Aslı Perker: Biz yas tutmayı bilmiyoruz
Aslı Perker'in yeni roman Flamingolar Pembedir, geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları etiketiyle okuyucu ile buluştu. Perker, "Biz yas tutan bir millet değiliz. Burada her şey geçiştirilir, hızlı unutulur" dedi.
Adalet Çavdar
DUVAR - Kişi bir roman yazar, o hikâyenin kahramanı bir çocuktur ama o çocuk size içinizde asla ölmeyecek olan başka birilerini hatırlatır. Bir an çocuk olmaya asla karşı koymazsınız. Aslı Perker’in Everest Yayınları tarafından yayımlanan yeni romanı “Flamingolar Pembedir” okurunu çocuk olmaktan asla alıkoyman bir hüznü kalbinin orta yerine bırakıyor ama okudukça o hüzün bir genç kıza dönüşüyor. Altı yaşında bir trafik kazası sonucu annesiz babasız kalmış bir kız çocuk olan Bahriyeli, dayısı ile büyüyor. Büyürken kendine ait ama korunaklı bir dünyası var. Perker, romanında kendimize ait küçük gezegenlerimizi hayatın her darbesine karşı nasıl kurabileceğimizi ve koruyabileceğimizi anlatıyor.
Öncelikle belirtmem gereken bir şey var ki hayatında değer verdiği bir insanı kaybeden herhangi bir insan için okuması hem zor hem umutkâr bir roman. Peki “Flamingolar Pembedir” adında altı yaşında annesi babası vefat eden ve dayısıyla beraber büyüyen bir kız çocuğunun hikâyesini yazmaya nasıl karar verdiniz? Kurgunun çıkış noktası neydi? Yazdıklarınızın ne kadarı kurgu? Ne kadarı gerçek?
Bir gün bir grup yazar bir mekânda oturmuş sohbet ediyorduk. Fonda güzel müzikler çalıyordu. Çalan şarkılardan konuşmaya başladık. Ben orada ilk kez küçükken dayımın bir gitar atölyesi olduğunu, orada nasıl bir ortam olduğunu anlatmaya başladım. Peki sonra ne oldu diye sorulunca nasıl bir katamaran yapma uğruna o işin bozulduğunu anlattım. Herkes merakla dinliyordu, devamını bilmek istiyordu. İşin doğrusu o grup beni bu hikâyeyi anlatmaya çok heveslendirdi. Gitar atölyesi, katamaran bunların hepsi gerçek, beni gerçekten de el kadar çocukken balıkçı barınağına götüren dayı da gerçek, ama ben Bahriyeli gibi birebir hep orada değildim. Alternatif bir hayat hikâyesini kurgularken kullanabileceğim tüm malzemeyi toplamaya yetecek kadar oradaydım. 1981 yılında annem gerçekten de Kars'ta çok büyük bir trafik kazası geçirdi ve ölümden döndü. Ama bir müddet, o iyileşene kadar ayrı kalmak zorunda kaldık. Kitabın başındaki o otobüs yolculuğunu ben gerçekten de dayım ve eniştemle yaptım. Bunu kullanmak istedim, ama dramatik yapı itibariyle kurguda elbette değişiklik yaptım. Aslına bakacak olursanız kendime de sormuş oldum: Peki ya gerçekten ölmüş olsaydı?
Adını bilmediğimiz ama hayata tutunma biçimiyle, sakinliğiyle anlatılan kahramanımız sizce büyüdüğünde nasıl bir kadın olacak? Bu kadar büyük bir yaranın üstesinden altı yaşından itibaren gelmeye çalışan bir kız çocuğa 18 yaşından sonra ne olur?
Aslında romanın sonunda ne olduğunu anlıyoruz. Ben buna şöyle cevap veriyorum. Bu çocuk iyileşmez, ama bu çocuk sakinleşebilir. Ama bu sadece bir olasılık. Kim bilir hayatının hangi döneminde o yoksunluğu hisseder ve bütün sistemi çöker. Ben başkalarının acıları üzerinden hiç konuşmak istemem. Anne babasını çok erken yaşta kaybetmiş, Darüşşafaka'da büyümüş çok yakın bir arkadaşım var ve en azından ona ayıp olacağı için de susmak isterim. Ama yazarken onun sergilediği bütün kuvvetten ve sağlamlıktan etkilenmedim dersem de yalan olur.
'O YER DAİMA ANNE OLUYOR'
Kayık metaforlarınız okur üzerinde yoğun bir etki bırakıyor. İnsan hayatı boyunca her daim dönüp dönüp en güvende olduğu hissettiği yere gitmek istiyor değil mi?
