Atatürk’ün modernleşme devrimi ve Altı Ok ilkeleri

CHP’nin ideolojisinin üçüncü kaynağı Anadolu ve Trakya’nın tarihsel ve felsefi birikimidir. Bu mirası doğru ele almak ve geliştirmek ve bu yolla “özgürlük kapılarını açmak” bizim elimizde.

Abone ol

CHP ve çağdaş Türkiye Atatürk’ün devrimci görüşlerinin doğrudan bir sonucudur. Günümüzde ihtiyaç duyulan ilerici vizyonun kökleri ise bu devrimci görüşlerdedir. Bu görüşler çerçevesinde Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu ilerici birliktelik sağlanabilir. CHP’nin tarihsel kökleri incelendiğinde Türkiye’ye bağımsızlığını kazandıran, modern bir devlet ve toplum yaratan ve ülkemizi demokrasiye taşıyan bir parti görünür. Bu nedenle CHP Kuvayı Milliye’dir, bağımsız Türkiye’dir, eğitim ve bilim reformudur, kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasıdır, yurttaşlık ilkesinin hayata geçirilmesidir. CHP’nin kökleri Türkiye’nin temelleridir.

CHP’nin en önemli özelliği Atatürk tarafından kurulan bir parti olmasıdır. CHP devrimlerin ve devrimcilerin partisidir. CHP, Atatürk Devrimi’nin gerçekleşmesini ve halkta kök bulmasını sağlayan siyasal örgüttür. Bu noktada Atatürk Devrimi’nin dünya ve bölgemiz için önemini ortaya koymak için büyük İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm’ın Türk Devrimi hakkındaki görüşlerini hatırlatmak istiyorum. Hobsbawm İmparatorluklar Çağı kitabında Atatürk’ün yalnızca eski rejimi tasfiye etmekle kalmadığını, oldukça kısa bir sürede yenisini kurduğunu hatırlatır ve bu rejimi ilerleme, aydınlanma, halkçılık ve gelişmenin çerçevesini çizdiği dünyadaki ilk modernleşmeci rejim olarak tanımlar. Ama daha önemlisi gözlerini 1917 Rus Devrimine dikmiş olan tarihçilerin, sonuçları büyük olan Atatürk Devriminin yeterince hakkını vermediğini belirtir. Hobsbawm’ın haklı gözlemleri çerçevesinde Atatürk Devriminin Türkiye’yi uçurumun kenarından aldığını ve bugün başta kadın-erkek eşitliği olmak üzere hukukun üstünlüğü, demokrasi, şahsa değil kurumlara dayalı devlet işleyişi gibi en temel ilkeler bakımından hâlâ yol gösterici olduğunu belirtmek gerekiyor.

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olmanın yanında dünyanın en başarılı modernleşme projesinin tasarımcısı ve uygulayıcısıdır. Cumhuriyet kurulduğunda ülkemiz nüfusu yaklaşık 12.5 milyondu ve bu nüfusun yüzde 80’den fazlası köylerde yaşıyordu. Yine nüfusun ezici bir çoğunluğu tarımsal üretimdeydi. Çağdaş ekonomik faaliyetler neredeyse yoktu ve yeni Cumhuriyet Osmanlı’dan çok sınırlı bir bilim, eğitim ve sağlık altyapısı devralmıştı. On yıl süren savaşlarda nüfusun yüzde otuzu yitirilmişti ve bu ölüm oranı savaşan bütün ülkelerden çok daha yüksekti. Böyle bir mirası devralan Atatürk’ün, ortaya koyduğu modernleşme projesi sonucunda bugün bambaşka bir Türkiye var. Kentli, çağdaş ekonomik faaliyetlere yönelmiş ve daha eğitimli bir Türkiye bu şekilde ortaya çıkabilmiştir. 1920’de Türkiye’de ömür beklentisi 24,8 yıl iken bugün 78,2 yıla yükselmiştir. Bu artış ülkemizde ortalama insan ömründeki uzamanın yanında Cumhuriyetin halk sağlığı politikalarıyla bebek ölümlerinin önüne geçilebilmesiyle mümkün olmuştur. Türkiye’de 1923’de toplam lise öğrenci sayısı 4000’den azdır. Bugün ise yarısı örgün öğretimde olmak üzere sekiz milyon üniversite öğrencimiz var. Bu gençlerimize sunulan eğitim imkanlarının kalitesi hala büyük bir sorun olsa da öğretim üyelerinin yüzde kırk beşinin kadın olması Atatürk’ün vizyonuna bizi yaklaştıran çok önemli bir gelişme.

