Geleceğin kurtuluşu kadınların isyanından geçiyor. Kadın, kadınsı özelliklerinden utanmadan yaşamaya başlamadan; erkek, kendisine öğretilen ve aslında doğuştan getirmediği artık bilimsel olarak da gösterilen erkeksi özelliklerini bir kenara bırakmadan; 6 bin yıl önceki mutlu, huzurlu ve hiçbir şey yapmak zorunda olmadan, sadece var olmaktan keyif alan, birbirini sahiplenmeyen, hayatı birbirleri için cehenneme çevirmeyen kadın ve erkeklerden oluşan ve aslında hiçbir şekilde ütopik olmayan dünya düzenine geri dönebilmemiz imkansız değil.
Günümüzde yaşadığımız toplumsal eşitsizlik, savaşlar, yani
ataerki ve buna bağlı gelişen yüzlerce ruhsal sorun yalnızca 6 bin
yıldır var. 125 bin yıllık insanlık tarihini düşündüğümüzde oldukça
kısa bir süre. M.Ö. 8 bin yılına kadar insanlık esas olarak avcı
toplayıcı olarak yaşadı. Yani vahşi hayvanları avlayarak (daha çok
erkekler tarafından) ya da yabani ot, kabuklu yemiş, meyve ve sebze
toplayarak (daha çok kadınlar tarafından) hayatta kaldı. Küçük
gruplar halinde yaşıyorlardı ve göçebeydiler. Bir yerdeki yiyecek
kaynakları azalınca başka yerlere göç ediyorlardı. Gruplar
birbirleriyle etkileşim ve iletişim halindeydiler. Birbirlerini
ziyaret ediyor, birbirleriyle evleniyor ve üye değiş tokuşu
yapıyorlardı. Bilim insanları önceleri ana besin kaynağını
erkeklerin karşıladığını düşünüyordu. Günümüzde bile, erkeğin esas
olarak evi geçindiren taraf olmasıyla ilgili ön yargıydı bu. Çünkü
yapılan yeni araştırmalar avcı - toplayıcı zamanlarda kadınların
yiyeceklerin yüzde 80-90’ının karşıladığını gösteriyor.
TARİHTEKİ İLK REFAH TOPLUMU
Çöküş kitabının yazarı Steve Taylor’ın kitabında üzerinde
durduğu önemli bir nokta şu: Tarih öncesi döneme yönelik tamamen
yanlış bir varsayım var. Bilim insanları da, o zamanların çok zor
ve sıkıcı geçtiği, hayatın baştan sona güçlükler ve ıstırapla dolu
olduğunu düşünüyor. Avcı - toplayıcıların hayatı belli açılardan
zordu evet. Hayatın kısa oluşu, vahşi hayvanların saldırılarına
uğrama tehlikesi, doğa şartları ve hastalıklar. Ama diğer yandan
oldukça basit, mutlu ve huzurlu bir hayatları da vardı. Örneğin
yemek aramaya zamanlarının çok azını ayırıyorlardı. Haftada 12 ila
24 saat. Onlara “tarihteki ilk refah toplumu” bile dendi bu
nedenle. Birçok antropolog avcı - toplayıcılarının hayatının
“stresten uzak, sosyal, barışsever ve hayat dolu” geçtiğini söyler.
Örneğin günümüzde de Avustralyalı Aborjinler günde sadece dört saat
yemek arar ve günün geri kalanında müzik ve sanatla ilgilenirler,
birbirlerine hikaye anlatırlar ya da aileleri, arkadaşlarıyla vakit
geçirirler.
Beslenmeleri de bugün en ünlü diyetisyenlerimizin tavsiye ettiği
şekildedir. Cerrahpaşa’dan hocam Prof. Dr. Ahmet Aydın boşuna ‘Taş
Devri Diyeti’ kitabını yazmadı. Fizyolog Jared Diamond’ın
çalışmaları, Yunanistan ve Türkiye topraklarında yaşamış olan avcı
- toplayıcı erkeklerin ortalama 177 cm, kadınların ise 167 cm boya
sahip olduklarını gösteriyor. Tarıma geçildikten sonra bu ortalama
159 ve 154 cm’ye düştü. Günümüz Türkiye ortalaması bile buna
yetişemiyor, 172 ve 161 cm.
