten."Son sahipsiz çığlık" diyor mesela. Sahipsiz nedir yani? Çığlığı birisi atar. O kadar teknik düşündüğünüzde tabii ki altüst ediyor bir şeyleri. Bu bana inanılmaz çağrışımsal geliyor aslında. Düz anlamları yok edip yan anlamları üzerinden gidildiğinde bu bana da fotoğraf için alan tanıyor.
Sizin fotoğrafçılığınızda şehirler önemli. Buradaki metinler de zamansız ve mekansız. Bir mekan olarak Paris'le bu metinler nasıl buluşuyor?
L.A.:Bir önceki “Non-Paris” çalışmamdan başlayıp buna geleyim. Paris çok nefret ederek gittiğim bir şehirdi. Birden dönüştüve Paris’i çekmeye başladım. Paris fotoğrafın doğduğu şehir. Bugüne kadar Paris’le ilgili her alanda milyonlarca iş üretilmiş. Belki Paris’in çekilmemiş fotoğrafı bile kalmamıştır. Fotoğrafları çektikten sonra düşündüm ve “Bayağı bir cahil cesareti göstermişim,” dedim. “Non-Paris” oradan çıktı aslında. Paris olmayanı çekmek benim için daha farklı bir şeydi. Burada da aslında bakıldığında, birkaç arkadaşım, “Bunların Paris’te çekildiği belli olmuyor” demişti. Tam da böyle bir şey işte. Hem zamansız hem mekansız olması, belirsizliği daha da çoğalttığı için bana cazip geliyor.
Sizin de bazı metinlerinizde şehirler önemli. “Kırmızı Pelerinli Kent”te Rio önemliydi mesela. Bu kitap pek yüz vermiyor ama mekan konusunda neler söylersiniz?
A.E.: “Kabuk Adam”ı bir kenara koyarsak diğer kitaplarımda mekan ana öğelerden biri. Ana karakter hatta. “Kırmızı Pelerinli Kent”te kitabın ana metaforu bir kent; Rio de Janeiro. Tabii bu yaratılmış bir kent.
Rio'yu görür görmez Siyah Orfe (Orfeu Negru) filminin neden orada çekildiğini anladım hemen. Oradaki ölümle müziği duymamak için çok kütleşmiş olmak gerekiyor. “Hayatın Sessizliğinde”de şöyle bir mekan var aslında: Camdan bakan bir kadın var. Geceye bakıyor. Dışarıda bir dış dünya var. Paris de olabilirdi ama İstanbul burası. Fakat Galata Kulesi yok. Okura ipucu verebileceğim bir şehir değil. O, bir şehre bakıyor. Ama ışığı arkasına alıp da geceye bakan biri kendi yüzünün yansımasını görür. O yansımanın arkasından dünya belirir. Çok fiziksel bir şey anlattığım; camdan bakarsanız yüzünüzü görürsünüz. O yansıma her şeyin üzerine biner. Koskoca dünya da o yüzün bir parçası olur.
Bir bakıma senin yüzünün ardında koskoca bir dünya açılır. Az çok böyle baktım“Hayatın Sessizliğinde”nin metinlerinde. Tam olarak dış dünyaya bakışım böyle. “Kırmızı Pelerinli Kent”te de böyle aslında. Özgür’ün imgesiyle Rio’nun imgesi birbirlerinin üstüne binerler. Ama orada bir kişileştirme, bir metafor olarak kent var. Fakat “Hayatın Sessizliğinde”de ona ihtiyaç duymadım. Artık onu bile çaldım okurdan, öyle diyeyim. Benim dünyamda karanlık, bir çatlak var; masada bir delik, odaya vuran bir ışık var. Bu oda Viyana’da da olsaydı aynı oda olacaktı, İstanbul’da da olsa. “Taş Bina”da yine bir mekan var, bir taş bina. Her yerde olabilecek bir taş bina. Bir karakol, akıl hastanesi, bir cezaevi olabilir. Taş bina da hikaye içinde değişiyor. Hatta en sonunda sadece duvarlara indirgeniyor. Başka hiçbir şey kalmıyor. Tepeden yağmurun yağdığı, altta çamurlu suların yükseldiği...
Benim hikayem bu, taş binam buymuş. Bir karakol veya işkencehaneden geriye kalan bu binanın kaburgası gibi. Yani mekan kullanımım biraz böyle oldu. Önce iç dünyanın yansıması gibi kuruyordum hikayeleri, iç ve dış dünya birbirine karışıyordu. Ne gerçek, ne değil? Bence gerçek hayatta da böyle. İstanbul dediğinizde bir tane İstanbul yok. Sizin İstanbul’a yansıttığınız kadar İstanbul var sizin içinizde. Her gün İstanbul’unuz değişiyor.
Bu sergi için Fransız Kültür'le işbirliğiniz nasıl gerçekleşti? Açılış için ilk başta 8 Mart tarihini belirlemiştiniz, sonradan değişti.
L.A.: Ben bu projeyi aralık ayında Fransız Kültür’e önerdiğimde tarih belli değildi. Önce açılışın 8 Mart’ta olmasını önce tercih etmiştik. Teknik nedenlerle 10 Mart’a aldık. İlk açılış tarihi, hem Aslı Erdoğan’ın yaş günü hem Dünya Kadınlar Günü’ne denk geliyordu; birbirini bulmuş olması çok hoştu.
Peki kitap çalışması nasıl doğdu?
