Âşuk ile Mâşuk'un zorlu aşkı: Fotoroman Kralı
Oyun yazarı Ali Cüneyd Kılcıoğlu ile oyunu "Fotoroman Kralı"nı konuştuk. Yazar karakomik oyununa dair "Devrimi düzenin aşina olmadığı silahlarla yapmak zorundasınız, kahkaha da böyle bir güç" diyor.
Abdullah Ezik
DUVAR- Oyun yazarı Ali Cüneyd Kılcıoğlu'nun "Fotoroman Kralı" adlı müzikli yeni oyunu, geçen kasım ayında Orçun Ucal'ın performansı ile prömiyer yaptı. Oyun, 1970'ler Türkiye'sinde fotoroman olmaya niyetlenen Cem'in, İrfan, Esengül ve Ayı Bayram ile bir aile yaratma hikâyesi anlatılıyor.
Oyunda, düğünlerde Âşuk-Mâşuk oyunu oynayan Cem ile İrfan'ın zorlu aşklarına tanık olan seyirci bir yandan da sokağa çıkma yasakları, seks filmleri furyası, polis işkencesi, faili meçhuller, kapatılan sinemalar ve sendikalaş(a)mama faaliyetlerinin gölgesinde bir dayanışma öyküsü izliyor.
24 Ocak’ta Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde izleyici ile buluşacak oyunu, yazarı Ali Cüneyd Kılcıoğlu ile konuştuk.
Geçtiğimiz günlerde prömiyerini yapan yeni oyununuz "Fotoroman Kralı"nda, fotoroman sevdalısı bir gencin karakomik hikâyesini işliyorsunuz. Öncelikle sizi 70’lere götüren temel düşünce ne oldu? Bir devrin, 70’lerin oyunu olarak "Fotoroman Kralı"na dair neler söylersiniz?
Şah damar olarak akan en önemli akıntıdan bahsetmem gerekirse: Yazarlık tavrı olarak kendimi zorlamayı, güvende hissetmediğim sularda yüzmeyi ve disiplinle çalışmayı seviyorum. Güvende hissetmediğim sulardan kastım ise hiç hâkim olmadığım dönemler, konular, karakterler üzerine yazmaya çalışıyorum. 70’ler çok da hâkim olmadığım bir dönemdi, bunun üzerine çalışmak istiyordum. Dönem oyunları yazmayı seviyorum "Meddah ve Cellat" oyunumda Osmanlı’da 1600’lerde geçen adalet üzerine anlattığı bir hikâye yüzünden sürülen bir meddahın hikâyesini, "Mutlu Aile Fotoğrafımızın Perde Arkası" oyunumda 80 darbesi gecesinde bir cinayeti, "İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı" oyunumda 2001 ekonomik krizinin patlak verdiği günde iş arayan bir genci, "Unutma Kapısı" oyunumda 1930’larda yeni kurulmuş Cumhuriyet’in gündelik yaşayışı henüz bir geçiş dönemindeyken devirleri biten iki hanendeyi gibi güvende hissetmediğim sulardan kıyıya çıkmaya çalıştım.
Beni 70’lere götüren ise Mülkiye'de İlber Ortaylı ve Sina Akşin gibi kıymetli hocalarımın derslerinden oldukça etkilendim, onlardan Türkiye’nin Siyasi Tarihi, Düşüncesi gibi dersler aldım, o derslerden 'sarı sendika' kavramı aklıma işlenmişti. Bir yandan bana çok ilginç gelmiş, diğer yandan çok da gücüme gitmişti sarı sendika meselesi. Yani yükselen kitlesel işçi hareketlerinde, bu hareketleri ve örgütlenmeyi kırmak için devlet/patronlar/siyasi güçler eliyle kurulan ve desteklenen sendikaları kastediyorum. Böylece hak mücadelesine hiç de haklı olmayan bir yerden müdahale ediliyordu, amaç mücadelenin altını oyarak eritmekti, koca koca adamlar nelerle uğraşmışlar. Buna karşı bir şeyler yazma fikri hep aklımdaydı ve bununla “alay” ederek yazmak istiyordum çünkü kahkahanın büyük bir güç olduğunu biliyorum. Beni 70’lere götüren, o kemiğin kırıldığı yer, bu sarı sendika meselesiydi, zaten oyunda da sarı sendikaya karşı kendi hak özgürlüklerini ortaya koyan ve bunu fotoroman yapan bir ekip var. Üstelik o dönemin herkesin aşina olduğu, vatanseverliğin figürü gibi görülen bir Kara Murat hikâyesinden ironisini inşa ediyor. İşte 70’lerin denizine tam da bu kıyıdan gireceğimi en baştan beri biliyordum.