ATAERKİ VARSA SAVAŞ VAR
Savaşa dair hiçbir kanıt yok. Bulunan arkeolojik kanıtlarda
toplu şiddete dair hiçbir iz yok. Sayısız alet ve çanak çömlek gibi
tarihi eser bulunmasına rağmen hiç silah bulunamamış. İnsanların
bırakın savaş yapmasını, örgütlü grup şiddeti uyguladığına dair tek
bir bulgu yok. Birçok tarihçi tarihin başlangıcını yaklaşık M.Ö.
3500 yılında ortaya çıkan Mısır ve Sümer uygarlıkları olarak kabul
eder. O tarihten bugüne insanlık tarihine baktığımızda bir savaş
tarihleri kronolojisine tanık oluruz. Beni ortaokul ve lisede tarih
derslerinde en fazla zorlayan şey birbiri ardına sıralanan ve
nedenleri hemen hemen birbirinin aynı ama aktörleri değişik
savaşları ezberlemekti. Birbirlerinden bir farkı olmadığı için de
bugüne o tarihten hiçbir şey kalmadı aklımda. Uzun süre bizim tarih
dersi yazıcılığımızın bir hatası olduğunu düşündüm bunun. Oysa daha
sonra kendim özel bir tarih okuması yaptığımda gördüm ki,
ataerkinin hakim olduğu dönemden beri insanlık tarihi gerçekten
sadece savaşlardan oluşuyor.
İlk insanların modern insandan çok daha saldırgan, savaşçı ve
vahşi olduğuna dair mitin kesinlikle doğru olmadığı son birkaç on
yıldır yapılan arkeolojik ve etnolojik araştırmalar sayesinde artık
biliniyor. Aksine ne gruplar arası, ne de bireyler arası şiddet yok
ilkel atalarımızda. Hatta avcı-toplayıcı atalarımız belirgin bir
şekilde savaş karşıtı insanlardı.
Ataerkillik savaş ve toplumsal eşitsizlikle birlikte insanın
çöküş döneminin en önemli özelliğidir Taylor’a göre. Testosteron ve
bencil genler savaşların olduğu kadar ataerkinin de nedeni, yani
normal olarak görüldü birçok bilim insanı tarafından. Oysa bu
kesinlikle doğru değil. Çünkü insanlık tarihi içinde ataerkillik de
oldukça yeni bir durum. Paleolitik ve erken Neolitik dönemlere
(yani Yontma Taş Devri ve erken dönem Cilalı Taş Devri’ne) ait
sanat eserleri, ölü gömme törenleri ve kültürel alışkanlıklar bunun
doğru olmadığını gösteriyor. Bu toplumlar anaerkil olmasalar bile
anasoylular. Yani çocuklar anaya ait sayılıyor ve mülkler anne
tarafından miras bırakılıyor.
M.Ö. 4 binden beri kadınlar kölelerden biraz daha iyi bir
konumda bulunuyorlar sadece. Siyasi, kültürel ve dini hiçbir
etkinlikleri yok. Schopenhauer’in görüşüyle “çocukça, aptal ve kıt
görüşlü... çocukla erkek arasında ortalarda bir yerlerde.”
durdukları düşünülüyor. Mülk edinemedikleri gibi kendilerine mülk
muamelesi yapılmaya başlanıyor.
En korkunç uygulamalardan bir tanesi de ‘dul cinayeti’ denen
şey. Kocası ölen kadının kısa bir süre içinde öldürülmesi ya da
kendini öldürmesi gerekiyor. Bu gelenek 20'nci yüzyıla kadar
Hindistan ve Çin’de uygulanmaya devam etti.
