AKP Genel Başkanı Erdoğan partililerine Idlip konusunda seslendi: “Gerekirse ölmeyi göze aldık. Varsa aynı fedakârlığı göze alan ‘hodri meydan’ diyoruz.” Bu iki kısa cümlenin sayısız dersler barındırdığını düşünüyorum. Çocukken transistörlü radyodan maçları canlı dinlerken “şimdi mikrofonlarımız Adana’da, şimdi mikrofonlarımız İzmir’de vb” nefesimizi tutar beklerdik. Şimdi de kulağımız kâh Moskova’da, kâh (usulen) Brüksel’de, kâh Vaşington’da… Oysa bendenizin kulağı ağırlıklı biçimde Erdoğan’da. Zira AKP Genel Başkanı Erdoğan, aynı zamanda Cumhurbaşkanı. Ve yeni rejimin doğası, dar çevreli karar alma mekanizması malûm.
Teoman’ın şarkısında da geçen bir Kızılderili reisinin sözü: “Güzel bir gün ölmek için.” Yahut bir başka Kızılderili reisinin sözü, kim bilir belki daha sonra, artık yerli halkın mücadeleyi yitirdiği anlaşıldığında söylenmiş: “Başka bir gün savaşmak üzere yaşa (hayatta kal).” Amerikancılık yapacak yerde, Çanakkale’yi, orada Mustafa Kemal’in ünlü “size ölmeyi emrediyorum” sözünü de anımsayabiliriz. Ancak Çanakkale I. Dünya Savaşı’nda taraf olan Osmanlı İmparatorluğu için, bıçağın kemiğe dayandığı yer, vatan savunmasının son hattıydı. Yoksa Cemal Paşa da Suriye Valiliği görevi için Şam’a gitmek üzere İstanbul’dan trene binerken “Kanal’ı (Süveyş) almaya gidiyorum” demişti.
Erdoğan “biz” diyor. Çünkü yeni yönetim sisteminde başkan, seçilmiş bir monark. Onun bedeninde millet ve devlet cisimleşiyor. Ölmek yahut yaşamak seçenekleri hakkında ne TBMM, ne irili ufaklı muhalefet yapıları, ne medya, ne akademyanın özetle halkın, bizlerin hiçbir denetimi yok. Bu tür yaklaşımlara “brinkmanship”, “uçurum kenarı diplomasisi” deniyor. Özcesi, “ya tutarsa” deyip, son söyleyeceğini başa çekmek ve karşı taraftakilerin buna göre hizaya gireceklerini ummak bu. Erdoğan’ın meydan okuduğu da Esat değil, o kolay lokma görülüyor. Rusya ve İran’a “müşterinizin yanında duracaksanız, hedefsiniz” diyor.
Fehim Taştekin’in bu sütunlarda pazartesi günü yayımlanan yazısı tek cümlelik bir yönetici özeti içeriyordu: “Bunca yığınaktan sonra iki ordu arasındaki ‘kaçak savaş’ doğrudan cephe savaşına dönüşmesin diye son tutucu ilmek Rusya’nın yapacağı jestten ibaret.” Taştekin’in “jest” dediği Moskova’nın makulü mümkünde arayarak diplomasiye alan açması ve zaman tanıması. “Ara çözüm” de diyebilirsiniz. Bu satırlar yazılırken Moskova’daki temaslar ikinci güne sarkmıştı. Bakalım yazı çıkıncaya dek mikrofonlarımızdan “gol” sesi çıkacak mı? ABD ise Rusya ve Suriye’ye göreli de olsa bir zafer anı yaşatmamak için yeni, güçlü, hem de NATO üyesi bir vekil savaşçı bulmaktan mutluluğunu gizlemiyordu.
Kolaylık olsun diye “Idlip” diye adlandırılan Soçi’de “çatışmasızlık bölgesi” ilân edilmiş cepte TSK’nin altı belki yedi “gözlem noktası” cephe gerisinde kalıp, Suriye ordusunca sarıldı. Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Yerhov’un altını çizdiği üzere bunlar esasen “müstahkem askeri mevkiler.” Ancak bu mutabakatta yeri olan “gözlem noktalarının” yanı sıra özellikle son dönemde tahkim edilen Taftanaz Hava Üssü, Eriha gibi Soçi’de olmayıp daha zaman içinde oldu-bittiye getirilmiş mevkiler de var. Şekillenen yeni cepheyi gören Suriye Ordusu, Rus hava kuvvetlerinin desteğiyle, Halep’i kurtardı. Şimdi TSK’nin ikmal hatlarını kesmeye, M4 karayoluna kestirmeden ulaşmaya ve Idlip cebini topyekün hem Türkiye sınırından hem Afrin’den yalıtmaya yöneldi.
Bu bağlamda, kimi muhalif liderler ile bazı eleştirel uzmanlar ise şimdi Esat’la konuşma zamanı olmadığını hatta daha ileri gidip, artık öyle veya böyle işler bu noktaya geldiğine göre, önce savaşmak gerektiğini, çatışmanın kaçınılmaz olduğunu rahatça ileri sürebiliyor. Barışı öncelemek, savaş dışında kalmak “romantiklik” ise bugün üniversitelerde ders diye okutulan II. Dünya Savaşı sırasındaki etkin tarafsızlık siyasetini izleyen İnönü herhalde bir çiçek çocuğuydu. Sanırım pek hatırlanmak istenmeyen ayrıntı ülkemizi II. Dünya Savaşı’nın dışında tutan yönetici kadroların I. Dünya Savaşı’nı bilfiil cephede yaşamış kişiler olması. Bugün de gereksinim duyulan bu: Soluk almak, huzur, defteri sadeleştirme, açık hesapları kapatmak, yeni hesaplar açmamak.
Şimdi girişte Cumhurbaşkanı’ndan alıntıladığım cümlenin yanına İçişleri Bakanı Soylu’dan bir ifade koyalım: “Darbeye güçlü bir şekilde bilendik. Bu kez darbeye teşebbüs edenleri kimse kurtaramaz.” Diğer bir deyişle, Cumhurbaşkanı’nın “ölmeyi emrettiği” orduya, İçişleri Bakanı “bilenmiş” olduğunu ifade ediyor. Kapılar zorlanarak girilen evlerde yurttaşın darp edilip, sonra “pardon” denilmekle yetinildiği; Mahmut Alınak’ın bileklerine kelepçe takılarak onuncu kere hapse tıkıldığı; milletvekili aracından kaçırılan PM üyesinin yüzler saklanarak, plakasız araçla sokak ortasında salındığı ülkede İçişleri Bakanı’ndan ciddiyet beklemek belki ham hayal. Tevekkeli devletin savunma, güvenlik ve istihbarat hizmetlerinde “servise git” ışığı yanıyor, kırmızı. Öyle ya, bu saydıklarım cumhuriyetin yurttaşının devletinden aldığı varsayılan hizmetler.
Öyleyse bize de “satirik dizeleri zihinlerimize kazılı Fazıl Ahmet Aykaç (1884-1967) bugün yaşasaydı, kuvvetle muhtemelen Silivri soğuğunu deneyimliyor olurdu” demek kalıyor.