Orçun Ucal, oyun üzerine konuşurken sizin rolü doğrudan ona teklif ettiğinizden söz etti. Bu noktada siz, yarattığınız karakter ile Ucal arasında nasıl bir bağ kurdunuz? Rolü, neden özellikle onun için kaleme aldınız?
Evet, çünkü çok sevdiğim bir arkadaşım. Bu oyun zaten sadece ve sadece ona yazıldı. Ben oldukça asosyal, kapalı, iletişim becerisi olmayan, sürekli okuyan, çalışan, belki böylece saklanan bir kalem neferiyim. Orçun birkaç yıl önce benimle dostane bir iletişim kurdu, bu beni çok mutlu etmişti, ben de hemen karşılık vermiştim, sonra tesadüf "Plastik Aşklar" oyunumu yönetti ve sürekli iletişim hâlinde olduğumuz için birbirimizi tanıdık, müthiş bir arkadaşlık bağı kurduk. Zeki, tiyatro ve sanat üzerine bir bakışı olan, üstüne bir de çok yetenekli bir insan. Bu tanıma sürecinde zaten ona bir şey yazsam ne yazabileceğimi, neyi nasıl parlatacağını çözmüştüm. Bir gün Orçun bana "Dönem oyunu ve queer meselesi üzerinden bir oyun yazar mısın?" dedi, ben de zaten bu teklif için pusuda bekliyordum. Sonrası havai fişeklerin patlaması gibi aydınlığıyla aktı, gitti.
"Fotoroman Kralı" birçok noktada 70’ler furyasını izleyicilere hissettiren bir oyun. Sokağa çıkma yasakları, seks filmleri, sanat filmlerinden uzaklaşma, faili meçhul cinayetler, darbeler, sendikalar, derin devlet ilişkileri… Oyunun arka planında oldukça karanlık bir sürecin olduğunu söylemek mümkün. Oyun ise temelinde bir “karakomik”. Bu noktada “karakomik” meselesini nasıl açarsınız ve bunca karanlığın içerisinde Cem’i nasıl tanımlarsınız?
Çünkü hayat biraz böyle bir şey, ağladığın yerden seni güldüren, güldürürken kalbini sızlatan, karanlıktayken umudun aydınlığına tutunmanı zorlayan; çıkışsız sokaklarda çaldığın ıslık, tutunduğun bir şarkı, mutsuzken aklına çağırdığın bir anı... Yaşamak denen şey karanlık bir yol, dünyayı aydınlatan ışıklara ihtiyacımız var, "Fotoroman Kralı"nı böylesi bir karanlıkta yolumu bulmaya çalışırken yazdım. Maalesef bugün de, ülkemiz insanlarının kendilerini umutsuz hissettiği zamanlardan geçiyoruz, ben de sahneden seyirciye bir kahkaha fırlatmak ve onu paylaşmak istedim çünkü gerçekten kahkahanın birçok şeyi değiştirebileceğine, yıkabileceğine, çıkışın ilk adımı olabileceğine inanıyorum. Devrimi devrimin silahlarıyla yapamazsınız, düzenin aşina olmadığı silahlarla yapmak zorundasınız, kahkaha da böylesi bir güç. Yolların tuzaklarla örülü olduğu bir dönemden tezatlıkların kaynaşmasıyla geçebileceğimizi düşünüyorum.
