Ateş gibi bir nehir akıyordu ruhumla o ruhun arasından

Onları dinlediğimde, Bob Dylan orada değilmiş gibi çalmıştı; Leonard Cohen ise başka yerde olamazmış gibi… Bir konser zamanla nasıl hatırlanır? Ben oradaydım, onu gördüm demek için mi gideriz konsere, ruhların yükselmesini yaşamak için mi? Ateşten nehirler arasında bir gezinti…

Yenal Bilgici yenalbilgici@gmail.com

İngiliz yazar Geoff Dyer’ın ilginç kitabı The Last Days of Roger Federer’i [Roger Federer’in Son Günleri] okuyorum. Verimli bir deneme yazarı olan Dyer, bu kitapta, sanatçıların, yazarların, sporcuların kariyerlerinin veya ömürlerinin sonunda nasıl davrandığına, neler yaptığına odaklanmış; Federer’den giriyor, DH Lawrence’tan çıkıyor, yaratıcı süreçlerin ‘zaman daralırken’ ne hallere büründüğüne bakıyor.

Kitapta Bob Dylan da epey yer tutuyor. Altmış küsur yıldır çalıp söyleyen, popüler kültüre ciddi bir damga vuran, arada söz yazarlığıyla bir Nobel ödülü bile kazanan Dylan’ın kariyer yolculuğunun sonlarında neyi nasıl yaptığını da anlatıyor Dyer. 

Ya da neyi nasıl yapmadığını…

Mesela konserlerinde artık nasıl kendisini izlemeye gelen seyirciler dahil, kimseyi nasıl da umursamadığını… Dylan’ın konser performanslarının “kötülüğünün” artık vakai adiyeden sayıldığını anlatıyor Dyer. Seyirciyle ilişkisiz, ruhsuz, sıkıcı… İnsan ruhuna ışık tutan şarkıları dillerde böylesine marş olmuş bir müzisyen kendi şovunda o ruhu sergilemiyor. Dylan’ı takip edenler açısından bu bir sürpriz değil artık. Peki Dylan konser salonların hâlâ nasıl doldurabiliyor? İlginç bir laf ediyor burada Dyer: “İnsanlar Dylan’ı görmeye gitmiyor, Dylan’ı görmüş olmaya gidiyor.” Bence bu laf da Dylan’ın şarkıları gibi insan ruhuna ışık tutuyor. Bu da var hayatta.

Üstelik sanatçının kendisi de meselenin fena halde farkında. 1986’da bir röportajında şöyle demiş mesela: “Sizi bir buçuk ya da iki saatliğine görmeye geliyorlar. Demek istediğim, sizi görmeye geliyorlar. O sahnede herhangi bir şey yapıyor olabilirsiniz. Yağda yumurta da yapabilirsiniz, bir tahtaya çivi de çakabilirsiniz.”

*

Bir sanatçıdan hem de bunca büyük bir sanatçıdan duyduğum en saçma şey bu olabilir. Ama bir yandan da Dylan açısından doğru. Şöyle doğru: Dylan’ın bir konserine gittiyseniz, onun elinde tavayla sahnede dolaşmasını tercih edebilirsiniz (Dyer da böyle düşünüyor). Çünkü Dylan hakikaten kötü bir konser performansı sergileyebiliyor. 

Ben bunu bizzat tecrübe ettim. Harbiye Açıkhava’daki 2010 yılında verdiği konserine gitmiş ve maalesef o geceden hiçbir tat almamıştım. Yıllarca Dylan dinlemiş biri olarak, evet, ben de başkalarına “Dylan’ı gördüm, o gece oradaydım” diye ballandıra ballandıra anlatmak isterim ama bir sanatçının iyi bir performansına şahit olmak da isterim. İnsan ruhu böyle zenginleşir. 

Ben o akşam sadece Dylan’ı görmüş oldum. “Görmesem de olurmuş” dedim. 

*

Harbiye’deki Dylan akşamından iki yıl sonra bir başka konsere gittim. Leonard Cohen’in iki yıl sürecek son turnesi “Old Ideas World Tour”unu başlattığı Gent şehrine… 78 yaşındaki müzisyen Cohen, o gece fişek gibiydi. Sahnede üç saatten fazla kaldığı yetmedi, defalarca bis yaptı. “Bu yaşlı ve yorgun adamı” dinlemeye gelenlere zerafetle teşekkür etti. Oysa ona şükran sunması gereken bizlerdik. Orada olan herkes, unutamayacağı bir akşam yaşamıştı. Ruhumuz doymuştu. O biricik Cohen’i görmekle kalmamış, onun müzikle kurduğu ilişkiye de şahit olmuştuk. 

Evet, ne var yani, “Oradaydım” diyebileceğim bir andı. Cohen bize ruhunu açmıştı; onun ruhu sanki bizimkine akmıştı. Çok özel bir performanstı. Konser bittikten sonra insanlar yerinden kalkamamıştı. Güzellikle o kadar dolmuşlardı ki, izleyicilerin tümü dokunsanız ağlayacaktı.

Hayatımdaki güzel ve önemli günlerden biriydi. Belki de tarihin en şahane konserlerindendi. Benim için öyleydi. Oradaydım. 

