Merakla beklenen video oyunu uyarlaması Assassin's Creed vizyona girdi. Bazı aksiyon sahneleriyle dikkat çekse de oyunun hayranlarını ve sinemaseverleri tatmin etmekten uzak.
DUVAR - Her defasında böyle oluyor. Dünyada milyonlarca takipçisi olan, büyük beğeniler kazanan, her yeni versiyonu ‘olay’ yaratan bir video oyununun sinemaya aktarılacağı bilgisi geliyor önce. Oyunun hayranları biraz tedirgin de olsa büyük heyecana kapılıyor. Filmden ilk kareler, kısa bir teaser, ardından fragman derken beklenti yükseltiliyor. Herkes “galiba bu sefer olacak” diye düşünürken film gösterime giriyor ve hayal kırıklığı. Sinema dünyasının video oyunlarını perdeye aktarmadaki maharetinde bir sorun var. Hiçbir oyun uygulamasının sinema versiyonunun iyi olduğu konusunda konsensüs sağlanamıyor. Hem oyunların fanları hem de sinema izleyicisi bu filmleri beğenmiyor.
Video oyunları dünyasına yabancı birisi olarak işin ‘oyun’ kısmına dair ahkâm kesmek bana düşmez. Ama sinema kısmına dair birkaç kelam etmeme kimse bir şey demez sanırım. Bu uyarlamalara oyunun hayranlarının gösterdiği tepkilerinden çıkarabildiğim ilk sonuç; sadakat. Oyunun kullanıcıları karakterlere ve hikayelere çok sadıklar. Dolayısıyla hikaye sinemaya aktarılırken ‘özüne’ sadık kalınması gibi bir beklenti oluşuyor. Ancak, film yapımcılarının derdi ise ürünü yalnızca oyunun fanlarına değil, sinema tüketicisine de beğendirmek, satmak. Hal böyle olunca orijinal hikayede değişiklikler, karakterlerde ve zamanlarda oynamalar söz konusu oluyor.
Bu durum oyunun fanlarını fazlasıyla rahatsız ediyor. İkinci olarak, oyun dünyasında karakterler bir hikaye üzerine inşa ediliyor. Ancak, bu hikayelerin çok fazla derinlikli olmasına gerek yok. Çünkü oyun dünyasının asıl motivasyonu, karakterin nasıl bir yol izleyeceğine, nasıl bir insan olacağına ve hikayesinin ne olacağına kullanıcının karar verdiğine dair bir işlev taşıması. Yani oyunun kullanıcısı kendisine verili halde gelen ‘iki boyutlu’ bir öyküyü, oyunun kahramanını yönlendirerek derinleştirme şansına sahip olduğunu düşünüyor. Böylece her oyuncu ayrı ayrı kapılardan girip kendi karakterini kendisi yaratıyor.
OYUN FANLARI VE SEYİRCİ ARASINDAKİ GERİLİM
Oysa sinema, seyirciye bir hikaye anlatmak zorunda. Karakterini derinleştirmek, senaryoyu tarihsel, kültürel kodlar üzerine oturtmayı başarmak kaygılarıyla üretiliyor her film. Hal böyle olunca, oyunun kullanıcılarının kafalarındaki ya da oynarken kurdukları dünya ile ortaya çıkan filmin dünyasının örtüşmemesi kaçınılmaz oluyor. Buna bir de stüdyoların oyunun fanları memnun etmek için karakterler üzerinde fazlaca oynayamama zorunluluğu eklenince ortaya başka bir sorun çıkıyor. Bu kez de, oyununu bilmeyen ortalama bir sinema izleyicisi için hikayenin derinliği, karakterin çok boyutluluğu tatmin edici olmaktan uzak kalıyor. Aylardır merakla beklenen ve bugün itibarıyla sinemalarda gösterilmeye başlanan “Assassin's Creed” de yukarıda saydığımız sıkıntıların hemen hepsinden mustarip bir film olmuş.
İlk tepkilere bakılırsa film oyunun fanlarını mutlu etmişe benzemiyor. “Oyuncuların sevdikleri kimi karakterler filmde yok. Bazı karakterlerin özellikleri değiştirilmiş. Zaman değiştirilmiş ve hikayenin teması değiştirilmiş” gibi eleştiriler söz konusu. Oyunun fanları filmin ‘oyunun ruhuna’ sadık kalmamasını bir sorun olarak görürken; sinema izleyicisi açısından ise sorun hikayenin ve karakterlerin oyunlardaki gibi iki boyutlu olması, derinleştirilememesi, hikayenin ayaklarının sağlam kurulamaması, klişelerle ilerlemesi ve sinema duygusundan çok video oyunu hissi yaratma çabasındaki ısrarı. Evet, filmin aksiyon olarak tatmin edici yanları yok değil. Özellikle 1492 yılının İspanyasını resmedişi etkileyici mi, etkileyici. Filmin ‘Tapınak Şövalyeleri’nin şahsında tüm dönemlerin egemenlerine eleştirel bakışı tatmin edici mi, evet. Din, politika ve tüketimle uyuşturulmak istenen insanların buna karşı yapacakları her türlü eylemin meşru olduğuna dair söylemi Hollywood için fazla ‘ileri’ bir noktada mı, buna da evet. Ama işte bütün bunları kurarken, klişeden, kötü yazılmış diyaloglardan, seyirciyi fazlaca aptal yerine koyan mizansenlerden kurtulamıyor ne yazık ki film.