L.A.: Son işlerimde tek başına sergi değil, kitap da olmasından yanayım. Ve onun olması içinde her türlü koşulu zorluyorum. Sergi bitecek, görüntüler çekilecek mutlaka o yayının kalması lazım. Türkiye’de fotoğraf albümü yayımlamak deveye hendek atlatmak gibi bir şey. Mutlaka bir destek bulmanız gerekiyor. Şimdiye kadar hep öyle oldu. Bu projeye en başından kitabı da olacak diye düşünerek giriştik. Hem kitabın, hem esasen bütün projenin Aslı Erdoğan'a armağan anlamı da var.
Son zamanlarda çok fazla Aslı Erdoğan röportajı okuduk, politik konulara değindiniz. Ancak benim en çok merak ettiğim şu, bundan sonra ne yazacaksınız?
A.E.: Köşe yazılarımdan oluşturduğum kitap, bir yıl öncesinden hazırdı. Aslında politik bir ün kazanmama rağmen, politik yazılarım şaşılacak kadar azdır. En politik yazım bile siyasetle uğraşan birinin “Bu mu politika!” diyeceği türden. Bir de “Hayatın Sessizliğinde”ye benzeyen, köşe yazılarımdan da toparladığım, şimdi bir ölçüde gerçek hayat hikayelerinden de beslenen metinlerim vardı. İki kitap çıkaracaktım ama her şey alt üst oldu. Geçen sene yayıncı krizi yaşadım. Meseleyi çözemediğim için kaldı. Tabii bu arada bütün hayatım değişti. Haziranda yurtdışına gidiyordum. Köşe yazarlığını bırakmıştım. Aralıklarla yazıyordum Özgür Gündem’e.
2015’te Polonya’daydım, Türkiye’nin karıştığı dönemi çok uzaktan izledim. Geçen sene ocak ayında döndüm. Son olarak da Cizre üzerine yapılan belgeseli izledim. “Ben bunu yazmalıyım,” dedim. Bu benim sessiz kalacağım bir durum değil. Nerden esti aklıma? Nasıl bir çılgınlık anıydı? Ama duramadım. O arada da yayınevi krizi çıktı. Kitabım çıksaydı 1 Haziran’da Danimarka’da olmak zorundaydım. İki yıl orada kalıp tamamen edebiyata dönecektim. Tam vize için başvuracağım hafta tutuklandım. Birdenbire her şey iç içe geçti ve alt üst oldu.
Tam köşe yazarlığını bırakacağım dediğim anda birdenbire köşe yazılarım Fransa'da, Almanya'da yayımlandı, ses getirdi. Bu kadar yazı hiçbir kitabımın üzerine çıkmamıştı. İnsan sevinsin mi üzülsün mü bilmiyor. Tabii anlıyorum, politika her zaman sanattan daha çok ilgi çekiyor. Kabul etmemiz gerek. En şaheser kitabı da yazsan üstüne üç yazı çıkar. Benim istediğim de aslında en fazla oydu. Üç yazı, iyi bir edebiyat dergisinde iyi bir yazı. Bunlarla yeterince tatmin almıştım. Türkiye’de değil ama yurtdışında gayet memnundum.
Aslında köşe yazarlığına dönmek istemiyorum. Şu an dönemem de zaten; hiçbir gazete beni istemez. Zaten benim niyetim bütünüyle edebiyata dönmekti. Bir şeyi çok iyi öğrendim; benim hayat üzerine karar verme, stratejiler belirleme, geleceğimi hayal etme gibi bir lüksüm yok. Kafkaesk dediğimiz tam da budur: Hayatın üzerine karar veremiyorsun, hayatın üzerine karar çoktan verilmiş. Sen onu az, çok, zarifçe ya da perişan olarak taşıyorsun. Ne yazayım ki şimdi? Ne bileyim bir sene sonra cezaevinde mi olacağım, mezarda mı, bilmiyorum. Ama iki kitap bitmiş durumda. Yayımlanmaları an meselesi. Bir köşe yazıları toplamı, bir de hikayeler...
'ARTIK SESSİZLİK BİLE SENİN DEĞİL'
İsimleri ne olacak?
A.E.:Kitaplarımın birinin adı “Artık sessizlik bile senin değil”. Diğerinin adını bilmiyorum. İsim seçmek o kadar zor ki. Benim yayınevime verdiğim söz var tabii. İki kitap bitmiş gibi bekliyor.
Peki, bu kadar şeyden sonra okur olarak ben nasıl metinlerle karşılaşacağımı merak ediyorum.
A.E.: İlk etapta çıkaracağım kitaplarımı milattan önce yazmış olduğum için birebir cezaevi üzerine olmayacaklarına eminim. Onu çabucak tüketmek niyetinde değilim. Çok satacağını bilsem bile yapamam. Ama bundan sonra yazacağım her şeyde cezaevinin gölgesi olacağına eminim. Fakat o gölge nasıl olacak ben bile bilmiyorum. Hatta fotoğrafçılardan, görsel sanatçılardan öğreniyorum. Dün bir röportaj için bir İspanyol gazeteciyle buluştuk. Arkadaşı serbest fotoğrafçı olarak çalışıyor ama aslında ressam. Fotoğrafları da resim gibi. Rembrandt portreleri gibi fotoğraflar çekiyor. Ona “Ben kendi yüzümdeki cezaevini ilk kez senin çektiğin fotoğraflarımda gördüm,” dedim. Daha önce aynada da görmedim ama o fotoğraflarda gördüm.
Röportajın tam hali İstanbul Art News gazetesi Mart sayısında ve Everest Yayınları tarafından basılan "Kendi içinden de geçip gitti mi uzaklara?" sergi kitabında yayımlandı.