Ahmet Haşim’in “Parıltı” isimli çok sevdiğim bir şiiri vardır; “Ateş bir nehir akıyordu/ Ruhumla o ruhun arasından” diye başlayan… İşte o his. İyi bir konsere giden ve o ateşten nehrin herkesi sürüklediğini anlayanların yaşadığı o his.

O gece, Cohen ile aramızda ateş gibi bir nehir akıyordu…

*

Bu iki konser üzerine düşünürken, aklıma “orada olamadığım” akşamlar düşüyor. Ateşten nehirler… “Keşke orada olsaydım”ın nehirleri…

Evvela bir Bulutsuzluk Özlemi konseri. Grubun 1995’te, Harbiye Açıkhava’da verdikleri konser. “Yaşamaya Mecbursun” ismiyle albüm olarak da yayımlanan konser. Orada değildim, henüz İstanbul’da bile değildim ama albümü defalarca dinledim. Bir konserde beraberce söylenen en güzel şarkı o albümdedir. Sözlerimi Geri Alamam…

Sina Koloğlu’nun piyano solosundan sonra Nejat Yavaşoğulları şarkıya girer, binlerce kişi daha ilk dizede katılır ona… Şarkı baştan sona beraber söylenir. 

Sözlerimi geri alamam

Yazdığımı yeniden yazamam 

Çaldığımı baştan çalamam

Bir daha geri dönemem…

Hiçbir kere hayat bayram olmadı 

Ya da her nefes alışımız bayramdı 

Bir umuttu yaşatan insanı

Aldım elime sazımı

O kadar güzel, o kadar güzel bir toplu performanstır ki… Kendinizi her dinlediğinizde hayret ederken bulursunuz: Binlerce insanın ağzından topyekûn böyle duru, böyle meleksi bir ses nasıl çıkar? Birbirini tanımayan bunca ruh nasıl birbirinin içine akar? 

*

Bir başka nehir, bir başka ateş… Zülfü Livaneli’nin İstanbul konseri. Şan Tiyatrosu, 1984. Livaneli’nin yanında sahnede Sevingül Bahadır, Emel Müftüoğlu ve Erdal Çelik var. Hep beraber Livaneli’nin Paul Eluard’ın şiirinden bestelediği Ey Özgürlük’ü söylüyorlar… Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday’ın Türkçeleştirdiği bu şiir ne güzel başlar:

Okulda defterime / Sırama ağaçlara / Yazarım adını…

Livaneli bu sözlerle girer şarkısına; sonra diğer müzisyenler dize dize eşlik eder… Sonra hep beraber: 

Tarlalara ve ufka / Kuşların kanadına /Gölgede değirmene yazarım 

Uyanmış patikaya / Serilip giden yola / Hıncahınç meydanlara adını… 

Derken binlerce kişilik, hıncahınç bir koroya gelir sıra… İzleyiciler bir ağızdan söyler: Ey özgürlük… Sonra bu güzel koro kesintisiz devam eder. Önemli bir konserdir. Ey Özgürlük, bu şarkıları öteden beri dinleyenlerin üzerinden silindir gibi geçmiş 12 Eylül Darbesi’nden sonra beraber söylenen ilk şarkılardandır.  O gün aynı konserde “susarlar, sesini boğmak isterler”, “götür tozlarımı buradan uzağa” ya da “ne ölümden korkmak ayıp ne de düşünmek ölümü” dizeleri de Şan Tiyatrosu’nda yankılanır. Ateşten nehirler akar.

Daha ne konserler var, ateşten ne nehirler: Diyarbakır’da Ahmet Kaya, Açıkhava’da Sezen Aksu - Haris Alexiou, Gülhane’de Müslüm Gürses, Şan’da Ferdi Özbeğen, Çekirdek Sanat Evi’nde Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok, yine Açıkhava’da Kardeş Türküler… Daha kimler, ne ateşler, ne nehirler… Zaman, mekân ya da imkân elvermediği için orada olamadığım konserler. Yine de ezbere bildiğim o konserler…

*

All Along the Watchtower, Subterranean Homesick Blues, Hurricane… Çok severim Bob Dylan’ı. Dünyanın en güzel hikâyelerini, olabilecek en büyülü şekilde anlatır. Ama insan hayatta kaç defa böyle sevdiği bir ozanı dinleme imkânı bulur ki? Kaç defa ruhun ruha karıştığını görebilir ki? ,

Kendisine içerlerken bile Dylan’ı dinliyorum ama şimdi şarkıyı değiştirelim.

Yine basalım play tuşuna; dinleyelim belki bininci defa… O duru, o güzel, o sanki bir kuşağın tümünü sarıp sarmalıyormuş gibi hüzünle çağlayan; şarkının şarkıcının da ötesine geçip bir büyük ruhun içine akan; finalde “neyiz ve nerelerdeyiz” derken, zamanın ötesinden, anları ve insanları, hepimizi, ne olduğumuzu nerede olduğumuzu hâlâ anlamaya çalışan bizleri birbirimize bağlayan o sese kulak verelim: 

Yine aşınca çayın suyu boyunu 

Belki yeniden karşıma çıkacaksın

Göz göze durup bakınca göreceğiz

Neyiz ve nerelerdeyiz…

Tüm yazılarını göster