Aslında biz doğayı sevmedik…

Doğaya karşı 100 yılda her partiden, her türden, işledik 100’den çok fazla suç... 100 yıla insan merkezcil bir türcülük imza attı. Bakalım önümüzde bir 100 yıl daha olacak mı?

Abone ol

Uygar Özesmi*

Boynumda dürbün, elimde rehber kitap, kuş gözlemine başladığımda 10 yaşındaydım. Sene 1980, tam da ihtilalin yılı. İnsan merkezcil bakış açısıyla sokaktaki şiddetin sona erip Doğu'daki şiddetin hızlandığı yıl. Halbuki Anadolu’nun her yerinde ve hatta bütün Dünya’da şiddetin şiddetlenmeye başladığı yılmış- çok daha sonra idrak ettim…

GÖKYÜZÜNDEN KUŞLARIN YEDİSİ DÜŞMÜŞ, YOK OLMUŞ! 

1980 Dünya’nın taşıma kapasitesini aştığımız yıldır… O zamandan bu zamana deyim yerindeyse sermayeden yiyoruz. Yani gezegen ve ülkem gitgide fakirleşiyor, yavanlaşıyor, çürüyor, eriyor. WWF- World Wide Fund for Nature’ın (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) yaşayan gezegen raporuna göre 1970’den bu yana balık, amfibi, sürüngen, kuş ve memeli popülasyonlarında yüzde 68’lik bir düşüş var… Yani kuş gözlemine başladığımda gökyüzünde 10 kuş görürken, bugün 3 kuş görüyorum. Gökyüzünden 7’si düşmüş, yok olmuş!

Kuş gözlerken, doğayı gözlersiniz… Anadolu’da son 43 yıldır gördüklerim bir katliamdır. Bu katliama dayanamayıp kuş gözlemini bırakan çok arkadaşımız oldu. Acıya dayanamadılar. Bir zamanlar kara akbabaların Aegypius monachus ürediği dev yaşlı ağaçların kesildiğini görünce mateme büründüler, içe kapandılar, haklılar, nereye kadar? Ben de çok ağladım… 100 bin flamingonun Phoenicopterus ruber sesinden kulakların duymadığı, havalandıklarında gökyüzünün karardığı Seyfe Gölü, Yay Gölü kuruyunca… Ama gözyaşları doldurmuyor o gölleri. Mücadele ettik tabii…

KELAYNAKLAR DDT KURBANIYDI 

1975’de ilk kelaynakların yok oluşunu durdurmak üzere kurulan Doğal Hayatı Koruma Derneği (DHKD) yıllarca mücadele etti doğanın korunması için. Kelaynaklar DDT (kimyasal bileşen) kurbanıydı… Çevre hareketinin önemli mihenk taşlarından olan Rachel Carson’un “Sessiz Bahar” kitabında bahsettiği DDT. Tarlalarda ve evlerde (filiti hatırlayan var mıdır bilmiyorum) böceklere karşı pervasızca kullanıldı, yasaklanana kadar. DDT kalsiyum mekanizmasını bozduğu için kuşların yumurtaları gelişmedi, üreyemediler. Bir bahar sabahı uyandığında Rachel Carson, öten kuş kalmamıştı… Hepsi ölmüştü. 

Kelaynaklar, barajlar inşa edilmeden ve insanlar sel gibi doğal olayları anlamayıp vadi tabanına yerleşene kadar, yani doğal olaylardan kopmamışken, çiftçinin dostuydu. Dicle Nehri boyunca taşkınların getirdiği zengin alüvyonlar üzerinde tarım yapan çiftçinin başta çekirgeler olmak üzere haşerelerini yer, yavrularını doyururdu. Sonra bir gün medeniyet getiren demir kuşlar, ilaçlama uçakları vadideki tarlaların üstünden uçup DDT bulutlarını saçtılar…Kelaynaklar DDT’li çekirgeleri yavrularına yedirdiler… Nesilleri tükendi. İnsanın doğayı anlamamasının trajik bir örneği. Bugün, DHKD’nin ve Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün çabaları sonunda artık göçmen vasıflarını yitirseler de onlarca kuş Birecik’te bir “Üretme İstasyonu”nda yaşama tutunmaya çalışıyor.