Yazdığım oyunlar genelde toplumsal gerçekçi, kara komedi oyunlardır. Meselesini slogan atarak anlatan kurguları sevmiyorum. Bana göre kurgu, meselesini gündeliğin içinden, gündelik gerçekliğin içinden anlatmalı. Böyle bir şey yaşanmamış olabilir ama yaşanması da oldukça muhtemel bir şey gibi gözükmeli, gerçeğini hayatın içinden, sokağın dilinden, dönemin ruhundan, insanın kalbinden almalı. İnsan ilişkilerine, dönemin şarkılarına, eşyalarına her yere sirayet eden hikâyeler var, o hikâyelerin nefesini hissettiğinizde zaten toplumun nefesine dönüşüyor. Cem de tam bu noktada gül olamadan kırılmış bir goncanın hikâyesini taşıyor. Dönemin ruhunu fotoroman aracılığıyla yansıtıyor çünkü dönem için fotoromanlar çok takip edilen, okuru olan, tiraj attıran bir tür, içinde bir naiflik taşıyor. Cem’in çalıştığı sinema sektöründe o kadar fazla emek sömürüsü var ki, mesela en yakın arkadaşı Ayı Bayram figürasyon yaptığı bir filmde sakat kalmış ve set işçiliği yapıyor. Sektörel karanlığı fotoromandan aşmaya çalışan Cem’in mücadelesini izliyoruz. Cem, çektiği fotoromanların emekçilerine paralarını dönemin sinema sektöründe ödeme aracı olan ve ucuza kırılan senetlerle değil peşin ödemeye çalışan biri. Her sektörün hakka, emeğe böylesi bir yerden yaklaştığını farz edersek toplumun, devletin nasıl aydınlığa çıkacağının yolunu gösterdiğimizi düşünüyorum.
Cem’in tek arzusu bir fotoroman kralı olmak ve İrfan ile beraber olmaktır. Ancak her iki arzusu da belirli noktalardan kırılır, gerçekleşmez. Öncelikle Cem’in hayatına yön veren bu fotoroman kralı olma arzusu nereden gelir? Cem’in “meşhurluk” ile sınanması ve bunun daha çocukluktan başlaması, onun karakterini nasıl biçimlendirir?
Dram da bu yüzden kıymetini bulur, kırılma eşiklerinin toplamı drama nefesini verir. Cem’in arzusu aslında büyük bir rüyada hakkın yenmediği, sömürünün olmadığı bir ülkede, sevdikleri ve dostlarıyla yaşamak; içinde yaşadığı toplumun bir parçası olduğunun farkındalığıyla hak arama mücadelesinde omuzdaş, aşkta sevgili, dostlukta bir yaren olmaktır. Ama hayat her zaman size engeller çıkarır, zaten insanı insan yapan o engeller karşısında yaptığı eylemler bütünüdür, dram da bu kırılmaların bütünlüğüdür. İnsan kendi insan olma sınavını tam da bu aralıktan yapar.
Cem’in çocukluğunda efsunlu “çocuk hazret” olması da aslında toplumsal çarpıklaşmayı sanki gökte, uzakta bir yerdeymiş gibi aramamamıza, içinde bulunduğumuz düzene bakmamıza dair bir eleştiri. Çünkü Cem’i çocuk hazret yapan kendi ailesi, üstelik bunu kendi haklılıklarına çok ikna olmuş bir şekilde yapıyorlar. Cem’in oyun boyunca toplumsal aşk kodlarına, sömürü düzenine gibi toplumsal karşı çıkışlarının tohumları burada atılıyor çünkü karşı çıkışa önce ailesinden başlıyor. Bu önemlidir, ilk karşı çıkış mücadelesine kendini altın yumurtlayan bir tavuk olarak gören ailesine karşı yapar, çünkü ailesinin yarattığı ve dönemin basınının da körüklediği çocuk hazret imajına karşı çıkmak aslında zor bir şey. Öyle ya kendine konfor alanı yaratabilecek bir durumun içindedir, kendi vicdan terazisinde bunu doğru görmemesi ve yalan dünyada doğru mücadelesine buradan başlaması onun karakter gelişimine dair bize, seyirciye bilinçli konuşulmuş bir önsemedir.
Cem ile İrfan’ın aşkı, tüm engellere rağmen yollarına devam etme arzuları, birlikte kalmak için verdikleri onca mücadele bir noktada yenilgiye uğruyor. Burada halkın eşcinselliğe yaklaşımı bu ilişki önünde “toplumsal”, İrfan’ın peşindeki kanlıları ise “kişisel” bir engel olarak duruyor. Cem-İrfan aşkını toplumsal ve kişisel kesişimler üzerinden nasıl kuşattınız? Bu ilişkinin önündeki engeller ve dönemi için karşılığı nedir?
Tek bir döneme ait tutmaktan ziyade tüm zamanlara yapraklarını dolayan bir sarmaşık gibi anlatmak istemiştim. Engeller ve yenilgiler her dönem vardır, yüzünü değiştiren bir canavar gibi tüm dönemlere sirayet eder. Belirtiğiniz gibi aşklarında toplumsal kodlardan örülmüş kişisel ön yargıları vardır, bilhassa İrfan’ın… Karşılarına gündelik yaşantılarından ve geçmişlerinden kaynaklanan engeller çıkar, bir de savaşını verdiklerini hak mücadelesinde siyasal engeller vardır.