Büyük sorunlarımız olduğu doğru ancak Türkiye’de Müslüman toplumların hemen hepsinden farklı bir ekonomik ve toplumsal ortamın bulunması Atatürk’ün modernleşme projesinin başarısıdır. Bugüne kadar başaramadıklarımız ise Atatürk’ün vizyonundan ayrılan iktidarların başarısızlığıdır. Bu çerçevede Atatürk bütün Türkiye’ye eserler ve bir miras bıraktığı gibi kurduğu parti olan CHP’ye de bir miras bırakmıştır. Bu mirasın özü çağdaş dünyada en yeni ve Türkiye için en geçerli fikirleri bulmak ve ülkenin gündemine taşımaktır. Bu nedenle Atatürk’ten CHP’ye devreden en önemli miras toplumsal ve siyasal değişimin taşıyıcı gücü olmaktır.

Yüzyıllık Cumhuriyet tarihimiz içinde Atatürk’ün modernleşme projesinden geriye gitme momentleri de olmuştur. 22 yıllık AKP iktidarı bu bakımdan en ağır hasarı aldığımız dönemdir. Ancak modernleşme tarihimizde bu türden geriye dönüş dönemleri olduğunu unutmamak gerekir. Türk modernleşmesi üzerine en yetkin araştırmalardan birini yayınlamış olan Niyazi Berkes Türkiyede Çağdaşlaşma başlıklı eserinin önsözünde şu vurguyu yapar: “ne denli geri dönme çabaları olursa olsun hiçbiri tarihsel oluşumu durduramayacaktır. Tersine, daha da ileriye itecektir. Bu yapıtı okuyun, kaç kez böyle geriye dönük çabalar olduğunu, kaç kez hepsinin saman alevi gibi sönerek daha ileriye doğru atılımlara yol açtığını göreceksiniz.” Katılmamak elde değil. Bütün geri dönüş gayretleri kaybetmeye mahkumdur. Bugün de yarın da hepsi saman alevi gibi sönecektir. Tarihin meleği toplumsal ve siyasal değişimin yanındadır.

2024 Türkiye’sinin geride bıraktığımız dönemden önemli bir farkı var. Atatürk’ün modernleşme devrimi bugün belki de hiç olmadığı kadar büyük bir toplumsal destek buluyor. İktidarın baskısından bunalan halkımız büyük bir heyecanla Atatürk’e yöneliyor. Günümüzde Atatürk sevgisi ve Atatürk’ün yaptıklarını koruma ve geliştirme düşüncesi Türkiye’nin en etkili sivil toplum hareketi haline gelmiş görünüyor. AKP’nin ve Erdoğan’ın Türkiye’yi Atatürk’ten koparma gayretlerinin ters teptiğini ve Erdoğan’ın kişisel yönetiminin ülkemiz için çok ağır bir maliyet yarattığını bütün toplum görüyor. Gördükçe Atatürk’e daha sıkı sarılıyor. 12 Eylül sonrası ortamda Atatürkçülük adına 12 Eylül ideolojisinin halka benimsetilmek istendiği bir evreyi yaşamıştık. Ama bugün bu durumdan çok farklı olarak iktidarın baskıcı politikaları karşısında kişinin özgürleşmesi, eğitim, bilim, rasyonalite, kadın-erkek eşitliği ve çağdaş uygarlık düzeyinin yakalanması gibi ilkeler büyük bir heyecanla geniş toplum kesimleri tarafından sahipleniliyor. Bu da bu ilkelerin Türkiye’deki en önemli temsilcisi olarak Atatürk’e sarılmayı beraberinde getiriyor.