HÂLÂ BİNDİĞİMİZ DALI KESİYORUZ 

Bugün 100. yılda, yani 47 yıl sonra paradigmatik olarak değişen bir şey yok. DDT’yi yasakladılar, şimdi de arıları ve diğer böcekleri öldüren, insan sağlığına zararları kanıtlanmış neonikotinoidler saçıyorlar. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ve Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı hâlâ bugün 180 binden fazla insanın imzasıyla Change.org/ZehirsizSofralar adresinde kampanyasına devam ediyor ama heyhat, hükümetler ve devlet kurumları geçmişten ders almamış, paradigma değişmemiş, hâlâ bindiğimiz dalı kesiyoruz.

'2000’Lİ YILLARA KADAR DEVLET KURUMLARI, SİVİL TOPLUM İLE YAKIN TEMASTAYDI'

Doğal Hayatı Koruma Derneği her şeye rağmen çalışmalarına devam etti. Ben daha lisedeyken dernekte gönüllü çalıştım, uluslararası kuş araştırmalarına katıldım. 1988-1989 yıllarında Çevreden Sorumlu Devlet Bakanı olan Adnan Kahveci’nin danışmanlığını yaptım. O yıllarda Türkiye’nin sulak alanlarını ve önemli kuş alanlarını korumak için çok değerli çalışmalar yapıldı. Doğal Hayatı Koruma Derneği, BirdLife’ın (1) Türkiye temsilcisi oldu. Kuşları ve kuşların yaşam alanlarını korumak için devlet kurumları ile yakın temas ve iş birliği içinde çalıştı. 2000’li yılların başına kadar ilgili devlet kurumları sivil toplum kuruluşları ile yakın temastaydı ve bilimsel ilkeler doğrultusunda doğanın korunması için çaba sarf ediyordu. En azından Çevre Bakanlığı ve Orman Bakanlığı gibi ilgili devlet kurumlarında üstün kamu yararı dediğimiz doğanın haklarını da içine alan bir anlayış söz konusuydu diyebiliriz. Örneğin Özel Çevre Koruma Yasası ile Köyceğiz-Dalyan veya Göksu Deltası gibi pek çok geniş ekosistemler bütünlükçü ve koruma zihniyeti ile yönetilir oldu. Ramsar Sözleşmesi’ne dayalı Sulak Alanlar Yönetmeliği yayımlandı ve sulak alanlar koruma altına alındı, geniş alanlarda yeni milli parklar ilan edildi. 

KUŞLAR ÖLÜYORSA, AZALIYORSA DOĞA DA ÖLÜYOR

Niye hep kuştan bahsediyor diye düşünebilirsiniz… Kuşlar özgürlük, bağımsızlık, barış sembolüdür. Kültürel varlığımızın içinde türkülerde, masallarda karşımıza çıkar. Bize yaşamı anlatırlar; aşkı, tutkuyu, sevmeyi, sevilmeyi, barışmayı, kardeşliği, kendine yol ve rota çizmeyi. Doğanın sağlığının turnusol kağıdıdır kuşlar. Kuşlar ölüyorsa, azalıyorsa doğa da ölüyor ve yok oluyordur.

Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin 2001 senesinde vakıf ve WWF-Türkiye olmasıyla, arkadaşlarımla Doğa Derneği’ni kurarak BirdLife Temsilciliği’ni devraldık. Doğa koruma çalışmalarına devam eden Doğa Derneği özellikle önemli doğa alanları konusunda çalıştı. Bu dönemdeki ikonik olan, ancak ne yazık ki kaybedilen doğa koruma kampanyası Hasankeyf için sürdürülen mücadele oldu… Mücadele sayesinde en azından finansman kurumlarında bir bilinç oluştu, kredilendirme kurulları doğa ve çevre konusunda kurallar koydular ve ESG denilen Çevre, Sosyal ve Kurumsal Yönetim kriter ve raporlamalarına kadar geldi konu. Yeterli mi değil, yeşil badanaya (2) vesile olabilir mi? Olur.

