Böyle bir yazı niyetim yoktu. Ne yazacağımı tam olarak kestiremiyorum şu anda. Sanırım kızgınlığın, mide bulantısının, tepkinin, bir şey söyleme ihtiyacının, her birinin gelip önünde durduğu bir eşik var. Öylece kalıyor insan. ‘Ölçü’ sözcüğünün anlamını yitirdiği, gerçekte yitirmese dahi insana böyle hissettiren bir eşik.
Düşündüğünüz gibi değil, klişeleşmiş ifadelerle sıkboğaz etmek istemiyorum. Ne söz biter, ne mücadele sona erer, ne kötülük tedavülden kalkar hayatta. Hele ki böyle bir toprakta.
Dürüst insanlar hep vardı, bundan sonra da olur.
Diğerleri de hep vardı, onlar da bitip tükenmez.
Birileri dini kullanır, birileri milliyetçiliği kullanır, birileri yoksulluğun üzerinde tepinir... Yoksul ailelerin çocukları ölür... Şehit cenazeleri gecekondulara gelir... Milyonlarca oy alan muhalif siyasetçiler başsağlığı dilemek dışında hiçbir şey yapmaz ve bu hallerinden mahcup olmaz, rahatsızlık duymaz... Batı kapitalizminin hiç kuşkusuz en rezil numunesi olan memleket burjuvazisi, iktidarlara yalvarmaya, salya sümük ihale dilenmeye, bir gün söylediğini ertesi gün yutmaya devam eder... O sermaye ve temsilcilerinin hık deyicisi ahlaksız, haysiyetsiz kalemler küplerini doldurur... Tüm kötülükleri batılılar yapar, biz yapmayız... Bizi kıskanırlar ve bizler hayatımızdan hep memnunuzdur... Batı, sabahtan akşama dek bizi bölme planları yapar, başka derdi tasası yoktur; oysa biz, başkasının toprağına kesinlikle göz dikmeyiz...
Bizden başkasının bilmediği, haberdar olsa da umursamadığı ve aslında gerçekte var olmayan düş dünyamız içinde, kendimize hayran olup ayılıp bayılarak, aynanın karşısında göz yaşı dökerek yaşar, kim olduğunu hiç öğrenemediğimiz o düşmanı çatlatırız...
Say, say, say, say, say, say, say, say, say, say, bitmez...
Haliyle, o eşik önünde durup kalmanın ve ne söyleyeceğini bilemez hale gelmenin, tarihsel deneyimden habersizlikle de ilgisi yok. Anladım, vallahi anladım, inanın anladım nasıl bir yerde yaşadığımı; hem de yıllar oldu anlayalı.
Fakat, diyorum ya, ne denli zahmetli bir geçmişimiz olursa olsun, hareket etmenize, sağlıklı düşünmenize, bildiğiniz her şeyi unutmanıza neden olan bir an geliyor, hâlâ. Sanki ilk kez böyle bir deneyim yaşamışsınız gibi. İlk kez duyup görmüşsünüz gibi. İlk kez bu ölçüde bir acımasızlıkla yüzleşmişsiniz gibi.
Odamda sınav kâğıtlarını okurken, internetten, mezardaki o çocuğun ve anasının seçim meydanında yuhalatıldığını okuduğumda. Elim yağım boşaldı. Soğuk soğuk terleyip odamın açıldığı loş ve sidik kokulu koridorda bir şey düşünemeden sigara içtim, bir uçtan diğer uca yürüyüp durdum.
Gece vaktiydi. Aysel Tuğluk’un anasının cenazesinin mezarından çıkarıldığını okudum. Benimkini bir ay önce toprağa vermiştim. Gece, öylece kaldım bilgisayarın karşısında. Anlatılmaz bir üzüntü ve öfkeyle yazdım ve ne yazdığımı bile sabah fark edebildim.
Bir şey oturuyor insanın kalbine sanki ve artık umudu kessem iyi olur diye düşünüyorsunuz. Kesilmesi gerektiğini düşündüğümden değil, bu bir duygu.