Cem ve İrfan sıkıyönetimin ulaşım yasaklarında birlikte omuz omuzalar, bazen kimlik kontrolü yapılan bir otobüste, bazen sadece ayın olduğu bir otobanda ya da sabahı bekledikleri bir sabahçı kahvesindeki başlarını koydukları masada yan yanalar. Aşk böyle bir şeydir, yan yana olma hâli… Yan yana fotoğraf çektirmek bu yüzden çok kıymetlidir, hatırlarsanız oyunda Cem, İrfan'la yan yana çekilmiş bir fotoğraflarının olmamasının huzursuzluğundadır ve oyunun finalinde nihayet yan yana fotoğraf çekilirler. Yıl olmuş 2023 bizler hâlâ sevdiklerimizle yan yana selfie çekiyoruz, işte tüm zamanlara yapraklarını dolayan sarmaşıktan kastettiğim bu, yan yana olma hâli her türlü –toplumsal/kişisel/siyasi- engelleri alt eden bir duygu.
Aşk, bu oyunun merkezinde nasıl bir yerde durur? Nasıl Cem’i hayata bağlayan en güçlü bağ olur?
Bir gözün göz bebeği neredeyse, bir kalbe ruhun üflendiği yer neresiyse, bir acının kanadığı yer neresiyse, bir özlemin gurbet menzili neredeyse, bir yaranın kabuk tutmaya başladığı yer neresiyse aşk da bu oyunun o bam telinde. Cem içinde sıkıştığı dünyayla uzlaşmak zorunda olduğunun farkında, ortağı olacaksanız düzenin o zaman onun su kaçırdığı yere yerleşmek zorundasınız, aşk da budur, katlanılmayanı katlanır hâle getiren yarına uyanmak için bir sebeptir. Cem için aşk, oyun için yazdığım şarkı sözlerindeki gibidir, “Vermezsen kalbini bana, araba çarpsın sana” gibi ters beddualı bir tutku, “Dünya sizin, aşk bizim” diyecek kadar da bir meydan okumadır.
Oyunu yazarken Âşuk-Mâşuk denklemini nasıl kurdunuz? Âşuk ile Mâşuk’u normal şartlarda yaşanması ve toplum tarafından onaylanması mümkün olmayan Cem ile İrfan aşkının görünür olduğu, topluma sunulduğu ve kültürel bir karşılık ile yorumlandığı özel bir alan olarak yorumlayabilir miyiz?
Elbette zaten belirttiğiniz amaç gözetilerek denklemi oradan kurmak istedim, sağlamasını yapmak isteyen “topluma” tutabilecek bir ipucu gösterdim, üstelik bu ipucu toplumumuzun geleneksel bir öğesinden türemesi de “bence” pek tatlı.
Oyunu yazarken cinsiyet ve kimlik meselelerine eğileceğimi biliyordum. Queer üzerine, cinsiyet üzerine okumalar yaptım. Ama uzun bir süre oyun için tek kelime bile yazamadım. Çünkü cinsiyet meselesine nereden yaklaşacağımı bilemedim. Çok farklı ama bir de o kadar bizden olan bir kapı aralığı bulmam gerekiyordu. Kadın kılığına giren erkek durumu için, bizden bir hikâyenin peşine düşmek için aklıma seyirlik oyunlarımızdaki cinsellik, cinsiyet bozumu, cinsiyetsizlik, cinsel şakalı oyunlar geldi. Köylerin, şehirlerin, kasabaların meydanlarında oynanan Âşuk ve Mâşuk oyunu ilgimi çekti, çünkü karşımızda bir kadın (Mâşuk) ve bir erkek (Âşuk) kılığına giren iki adam var. Bu iki erkek, kadın-erkek sevgisini/kurlaşmasını yansıtan seyirlik bir oyun oynuyor ve bu cilveleşme hâli seyirciyi güldürüyor. Aslında alt akıntıda birbiriyle cilveleşen iki erkek var. Bu erkeklerden biri de kadın kılığında. Tüm bunlar da bir seyirci grubunun (düğün/bayram/eğlence seyircisi) önünde oluyor. Seyirci tabii burada iki erkeğin cilveleşmesine bakmadan o büyük görkemli kıyafetlerdeki Âşuk-Mâşuk