Ve o yer daima anne oluyor. Ben bunu bilir bunu söylerim. Anne ile çocuk arasındaki bağ o kadar kuvvetli ki ne yapsan kopmuyor. Buna itiraz edenler olacaktır. Annesini sevmeyenler, görüşmek istemeyenler var, yok değil ama dediğim tam olarak da bu. Oradaki dert bile o bağ ya da kurulmuş ama kesilmiş o bağ yüzünden. Göbek bağını gerçekten de yabana atmamak gerek.
Annesi babası vefat ettikten sonra dayısı Fatih bir şekilde küçük kahramanıza annelik – babalıktan ziyade yoldaşlık ediyor ve yoldaş olmayı öğretiyor. Bence çok önemli bir hâl bu. Ve ikisinin de asıl yoldaşı deniz. Küçük yaşta kaybolan bir kız çocuğunun ömür boyu kaybolacağı bir yer deniz. Aynı zamanda pek çok hayal kurabileceği bir özgür alan. Küçük kız bir anda Bahriyeli oluveriyor. Dayısının hayalleri onun da hayalleri oluyor. Peki bu kızın idolü kim? Deniz mi? Dayı mı?
Bana kalırsa bu kızın bir idolü yok. Bu kız olsa olsa başkasının idolü olur. O sadece hayatı gerçekten anlamaya çalışan, anlamlandırmaya çalışan bir çocuk. Hepimiz hayatı birilerinden öğreniyoruz, birilerini çok beğeniyoruz ama onları idol olarak benimsemek çok iddialı. Yapımız gereği kusurlarımız var ve başkalarındakini de görebiliyoruz. Birilerini çok tutkuyla idealize etmiş insanların daha sonra hep onlardan nefret ettiklerini gördüm. Dolayısıyla bu kavrama karşı mesafem var ve sanıyorum Bahriyeli'yi de öyle düşünerek yazdım.
'KAPIYI KAPATIRSAN DÜNYA DIŞARIDA KALIR!'
Fatih Dayı kendi hayatını bir şekilde koruduğu güvenli alanlar içerisinde yaşıyor. Çok yetenekli, hayata dair çok bilgili ama bir yanıyla da dışarıya karşı kör. Yine de hayal kurma ve onları gerçekleştirme konusunda cesur. Aslında o da bir şekilde hayatta olan ve ölene kadar sürekli uyuyan annesiyle yalnız, öksüz-yetim kalmış bir çocuk. Nedense bana yalnızlığın lüks olduğunu ve yalnız insanların kendi hayallerini gerçekleştirmek için daha çok zamanlarının olduğunu düşündürdü. Fatih Dayı için yalnızlık ne?
Buradaki yalnızlık kavramı önemli. Başka insanların olmadığı, yalnız yaşanan bir hayattan bahsetmiyoruz aslında; teyzemin çok kullandığı bir lafı vardır, kapıyı kapatırsın dünya dışarıda kalır, diye. Daha çok bu. Kalabalık içinde yalnız kalmayı da bilmek. Fatih aslında sürekli burnunun ucunda bir çocukla yaşıyor. Evde, işte, yalnız değil, ama onu öyle bir mesafede tutuyor ki hem kendi dünyasını koruyor hem çocuğunkinin oluşmasına izin veriyor. İnanın şimdi söylerken fark ediyorum, benim kendi kızıma uyguladığım yöntem. Kendi gezegeninde olmak, hem yan yörüngede başka bir gezegenin olması, arada bir birbirinin üzerine gölgesinin düşmesi, ay tutulmaları, güneş tutulmaları, ama herkes kendi yörüngesinde devam. Biraz kendimi kaptırıp kendi yalnızlık sevgimden bahsetmiş oldum galiba.
Bütün hikâyeyi Bahriyeli’nin anlattıklarından okuyoruz. Araya sorular girse bile o soruların kimlerden geldiğini, dinleyicinin kim olduğunu finale kadar anlayamıyoruz. Final ise kurgunun inandırıcılığı üzerine insanı bir kez daha düşündürebilir elbette. Peki bu hikâyenin gerçek hayattan alınması ya da gerçek hayatta asla yaşanmamış olması neyi değiştirir? Yazılınca bir kere bile olsa yaşanmış ve her okur tarafından tekrar canlandırılmış bir hikâye değil midir kurgu?