ANTİK ÇAĞ'DAN YENİ ÇAĞ'A
İlk büyük imparatorluklarda ve Antik çağlarda aile yapısını ve
akrabalık ilişkilerini belirleyen ataerkil düzendi. Mısır’da
kadınların hâlâ belli hakları varken, hatta belli bir iktidar
gücüne sahip olabilirken Yunan ve Roma imparatorluklarında durum
kadın için hiç de iç açıcı değildi. Oikos (Yunanistan) ve familia
(Roma) anne, baba, çocuklar ve kölelerden oluşuyordu. Aile esas
olarak çekirdek aileydi ama çekirdek aileye köleler de dahildi. Ve
babanın bütün aile bireyleri üzerinde kesin egemenliği söz
konusuydu. Kadını, çocukları ve köleleri cezalandırabilir,
gerekirse öldürebilir veya satabilirdi. Kadınların çocuklardan daha
fazla hakları yoktu. Ailenin devamı erkek çocuklar aracılığıyla
sağlanıyordu.
Özellikle Roma İmparatorluğu’nda akrabalık sistemi patriarkal
yapıya rağmen kadını belli bir ölçüde koruyordu. Kadın kocasına
değil babasına tabiydi. Bu da kendisine kocasının evinde belli bir
özgürlük kazandırıyordu. Özellikle babasının ölümüyle birlikte
özgürlüğüne tam olarak kavuşuyordu. Ev içinde görevleri esas olarak
çocukların yetiştirilmesiydi.
Erkeklerin evlenme yaşı yüksekti, kadınlarınki daha düşük.
Evlilik için her iki tarafın ve babaların onayı ön koşuldu. Gelin
belli bir drahoma getirmek zorundaydı ama damat buna dokunamıyordu.
Boşanmalar sıktı ve gelin boşanınca drahomasını alıyordu. Evlilik
anlaşması olmadan birlikte yaşamak da mümkündü ama yasal çocuklar
ancak evlilikle mümkündü. Evlilik dışı çocuklarsa toplumda
dışlanmıyorlardı.
Ölüm oranının yüksekliği hayatta kalan çocukların sayılarını
sınırlıyordu. Ayrıca çocuk öldürme, çocuk sayısını sınırlamak için
en çok kullanılan yöntemdi. Aileler kendi çocuklarının sayısını
sınırlı tutarken, evlat edinme müessesesi önem kazanmıştı. Köleler
üzerine kurulu ekonomik düzen de, ayrıca aile işletmelerinin
azalmasına neden oldu. Doğum kontrolü nedeniyle nüfusun azalması ve
köleler üzerine kurulu ekonomik düzen tarihçilere göre Roma
İmparatorluğu’nun çökmesinin ana nedeniydi.
Roma döneminde ailenin geçirdiği değişim bugünkü post modern
değişimin neredeyse aynısıydı: Boşanma oranının yüksekliği,
evlenmeden birlikte yaşayanların artışı, çocuk sayısının
azalması.
AİLE, İŞLETMEYE DÖNÜŞÜYOR
Çizim: Özge
Ekmekçioğlu
Ortaçağ'da aile içinde ataerkil yapı devam ediyor olmasına
rağmen aile reisinin gücü geçmişe göre azalmaya başlamıştı.
Köklerin devamının ailenin ana motifi olması, yerini üretime dayalı
aile modeline bırakmıştı.
Hristiyanlığın M.S. 4'üncü yüzyıldan itibaren devlet dini
olmasıyla aile önemli bir değişikliğe uğradı. Çocuk öldürme
yasaklandı. Birlikte yaşamak, boşanmak, yeniden evlenmek, evlatlık
edinmek yasaklandı. Evliliğin diğer kuralları derebeylerin ve
ailelerin verdikleri izne bağlıydı. Yine de bireylerin karşılıklı
oluru da alınıyordu. Daha öncesiyle karşılaştırıldığında bu kadına
görece olarak belli bir söz hakkı verilmesi anlamına geliyordu.
Aileye anne, baba, çocuklar, çıraklar, hizmetçiler dahildi.