Bu kapsamda önümüzdeki döneme ilişkin ideoloji tartışmalarında Türkiye’deki modernleşme sürecinin başarılarını sahiplenmek ve siyasal mücadeleyi Fransız Devrimi’nden bugüne gelişen toplumsal ve ekonomik değişmeyi temsil eden güçlerle buna karşı güçler şeklinde ele almanın büyük önem taşıdığı görülüyor. Bu noktada yine bir Eric Hobsbawm hatırlatması yapmak istiyorum. Hobsbawm İkinci Dünya Savaşını “uluslararası bir ideolojik iç savaş olarak” niteler. Bu iç savaş onsekizinci yüzyıl Aydınlanması ve büyük devrimlerin taraftarlarıyla karşıtları arasındadır. Bu saflaşmada kapitalist Batı ülkeleri ve komünist Sovyetler Birliği “ilerleme” safındayken Nazizmin pençesindeki Almanya “gericilik" safındadır. Bugün de küresel olarak çok farklı bir durumda olduğumuzu sanmıyorum. Bütün dünyada bir tarafta otoriterliğin temsil ettiği yeni faşizm yükselirken karşısında Aydınlanma değerlerini sahiplenen ilerici hareketler kendine bir yön arıyor. CHP’nin kendi ideolojisinin temel kaynakları arasında zikrettiği Atatürk’ün Modernleşme Devrimi ve Altı Ok İlkeleri ise işte bu ilerici yön arayışı bakımından gerekli birleştirici birikimi sunuyor. Bir önceki bölümde işaret ettiğim ilerici vizyon ve onun temellendiği büyük birliktelik Türkiye’nin büyük şehirlerinde kendine güçlü bir destek buluyor. Ancak son yerel seçim sonuçlarının gösterdiği üzere ilericiliğin rehberliğini yaptığı büyük siyasi birliktelik büyükşehirlerin dışında da ciddi bir destek buluyor ve bütün Türkiye’de yaygınlık kazanıyor. Buradan CHP’nin ideolojisinin üçüncü kaynağına yani Anadolu ve Trakya’nın tarihsel ve felsefi birikimine geçmek istiyorum.

ANADOLU VE TRAKYA’NIN TARİHSEL VE FELSEFİ BİRİKİMİ

Türkiye’de siyaset uzun süredir sol ve sağ ekseninde ele alınıyor. Birçok siyaset bilimci ülkemizde bu sol-sağ ayrımının Batı Avrupa’da olduğu gibi ekonomik bölünmelerden kaynaklanmadığını kültürel farklılara dayalı olduğunu gündeme getirmişti. Bu yazı çerçevesinde sol - sağ karşıtlığının kapsamını tartışmayacağım ama bu ayrım hattının siyasi lugatımızda karşılık bulan bir yarılma olduğunu belirtmekle yetineyim. Bu noktada Türkiye’de sağın çok uzun bir süredir (küresel gelişmelerle de paralel bir biçimde) yerlilik ve millilik vurgusunu sağın bir alameti farikası olarak gündeme getirdiğini hatırlatmak istiyorum. Özetle birçok sağ politikacı tarafından sol Türkiye’ye dışarıdan olan, memlekete yabancı olan bir akım olarak sunuluyor. Yerel seçimler bu suçlamaların işlemediği bir zeminde gerçekleşti. Ancak genel seçimlerde başka bir manzarayla karşı karşıya bulunabiliriz. Bu kapsamda Ersin Kalaycıoğlu hocamızın çalışmalarından biliyoruz ki kendini solda gören seçmen oranı bütün seçmen içinde yüzde 20 bandında ve yaklaşık otuz yıldır değişmiyor. Sağda yer alan seçmen ise otuz yıllık süre içinde yüzde 20’lerden yüzde 55’ye ulaşmış durumda. Merkezde yer alıyorum diyen seçmen ise yine son otuz yıllık dönemde yüzde 50’den yüzde 25’e gerilemiş görünüyor. Özetle hızlı bir şekilde değerler itibariyle sağa kayan bir Türkiye manzarasıyla karşılaşıyoruz. Ersin Hocanın kültür çatışması (Kulturkampf) adını verdiği kültürel ayrışmalar üzerinden oluşan siyasal ve toplumsal kutuplaşma bu duruma eşlik ediyor. Herkesin kendi kültürel mahallesine kapandığı bu ortamda sağcı politikacılar muhalefetin itibarını sarsmak amacıyla solu hem ülkeye hem toplumsal/kültürel tarihimize yabancı bir akım olarak kendi destekçilerine sunuyor. Yetmiyor terörle, dış güçlerle, LGBTQ hareketiyle irtibatlı göstererek kendi kitleleriyle muhalefet arasındaki duygusal mesafeyi açmak ve muhalefete dönük bir öfke ve tiksinti duygusu yaratmak amaçlanıyor. Bu siyaset sürekli bir yerlilik vurgusuna dayanıyor.  Buna karşılık CHP programında kendini “Anadolu ve Trakya’nın tarihsel ve felsefi birikimi” ifadesiyle gösteren yerlilik vurgusunu tarihsel arka planıyla açmak gerekiyor.