YİNE İSYANA TEŞVİK VAR
Yine de tuhaf bir şekilde, geçen hafta izlediğimiz ‘Rogue One’dan sonra bu haftada itaatsizliği ve isyan duygusunu yücelten, üstelik bunu yaparken de ‘gerekirse şiddet kullanmanın meşruiyetini’ kutsayan filmler görmek tuhaf. Hollywood’un dünyadaki sıkışmışlık ve öfke duygularını iyi hissettiğini ve bunu değerlendirdiği düşünmeden edemiyor insan.
“Assassin's Creed” de, tektipleştirmeye, insan iradesini yok sayan politikalara karşı bir direniş hattı kurmasıyla sempati yaratmayı başarıyor. Çok kör güzüm parmağına olsa da, sahip olan kişiye insan iradesini ortadan kaldırma gücü veren ‘cennetten gelen elma’ esprisinin de yerinde olduğunu söylemek gerek. Böyle bir dünyada filmin ‘ilk günah’ın arkasında durması bile iyi geliyor.
ORİJİNAL ADI: Assassin's Creed
YÖNETMEN: Justin Kurzel
OYUNCULAR: Michael Fassbender, Marion Cotillard, Jeremy Irons, Brendan Gleeson, Charlotte Rampling, Michael K. Williams, Ariane Labed
YAPIM: 2016, ABD
SÜRE: 116 dk.
VİZYON TARİHİ: 23 Aralık 2016
‘Acıklı’ bir Noel filmi
Hollywood, yeni yıl yaklaşırken şöhretlerle dolu Noel filmleri yapmayı seviyor. Bu filmler genelde herkesin ayrı ayrı dertleri olan, çıkışsızlık ya da çaresizlik yaşayan karakterlerin Noel sırasında kendilerini yenilemeleri, ilişkilerini tazelemeleri ve yeni yıla yepyeni umutlarla, tazelenmiş olarak girmelerini anlatıyor.
Bu hafta gösterime giren “Gizli Güzellik” de Noel’i arka fon olarak kullansa da böylesi bir film. Will Smith, Kate Winslet, Keira Knightley, Helen Mirren, Edward Norton, Naomie Harris, Michael Peña gibi şöhretlerle bezeli filmin kendisinden öncekilerden farkı hikayesinin fazla dramatik olması ve nihayetinde finalde seyircide “kendini iyi hisset” duygusu yaratmadan önce bolca ağlamasını istemesi. Bunu başarabildiğini söylemek ise zor.
Manhattanlı bir reklam yöneticisi olan Howard'ın sakin ve güzel yaşamı büyük bir trajedinin gerçekleşmesi ile değişir. Şirketi birlikte kurup büyüttüğü arkadaşlarıyla bağlarını koparır, karısından boşanır. Zaman, sevgi ve ölüm meselelerini kafasına takmaya başlar. Öte yandan şirket zor durumadır ve Howard’ın bazı kararlar vermesi gerekmektedir. Ancak, ortaklarının çabaları boşa çıkar ve o bu durumla ilgilenmez. Onlar da hem şirketi hem de arkadaşlarını kurtarmak için farklı bir plan yaparlar.
“Gizli Güzellik”, dertleri olan karakterler klişesine sımsıkı sarılıyor. Howard’ın yanı sıra ortaklarından birisinin kızıyla sorunları vardır. Diğeri çocuk sahibi olmak istiyordur, üçüncüsü hastalıktan mustariptir. Hikayeye dâhil olan tiyatrocu grubun derdi ise sanatlarını icra etmektir vb. Hikayenin yan unsurlarının işleyişinde fazlaca problem yok ancak Howard’ın dramının beklenen etkiyi yarattığını söylemek zor. Bunda hem senaryodaki tutarsızlıkların (Howard’ın kayıtsızlığı bir türlü sağlam gerekçelere dayandırılamıyor) hem de Will Smith’in oyunculuğunun payı büyük. Smith, büyük acılar yaşayan bir adamı canlandırmak yerine onu oynamayı tercih ediyor. Üstelik biraz fazla abartılı oynuyor.
“Şeytan Marka Giyer”den tanıdığımız David Frankel'in yönetmen koltuğunda oturduğu yapımın ABD’de de beklenen etkiyi yaratamadığını ve 36 milyon dolarlık maliyetine rağmen, gişe hasılatının 10 milyon doları bile bulmadığını belirtelim.