Aileyi bir işletme olarak düşünmek daha doğruydu. Bu koşullar
altında duyguya yer olduğunu düşünmek safdillik olur. Çiftçi
ailelerde çocuklar neredeyse yürüyebildikleri zamandan itibaren
tarlada çalışmaya gidiyordu. Endüstri öncesi zamanda çocukların
yetiştirilmesinde sevgi ve ilgi görmeleri söz konusu değildi. Bu
sevgi ve ilgi yoksunluğu eşlerin kendileri için de geçerliydi.
Ailelerde üyeler de çok sabit değildi. Bir kere ölüm oranı çok
yüksekti. Çocuklar başka ailelere hizmetçi ya da çırak olarak
gidiyordu vs. Eksik olanın yeri hemen doldurulmak zorundaydı. Erkek
ya da kadın ölürse hemen yeniden evleniliyordu. Günümüzde
‘patchwork familiy’ olarak tanımlanan aile biçimi o dönemde de
geçerliydi yani.
YENİ ÇAĞ'DAN EVLİLİĞİN ALTIN ÇAĞINA
Endüstrileşme döneminde aile çeşitliliği oldukça fazlaydı. Ama
bu döneme özgü en büyük değişiklik, üretim alanıyla aileye ait
alanın birbirinden ayrılması oldu. Böylece aile tüketimin ve özel
hayatın yaşandığı alan haline dönüştü. Protestanlığın ortaya
çıkmasıyla birlikte Katolik kilisesinin getirdiği birçok yasak
ortadan kalkmıştı. En önemlisi de boşanma serbest bırakılmıştı. Ama
ailenin daha dindar bir hale geldiği ve babanın, annenin de
yardımıyla Hristiyan inancını çocuklara öğretme misyonunu
üstlendiği bir zaman oldu bu çağ. Aydınlanmayla birlikte 18'inci
yüzyıldan itibaren kişi hakları önem kazanmaya başladı. 19'uncu
yüzyıl romantizmi evlilik ve ailenin daha da öznel koşullara
kavuşmasını sağladı. Endüstrileşmeyle birlikte ‘evdeki insan
topluluğu’ anlamına gelen ‘familia’ giderek özel bir ‘anne, baba ve
çocuk topluluğu’na evrildi.
Kişiler eşlerini ararken üçüncü şahısların istek ve kararlarına
bağlı kalmak zorunda olmamaya başladılar. Çocuklar bir iş gücü
olarak değerlendirilmekten kurtuldukça daha fazla duygusal ilgi ve
sevgiye kavuştular. Çocukluk ve gençlik, öğrenme ve eğitim evreleri
olarak değerlendirilmeye başladı. Bu burjuva aile biçiminde
çocukların sayısı 2-4 arasındaydı. Erkek 30’larına doğru
evleniyordu, kadınsa ondan 5-6 yaş daha küçüktü. Evlilik kararı
karşılıklı sevgi ve ortak karar sonucu alınıyordu. Aile gittikçe
özel alan olarak değerlendirilmeye başlanıyor ve bireyin kendini
kamusal alandan sınırlamasına olanak sağlıyordu.
Cinsiyete dayalı rol dağılımı çok netti artık. Erkek ailesini
beslemekle görevliydi, anne de çocukların bakımı ve ev işlerinden
sorumluydu. Ama ev işleri üretimden sayılmadığı için değersiz
bulunuyor ve erkekle kadın arasındaki denge kadının aleyhine net
bir şekilde bozuluyordu. Erkeğin otoritesi kesin olarak geçerliydi.
Böylece ataerkil düzen egemenliğini korumuş oluyordu. Erkek ve
kadının görevleri tarihin hiçbir döneminde bu kadar net bir şekilde
birbirinden ayrılmamıştı ve bu da burjuva veya modern ailenin ideal
modeli olarak kabul ediliyordu. 20'nci yüzyılın ikinci yarılarına
kadar Batı dünyasında varlığını sürdürdü modern aile biçimi.
Bizimki gibi ülkelerin metropollerinde hâlâ en yaygın aile modeli
olmaya devam etmektedir.