Çok önemli gördüğüm iki soruyu gündeme getirmek istiyorum. Türkiye’ye özgü bir sosyal demokrasi düşüncesi yaratma gayreti neden hemen her sosyal demokrat önderin gündemindedir? Türkiye’ye özgü sosyal demokrasi düşüncesinin kökeninde Türk-İslam toplumlarının felsefi birikiminin rolü nedir? Bu soruları kesin yanıtlar ortaya koymak için değil karşı karşıya bulunduğumuz meselenin ne kadar kapsamlı bir tarihsel ve düşünsel arka plana sahip olduğunu göstermek için gündeme getirdim.

Gerçekten de Bülent Ecevit’ten başlayarak sosyal demokrat liderlerde tarihten güncele bir köprü kurma gayreti yoğundur. Aydınlanma devrimi ve sanayi devrimini ıskalayıp geriden gelmekte olan bir toplumsal yapı içerisinde Anadolu Aydınlanması olarak ifade edilen felsefe ve tasavvuf birikiminin sol harekete rehberlik edebilecek bir kaynak olduğu düşünülmüştür. Deniz Baykal bu amaçla 2000 yılında Anadolu Solu ifadesiyle yeni bir arayışı gündeme getirmiştir. Ancak Baykal’ın 1999 seçim mağlubiyeti sonrası görevden ayrılıp 2000’de tekrar döndüğü bir ortamda kendisine yönelen siyasal tepki Anadolu Solu’nu da tartışılmaz kılmıştır. Bu aşamadan sonra ise Anadolu Solu kavramı üzerinde ilerleyen dönemde neredeyse hiç durulmamıştır. Oysaki Anadolu ve Trakya’nın İslamiyet yorumu ve Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş gibi erenlerin insan sevgisine dayalı tasavvuf anlayışı çatışma yerine uyumun, tekçilik yerine çoğulculuğun, eşitsizlikler karşısında adaletin sesine güç verebilir.