2000’li yılların ortasından itibaren Doğa Derneği artık çok daha zor bir siyasi ortamda çalışmalarını sürdürüyordu. Kendini doğadan üstün gören, insan merkezcil, büyüme ve rant zihniyetine dayalı paradigma koruma kurumlarını da içine aldı… Bunun yansımasını milli parkların ilanlarında rahatlıkla görebiliriz. Kurumların üstün kamu yararını daha fazla gözettiği 1990’lı yıllarda 3 bin 24 kilometre kare milli park ilan edilmiş. Sonra 2000’li yıllarda ise 1808 kilometre kare, son on yılda ise 3 kat azalarak 630 kilometre kare. Nereden nereye gelmişiz…

OTOBAN VE GENİŞ YOLLAR BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİĞE EN ÇOK ZARAR VEREN UNSURLARIN BAŞINDA

Geniş duble yollarla, köprülerle ve savaş sanayii ile övünen bir devlet haline geldi Türkiye. Yollar, hele ki otoban ve geniş yollar biyolojik çeşitliliğe en çok zarar veren unsurların başında gelir. Yolların üstüne inşa edilen göstermelik yaban hayatı geçitleri veya köprüleri ise hem az hem de yeşil badana olabilmekte, zira bazen bu geçitler avcı türler tarafından pusu olarak kullanılmakta ve ters etki bile yapabilmektedir. Biyolojik çeşitlilik dediğimiz şey genlerin, türlerin, ekosistemlerin ve ekolojik olayların oluşturduğu bir bütündür. Başta yollar, barajlar, binalar gibi insan yapıları bu bütünü bozar. Bütün bozulunca evrimsel uyum süreçleri sekteye uğrar ve genler, türler ve ekosistemler azalmaya başlar. Örneğin Türkiye’nin ilklerinden olmasıyla övünülen, 1994 yılında trafiğe açılan ve İzmirli zenginlerin Çeşme’deki yazlıklarına hafta sonu gitmelerini sağlayan İzmir-Çeşme otobanı Karaburun’da yaşayan ve andık, yeleli kurt, aftar gibi adlarla anılan çizgili sırtlanın Hyaena hyaena neslinin bölgede tükenmesine neden oldu. Dicle nehri üstündeki barajlar nedeniyle nehirde leopar sazanı Luciobarbus subquincunciatus, iğneli küçük yayın balığı Glyptothorax armeniacus ve kurt balığı Aspius aspius nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya. Bunlar binlercesi içinde sadece bir iki örnek…

2/B ARAZİLERİ: ORMAN İŞGALİNİN YASALAŞMASI 

TEMA - Türkiye Erozyonla Mücadele Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı’nın kurucularından olan Nihat Gökyiğit, 2006 senesinde vakfın Genel Müdürlüğü’nü yaparken hep biyolojik çeşitlilik korumadan bahseder, etrafındaki herkese şu bilgileri verirdi: “Türkiye, Avrupa-Sibirya, Akdeniz ve İran-Turan olmak üzere üç biyocoğrafik bölge bulundurur ve aynı zamanda 0-5000 metreler arasında değişen yükselti farklılıklarını, derin kanyonları, deltaları, kapalı havzaları ve buna bağlı çok farklı ve sayıda ekosistem çeşidini barındırır. Türkiye’de bugüne kadar belirlenen toplam omurgalı türü sayısı 1500 civarındadır bunların arasında 500’e yakın kuş, 170 memeli, 130’un üstünde sürüngen, 480 deniz balığı ve 236 tür de tatlı su balığı sayılabilir. Bitki çeşitliliği ise 11 binin üstündedir. Neredeyse başlı başına bir kıta kadar biyolojik çeşitlilik barındırır.” Bu nedenle “Türkiye biyolojik çeşitlilik açısından Dünya’daki en önemli sıcak noktalardan biridir”… Bunu bugün hâlâ diyebiliyor muyuz bilmiyorum. Galiba kimse bilmiyor… Ancak devlet politikalarının biyolojik çeşitliliği korumaya yönelik geliştiğini söyleyemeyiz…