Bu aile modeli uzun süre yaygınlık kazanmadı. Çünkü maaşla
çalışan proleter ailelerde bu idealin gerçekleştirilmesi pek mümkün
değildi. Ailenin ekonomik olarak ayakta durabilmesi her iki eşin de
çalışmasıyla mümkündü çünkü. Çocukların da çalışması neredeyse bir
kuraldı. İşçi ailelerin yaşam koşulları endüstri öncesi ailelerin
yaşamlarından pek farklı değildi. Çocuk sayısı daha fazlaydı,
evlenme yaşı daha düşüktü.
20'nci yüzyılın ortalarına kadar modern ailenin hakimiyetiyle
geçti. Tarihsel olarak bu model oldukça kendine özgüydü. Ailenin
yeniden bir değişime uğradığı 60’lı yılların sonunda bu durum
nedense unutuldu. Sanki evrensel aile modeli buymuş gibi. Oysa
bugünkü dönüşüm tarihsel olarak geçmişte yaşanan dönüşümlere
oldukça benzemektedir. Modern ataerkil ailenin altın çağı 50-60’lı
yıllara denk gelmektedir. 70’lerden sonra feminist hareket, cinsel
devrim ve 68 hareketi aileye de başka bir ivme kazandırmış,
çiftlerin ilişkilerini duyguların belirlemesi ön plana çıkmış,
patriarkal yapı giderek gücünü yitirmeye başlamıştır.
MODERN TÜRK AİLESİ
Sıradan, modern Türk ailesini yazmak istediğimde, nerede ne
okuyabilirim bu konuda diye düşündüm öncelikle. Sonra da kendi
ailemi yazarsam aslında tipik Türk ailesini yazacağımı fark ettim.
Öyleyse başlayalım.
Annem saçını çocuğu ve kocası için süpürge etmiş, klasik bir
anneydi. Hayatı boyunca yalnızca bir iki ay çalıştı. Ana okulu
öğretmeni olarak. Babamla nişanlandıklarında babam ona “Senin
çalışmanı istemiyorum.” dediğinde, itiraz etmek aklının köşesinden
dahi geçmedi. Ben belli bir yaşa gelip de, neden çalışmadığını
sorduğumda, “Baban çalıştırmadı, oğlum.” demişti. Bu kocam
çalıştırmadı kalıbı, modern ama ataerkil aile düzeninin net bir
ifadesidir. Her ikisine de sorsanız, kadın ve erkeğin eşit olduğunu
söylerler bu arada.
Sonuçta her ikisi de eğitimli insanlar, babam eczacılık
fakültesi mezunu, Cumhuriyet gazetesi okur, kendini sosyal demokrat
olarak tanımlar ve CHP’ye oy verir. Dindar değildir, hatta inancı
yoktur. Annemse Müslüman olduğunu yalnızca ramazan aylarında
anımsayıp kendi kendine ya da bana “düzenli namaz kılmaya başlasam
iyi olacak.” diye söylenip hayatına kaldığı yerden devam eden bir
kadındı. İsteyerek ve karşılıklı onaya dayalı bir evlilik
yapmışlardı. Ama ailelerinin onayını da alarak. Büyük olasılıkla bu
onay olmasa çok isteseler dahi evlenmezlerdi. Patriarkal düzenin
büyük şehirde devamının tipik bir göstergesidir bu da.
Annem baba evini evlendikten sonar terk eden, ilk ve son erkeği
kocası olan bir kadındı. Kavga ettiklerinde ve ayrılmanın gündeme
geldiği çatışma anlarında annemden “Giderim annemin evine!”
tehdidini çok duydum. Yani 40 yaşına gelmiş bir kadın olarak
boşanırsa kendi evinde oturmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu.
Kocasından ayrılırsa eski sahibinin yanına dönecekti.
Babam öldüğünde 45 yaşındaydı ve bir daha başka bir erkekle
birlikte olmadı. Ataerkil düzenin en aşırı ucu olan, Hindistan ve
Çin’de hâlâ devam eden ‘dul cinayeti’ geleneği kadar kötü değil.
Ama cinselliğini öldürmenin de sembolik olarak bundan bir farkı yok
neredeyse.