2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Otel’de, memleketin birbirinden değerli yazarını, şairini, ozanını, yaktılar. Yakanlar, yurttaştı. Kendilerini ‘Müslüman’ kimliğiyle tanımlayan ve o oteldeki ‘kâfirlerin’ yakılması gerektiğini düşünen yurttaşlar. Azmışlardı. Kudurmuşlardı. Gözleri dönmüştü ve ‘tekbirler’ eşliğinde, yakıp yıkarak, küfürler savurarak, şehvetle katlettiler insanları. “Eyleme geçmiş bir cehaletti,” tanık olunan. Allah’ın adını haykırarak yaktılar, Allah’ın yarattıklarını. Haysiyetsiz ve cahil faşistler.
Otelin önünde biriktiler. Binlerce gözü dönmüş. Herkes seyretti. Devlet seyretti. Biz de televizyondan seyrettik. Hepimizin gözü önünde oldu. Her şey.
Biri pencereye tırmanıyor... Gir içeriden yak oğlum ya... Aha yaktı... Ha öbürü de aradan onun yanına girdi... Çok iyi görünüyor buradan, harika oldu ya... Yakacan ki bunları böyle... Bez olacak ki bez, bez... Aziz Nesin içeride mi... Tül... Laylon, laylon... İçeride mi adam... Herkes içeride biliyo... Yakamıyorlar ya... Gaz maz hiçbir şey yok mu... Çık ulan yukarı... Bak, öbürünü görüyon mu bak, polisi molisi dinlemiyor... Ha ha ha... Bak yine öteberi atıyorlar... la yakın la yakın la... a...na koyayım, valla girdi la valla... orayı ben tamir ederim, yıkın a...na koyayım... aha televizyonu bile atılar lan... üst katlara, üst katlara... Allah’ım o senin ateşin... Cehennem ateşi işte... Kafirlerin yanacağı ateş... Sloganlar... Müslüman Türkiye, Müslüman Türkiye, Müslüman Türkiye, Müslüman Türkiye...
Ses kayıtlarından bir kısmı, böyleydi.
33 yazar, ozan ve iki otel çalışanı katledildi.
Sorumluların bir kısmı yargılandı, bir kısmı yurt dışına çıkarılıp oradaki dinci örgütlenmeler tarafından beslendi. Sanık avukatlarından sonrasında siyasete atılanlar oldu. Hangi hareket olduğunu merak etmezsiniz herhalde!
Mahkum edilen ve 27 yıldır cezaevinde olanlardan biri, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ‘yaşlılık-hastalık’ gerekçesiyle affedildi. Ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edilmişti. Seksen küsur yaşında.
Eşiğin önünde kalakalmamın nedeni, ateşe benzin taşıyan bu insanın affedilmesi, tahliye edilmesi değil. Nihayetinde cumhurbaşkanına tanınmış bir ‘yetkinin’ kullanılması söz konusu. Aynı ve hatta daha ağır koşullarda, perişan halde çok sayıda mahkûm varken, bu ‘iyiliğin’ söz konusu insana yapılması ise ‘yeni rejimin’ niteliği gereği, hiç şaşırtıcı olmayan bir durum.
İnsanı nefessiz bırakan, o gün attığı manşetle (Müslüman mahallesinde salyangoz satılıyor!) katliamın provokatörlerinden biri olan yerel gazetenin (Bizim Sivas), onlarca insanın katillerinden birini karşılama sevinci: “Hoşgeldin Ahmet Dede.”
Sürpriz mi? Değil kuşkusuz. Hem, mahcubiyet duygusundan tümüyle masun insan icat edildi son yıllarda. Uygarlık tarihine katkımızdır. Öyle hiç kimsenin utanma filan beklediği yok artık. Cehennemin dibine kadar yolları var. Ayrıca, icat edenlere, sevenlerine, destekçilerine çok yaraşan bir hal bu. Hak ettikleri buydu, daha iyisi değil.
“Ahmet Dede” dedikleri, taşıdığı benzinle insanlar yanar ve boğulurken, tekbir getirenlerden. Katliam için bidonla benzin taşıyan bu katile yapılan karşılama ve sergilenen sevgi-saygı, o bidonun aynı yerde, öylece durduğunu söylüyor bize.
Mesele bu...