Sosyal demokrasinin Batı Avrupa’da ortaya çıkan bir kavram olduğunu yukarıda belirtmiştim. Modernleşme projesinin de kapitalizme geçiş, endüstrileşme, Weberyan anlamda meşru şiddet tekeline sahip bir devlet gücünün oluşumu, hukukun sekülerleşmesi gibi belirleyenlerle gerçekleştiğini akılda tutmak gerekir. Bu yanıyla da modernite insanların ve toplumların denetiminde bir olgu değildir. Bütün bu nedenlerle CHP’nin sosyal demokrat ve modernist vizyonu AKP’ye kadar gelen politikacı sınıfı tarafından yerli olmayan bir zihniyet dünyası olarak geniş toplum kesimlerine sunulmuştur. Bu durum ülkemizdeki seçim tarihinin ana temaları arasındadır. CHP’lilerin dinsiz olduğu ithamından, İsmet İnönü’nün asker kaçağı olduğu safsatasına kadar bütün bu söylemlerin altında yatan mesaj ortalama seçmene CHP’nin kendilerinden olmadığı hissiyatının geçirilmesi gayretidir. Bu gayretleri boşa çıkarmak bakımından CHP’nin ideolojik kaynaklarından birinin de Anadolu ve Trakya’nın tarihsel ve felsefi birikimi olduğu vurgusu önemli görünmektedir. Bu durum aslında dünyada sol hareketler bakımından da kimi benzerlikler yansıtmaktadır. Örneğin kimi gözlemciler İngiliz İşçi Partisi üzerinde Marksizm’den daha fazla Metodizm’in etkili olduğunu belirtir. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin önceki program metninde demokratik sosyalizmin kökeninde Hıristiyan ahlakı, hümanizm ve klasik felsefe olduğu belirtilmektedir. Özetle yerele ya da ülkenin mensubu olduğu uygarlık ailesine yapılacak referanslar evrensellik iddiasıyla doğrudan bir çelişme içinde değildir. Ayrıca 1960’larda CHP bünyesinde yükselen ortanın solu hareketi içinde başta Bülent Ecevit ve Turan Güneş Türkiye’nin modernleşme sorunları ve modernleşme karşıtı siyasi tepkinin doğru anlaşılması için büyük bir çaba göstermiştir. Başaramayınca seçmenlere kızma tepkisi yerine seçmenlerin duygu dünyasındaki travmaları ve gerilimleri anlama ve bunlara uygun politika ve söylem geliştirme ilgili dönemin en önemli özelliğidir. CHP’nin 1970’lerdeki başarısı da bu durumla yakından ilişkilidir. 

Anadolu ve Trakya’nın tarihsel ve felsefi birikiminin günümüzde CHP ideolojisine kaynaklık edebilmesinin bir diğer boyutu da Türkiye’ye özgü sorunlara CHP’ye özel yanıtlar üretebilmektir. Alevi vatandaşlarımızın eşitlik talebi ya da Kürt sorunu gibi ülkemize özgü dinsel ya da etnopolitik meseleler karşısında CHP’nin cumhuriyetçi felsefesi kapsamında çözümleri gündeme getirmesi gerekiyor. Cumhuriyetçilik felsefesi özünde yurttaşların tek tek eşitliği fikrine dayanmaktadır. Ayrıcalıksız bir toplum cumhuriyetçi felsefenin en önemli unsurudur. Özetle Türkiye’ye özgü sorunlara çözüm içine kapanan ve baskıyı arttıran bir anlayışla değil evrensel değerlere yaslanarak bulunabilir.

Yazının sonunda yine bir Niyazi Berkes hatırlatması yapmak istiyorum. Berkes geleceğe dönük özgürlük mirasının titizlikle korunmasını gerici gidişlere karşı en önemli araçlardan biri olarak görür. Bunu başarmak için Atatürk’ün bıraktığı mirası da şöyle tanımlar: “Atatürk, açtığı çağın getireceği sayısız siyasal, ekonomik, toplumsal sorunları çözmüş olmak iddiasına kalkışmamıştır. O, geleceğin kuşaklarına çağdaş dünya çerçevesi içinde, geleceğin bütün özgürlük kapılarını açan bir miras bırakıp gitmiştir.”

Bu mirası doğru ele almak ve geliştirmek ve bu yolla “özgürlük kapılarını açmak” bizim elimizde. Ya da başaramadan mirasyediler olarak tarihe geçmek de. Bu mirasın bir özeti olarak ilericilik kavramını önceki bölümlerde hatırlatmış “sosyal demokrat anlayıştan ayrılmadan ama günün ihtiyaçları karşısında onu da aşan bir vizyon” vurgusu yapmıştım. Bir sonraki yazıda da bu vizyonun ne olabileceğini yani hangi politikalara dayanması gerektiğini ele alacağım.

* CHP Milletvekili