Bayramlarda ateist babam bana ve anneme elini öptürür ve her
ikimizi de yanaklarımızdan öperdi. En baştan itibaren bana çok
garip gelirdi annemin babamın elini öpmesi. Ama İslâm’ın en az
girdiği ailelerde bile dini kurallar bir gelenek olarak ailenin
içindeki düzeni belirleyen unsurlar olarak var olmaya devam
ederler. Ailenin reisi erkektir, kadının uyması gereken kuralları
belirleyense, erkek aracılığıyla, dindir. Kadın eksik cins olarak
bu kurallardan sapma gösterirse erkek onu uyarmakla görevlidir.
Eteğinin boyu, kimlerle arkadaş olacağı, nereye gidebileceği,
nelerin yasak olduğuna kadar geniş bir yelpazeye yayılır bu görevin
kapsama alanı.
Erkek parayı getiren, kadına ve çocuklara bakan, dolayısıyla
bütün kararları alma yetkisine sahip olandır. Kadına düşen evdeki
düzeni sağlamak, yenen yemeği pişirmek, çocukların bakımı ve
eğitimleriyle ilgili yapılması gerekenleri yapmaktır.
Ben babamın ev içinde herhangi bir sorumluluk üstlendiğini hiç
görmedim. Defalarca tekrarlanmış bir sahnedir. Salonda oturuyoruz,
ben mutlaka kitap okuyorum. Babam uyuklamıyorsa eğer, Cumhuriyet
gazetesinden bir makale okuyor. Babam anneme sesleniyor. Annem
salona geldiğinde, ondan su istiyor. Su sürahi içinde, salondaki
masanın üstündedir. Ben her defasında şaşkınlıkla bakıyorum. "Neden
sen kalkıp kendin almıyorsun? Ya da en azından benden
isteyebilirsin.“ Ama annem hiçbir tepki göstermeden, her defasında
babama suyunu veriyor.
Kesinlikle şiddet yok. Ne bana, ne de anneme. Anne bazen bir
terlik fırlatıyor bana ve peşimden koşuyor. Salonun ortasındaki
masanın etrafındaki kovalamaca, sonunda yakalayabilirse bir tokatla
sonlanıyor. Ama bileğini tutup kendimi koruyacak güce eriştiğim 14
yaşlarımdan itibaren o da bitiyor.
Evde İslam dininin hemen hemen hiç hissedilmediği bir Türk
ailesinin yaşamı bu. 70’li yıllar. Küçük bir azınlık dışında
Türkiye’deki tipik modern aile düzeni budur. Kadının çalıştığı
ailelerde, ev içindeki sorumluluklarından hiçbir şey eksilmez.
Yalnızca zorunlu olarak ev işlerine yardım eden bir kadın gelir
eve, haftada birkaç gün. Erkek yine elini soğuk sudan sıcak suya
sokmaz.
İtirazlar yükselecektir. 'Artık erkekler kadınlara ‚yardım
ediyor’ çünkü. Salatayı filan yapıp elektrik süpürgesini itiyorlar
odadan odaya. Migros arabasını da iten onlar. Ama market
koridorlarında dolaşan erkek kalabalığına bakın, yüzlerinden düşen
bin parça. Ve o araba pek bir eğreti duruyor önlerinde. Akşamları
play station oynamak için karılarından izin alıyorlar ergen
çocuklar gibi. Bu da yurdumun aile düzeninin post modern
versiyonu.
Geleceğin kurtuluşu kadınların isyanından geçiyor. Kadın kadınsı
özelliklerinden utanmadan yaşamaya başlamadan, erkek kendisine
öğretilen ve aslında doğuştan getirmediği artık bilimsel olarak da
gösterilen erkeksi özelliklerini bir kenara bırakmadan, 6 bin yıl
önceki mutlu, huzurlu ve hiçbir şey yapmak zorunda olmadan, sadece
var olmaktan keyif alan, birbirini sahiplenmeyen, hayatı
birbirlerine cehenneme çevirmeyen kadın ve erkeklerden oluşan ve
aslında hiçbir şekilde ütopik olmayan dünya düzenine geri
dönebilmemiz imkansız değil.