Örneğin 2/B olarak bilinen işgal edilmiş orman arazilerinin işgalcilerine satışı 2012 senesinde yasalaşmış ve orman işgali meşrulaştırılmıştır, aynen imar afları ile imar yasalarının delinerek, imar izni olmayan tehlikeli yerlere, doğal alanlara üstelik tehlikeli binaların, kanuna aykırı yapılaşmanın meşrulaştırılması gibi… Halbuki 2003 yılında o zaman hâlâ AKP olarak bilinen AK Parti 25 milyar dolar gelir elde edileceğini ileri sürerek 2/B orman arazilerinin satışını gündeme getirmiş, bu girişim TEMA Vakfı'nın da içinde bulunduğu Ormanlarımıza Sahip Çıkalım Birliği'nin önderliğinde yapılan çalışmalar, kamuoyunun tepkisi ve 10'ncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in veto kararı ile engellenmiş, 3 yıl sonra, 2006’da tekrar gündeme getirilmiş ve TEMA Vakfı’nın topladığı 1 milyonun üstünde imzanın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e 2007 senesinde teslimi ile tekrar Meclis'ten geri çekilmişti… Ancak 5 yıl sonra Nisan 2012’de TBMM’den geçirildi, Resmi Gazete'de yayınlandı.

DOĞANIN İNİM İNİM İNLEDİĞİ YILLAR 

O zamandan bu zamana son 10 yıl doğanın inim inim inlediği yıllar oldu. Kuzey Ormanları Savunması’nın ve WWF Türkiye’nin itiraz ve raporlarına neredeyse inat 3. Köprü'nün, ve 3. Havalimanı'nın yapıldığı, Kanal İstanbul için ısrarla çalışmaların sürdürüldüğü yıllar oldu. İtirazlara rağmen Salda Gölü, Millet “Bahçesi” oldu. Deniz kaplumbağalarının Caretta caretta ve Chelonia mydas üreme alanına Hunutlu Termik Santrali yapıldı. TEMA Vakfı’nın kampanyası ve Change.org’da topladığı 660 binden fazla imza ile durdurulsa da Çanakkale Kirazlı’daki altın madeni sahası hâlâ bir ormanın içinde bir koca yara gibi tıraşlanmış, duruyor… İklim değişikliğinin de etkisiyle, hazırlıksız yakalanan Orman Bakanlığı önce 2019’da İzmir’deki yangınları önleyemedi, sonra 2021 yılında 54 ilde çıkan 299 orman yangınında önceki yıllara göre büyük artışla 150 bin hektardan fazla orman alanı kül oldu ve sayısız hayvan yanarak can verdi. Aynı yıl denizlerde de bu sefer bir başka yangın çıktı… Marmara Denizi’ni kaplayan hatta Batı Karadeniz ve Kuzey Ege’ye de yayılan deniz salyası, namı diğer müsilaj denizel yaşamı yok etti. Her ne kadar Marmara Belediyeler Birliği ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı “Marmara Denizi Koruma Eylem Planı” oluştursa da, bilim insanları 'müsilaj ha geldi, ha gelecek' diye yine uyarılar yapıyor.

100 YILA İNSAN MERKEZCİL BİR TÜRCÜLÜK İMZA ATTI 

Doğaya karşı 100 yılda her partiden, her türden, işledik 100’den çok fazla suç… Türkiye doğasını büyüme, kâr ve rant hırsı içinde her geçen gün yok etmeye devam ettik. Bütün bu suçlar insan merkezcil bir adalet ve kalkınma söylemi altında gerçekleşirken sadece insana adil olmamakla kalmayıp aynı zamanda doğanın haklarını gasp etti. Bugünün gündemi ile hâlâ İstanbul’un suyunu sağlamak için Melen Havzası’nın ve oradaki canlıların suyunu çalmayı sorgulamıyoruz bile… Su yaşam için gerekli ama ‘başkasının değil benim yaşamım için’ ahlaksızlığıyla değil. 100 yıla insan merkezcil bir türcülük imza attı. Bakalım önümüzde bir 100 yıl daha olacak mı? Bu bakış açımızın ve toplumsal davranışımızın üstesinden gelerek, doğa ile barışık, uyum içinde bir varoluşu gerçekleştirebilecek miyiz?

*Kurucu ve Kışkırtıcı, Good4Trust.org

(1) 1922’de kurulan ve misyonu, kuşları, yaşam alanlarını ve küresel biyoçeşitliliği korunmak olan uluslararası sivil toplum kuruluşu

(2) Bir şirketin aldatıcı iletişimle doğa dostu olduğunu iddia etmesi ve halkı buna inandırmaya çalışması