cilveleşmesine, toplumsal cilveleşmeye gülüyor aslında. Ama bir yandan da eskiden bu erkeklerin göbeklerinin açıkta olup Âşuk ve Mâşuk’un yüzlerinin o çıplak erkek göbeklerine çizilip oynandığını da biliyoruz. Âşuk ve Mâşuk’un öpüşmelerinin iki erkek göbeğinin tensel temasıyla yapıldığı bir seyirlik oyun söz konusu. İllaki oyunu oynayan iki erkek bunu bir “bromance” tavrıyla yapmasa da ya da yapsa da seyirlik manzara ilginç. Nereden bakarsak bakalım çok ilginç bir durum ve kültürümüzün bir parçası olması açısından da kıymetli. Bu durumu görünce Âşuk ve Mâşuk kıyafetleri içine saklanıp aşklarını yaşayan iki erkeğin hikâyesini yazmak istedim. Öyle ya hepimiz şu diken gibi dünyada saklanacak ve kendimizi özgürce yaşayacak bir yer arıyoruz. Keza alt metnin iyice diplerinde tuhaf bir soru da var, illa iki erkeğin aşkında birinin kadın, diğerinin erkek gibi mi gözükmesi lazım, iki erkeğin “erkek” kalarak da aşkını yaşaması mümkün olamaz mı? Özetle bu Âşuk-Mâşuk meselesiyle katmanlı bir cinsiyet sorunsalına kapı açmak istedim, isteyen istediğini istediği şekilde düşünsün diye, belki bu konuda birilerine ilham olur, daha da derinleşme imkânı açarız diye. Bu araştırmaları, okumaları ve heyecanla keşfettiğim Âşuk-Mâşuk durumunu önce Orçun’la sonra Tiyatro Alesta’nın ekibiyle paylaştım, onlar da çok heyecanlandılar ve bana bu oyunu yazmam için inanılmaz bir serbestlik ve güç verdiler, sağ olsunlar.
Son bir soru olarak, içerisinde bunca ikilik ve diyalog içeren "Fotoroman Kralı"nı nasıl ve neden tek bir oyuncu ile sahneye taşımak istediniz?
İnanın bu benim için büyük bir kahkahadır, çok eğlenceli bir soru, sorduğunuz için teşekkür ederim. Bu kadar ikilik, diyalog tek kişilik bir oyunda ciddi bir yük oluşturuyor, bunun hep farkındaydım. Bu Orçun’la aramızda acayip bir espridir, oyunu Orçun’a ilk yolladığımda oyun, sahnelenen hâlinin iki katı uzunluğundaydı ve daha fazla karakter vardı. Orçun bana “Ali bunu insan oynayacak, biliyorsun değil mi?” demişti, ben de “Ama bunu da insan yazdı beybi” diye cevap vermiştim. Orçun’un ne yapabileceğini biliyordum, biraz da onu zorlamak istedim çünkü ben hep kendimi çok zorladığım için çevremdekileri de zorlarım. Bu özelliğim bilinir, bazen karşı taraf için sevimsiz olabiliyorum bu sebepten. Orçun’a metni istediğin gibi kısalt, değiştir, biçime sok ama sen bunu yapacaksın, demiştim, bu öylesine kuru bir laf değildi, kalbimden inandığım bir laftı, nitekim sonuç ortada, bu arada dramaturgumuz Nevra’ya da kalbimden kuşları gönderiyorum, metni çok güzel kısalttı, yönetmenimiz Ahmet’e de kocaman bir güneş gönderiyorum, o da metni müthiş bir sahne diliyle evrillti. Müzikleriyle sözlere can veren Onur’a, oyunun ritmini kuran koreografımız Seçil’e ve tüm ekibe sevgilerimi gönderiyor önlerinde saygımla eğiliyorum. Sonuç olarak çok doğru bir şeyi başarmış olmanın mutluluğundayım, Orçun sahnede ışıl ışıl parlıyor, insanın kalkıp ona sarılası geliyor. Bu arada birkaç yıl sonra "Fotoroman Kralı"nın altı kişilik, tüm karakterlerini sahnede gördüğümüz bir versiyonunu yazıp kitaplaştırmayı düşünüyorum ama buna daha zaman var.