Tam olarak öyle. Ben zaten gerçek ne kadar gerçektir prensibinden yola çıktım. Bu konuda yapılmış pek çok çalışma var. Bir kişiye yaşadığı bir olayı nerede yaşadığını soruyorlar. Aynı kişi üç yıl arayla birbirinden çok farklı cevaplar veriyor. İlk verdiği cevap doğru ama o ikincisinin doğru olduğuna yemin ediyor. Beynimiz bize sürekli oyunlar oynuyor. Bir şeyler hatırlıyoruz geçmişten, ona anlamlar yüklüyoruz, belki ondan hareketle dev bir senaryo yazıyoruz. Bunu en iyi yazarlar yapıyor galiba. Kitabın başında Coleridge'den bir alıntı var. “Diyelim ki uyudun / diyelim ki uykunda bir rüya gördün / diyelim ki rüyanda cennete gittin ve orada çok tuhaf ve güzel bir çiçek kopardın / diyelim ki uyandığında o çiçek elindeydi / ya, peki ya sonra?” Yazar dediğin okuru uykuya daldırmalı ve elinde bir çiçekle uyandırmalı. Anlattığı hikâyeye inandırmalı.
Bahriyeli sessiz bir çocuk olmasına rağmen her daim annesiyle konuşuyor. Bence bir insan hayatta onu tanıyan ve hatırlayan tek bir insan kalmayana kadar gerçekten ölmez. İnsan kayıplarını unutmaktan korkar. Bahriyeli’nin anneannesinin ölmeden bir gün önce uyanıp yıllar sonra onunla sohbet etmesi örneğin. Son bir an herkesle beraber yaşadığını hissettiğin oldukça önemli. Peki bu aklın içindeki hayaletler insana ne yapar?
Ben buna hayalet kalp diyorum. Biliyorsunuz hayalet uzuv diye bir kavram var. Beynimizde her uzvumuzun bir haritası var ve uzuvlardan biri kaybedilse dahi onun haritası hemen beyinden silinmiyor. O yüzden kolunu kaybeden bir askerin yıllar sonra hâlâ kolu kaşınabiliyor, çünkü beyninde hâlâ kolu var. Beyin o kadar kuvvetli işte. Diyorum ki sevdiklerimizin de birer haritası var herhalde beynimizde ve onlar gitti diye hemen silinmiyor. Hayalet kalple yaşıyoruz. Bahriyeli kendisine bir şey olursa annesinin tamamen unutulup gideceğinden korkuyor örneğin. Çünkü onun beynindeki izi de silinmiş olacak.
'İNSANLARIN ARADIĞI DAİMA SAMİMİYET!'
Bahriyeli pek çok normun dışında bir kız çocuk. Yaşadığı hayat ve onun o olma biçimi kabul görmüyor ne okulda ne diğer akrabalar tarafından. Yine de ne Bahriyeli ne dayısı bütün bunları önemsemiyor. Bahriyeli aşık bile oluyor. Sonra her şey yine hüzün. Bu diğerleri neden bizim için bu kadar önemli?
Sevilmek önemli bir şey. Sevmek de. Sadece bu yüzden umursuyoruz diğerlerini. Yoksa herkesin canı cehenneme der oturursun aşağı. O mertebeye gelen insanlara hayranlık duyarız genelde. İşte bu da zaten harikulade bir çelişki. Sevmek ve sevilmek derdinde olmayan insanlar genelde çok sevilir, çünkü tam olarak kendileridir ve insanların aradığı da daima samimiyettir. Buna rağmen, beğenildiğini bilmelerine rağmen yolundan şaşmayan herhalde bir elin parmaklarını geçmez. İnsan yaradılışı. Yapacak bir şey yok.
Toplumsal olarak özellikle son beş yıl içinde pek çok travma ile kendimizi kayıplarımızın ardından yalnız ve kimsesiz olarak kalmış hissettik. Sizce yasın insan hayatındaki önemi nedir? Yas tutmak bir kaybın travmasını atlatmayı nasıl kolaylaştırır ya da zorlaştırır?
Biz yas tutan bir millet değiliz bilmiyorum farkında mısınız? Yoksa neler görmüş şu toprakların insanları, buraya başka yerlerden gelenler. Burada her şey geçiştirilir, hızlı unutulur. Bu bir alışkanlık, biraz da genetik bir durum. Yıllar önce bilimsel bir makalede okumuştum, Avrupalı genetik olarak melankolik diye. Öyle doğuyorlar, acılarını paylaşıyorlar, anlatıyorlar, unutmuyorlar, unutturmuyorlar. Daha iyiler mi bilinmez. Biz hiçbir şey anlatmıyoruz. Unutuyoruz, unutturuyoruz. Biz daha iyi miyiz? O da bilinmez. Bireysel olarak ele almak gerekir ki orada herkesin karakteri devreye girer. Bana göre dikte edilemeyecek bir durum.