AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iki
kritik anda sarf ettiği iki “özlü” söz var. Kronolojik olarak ilki
15 Temmuz 2016 darbe girişimini tanımlamak için kullanılmış
“Allah’ın lütfu” deyimi. İkincisi, YSK’nın iki buçuk milyon
mühürsüz oyu kanuna açıkça aykırı olarak geçerli sayarak kabul
etmesiyle rejimin değişmesinde eşik olmuş 16 Nisan 2017 plebisit
sonucunda söylenmiş “Atı alan Üsküdar’ı geçti” atasözü. Erdoğan,
yazılı metin yerine içgüdüleriyle konuştuğunda analizlerimiz için
daha kıymetli veriler sağlıyor, zira Türkiye yazılı kurallar ile,
yani bireylerin ve kurumların davranışlarına ilişkin sınırları
çizen normlara uygun olarak değil, kişisel çıkarların ve hırsların
doyurulmasına ilişkin güdülerle yönetiliyor uzun zamandır. Orta
vadede bunlar da tarihçiler için yazılı kaynaklara dönüşecekler.
Belli suçların cezalandırılması için ifadeler alınacak örneğin ya
da daha uzun vadede anılar yazılacak, içine atmayacak kimse. Ya
korkusundan ya da vicdanını biraz olsun rahatlatmak için.
Örneğin Türkiye’de biçimsel demokrasi görüntüsünü askıya
almaktan çekinmeyen yediye dört kararının ismen sahibi olanların,
imzasını atanların yedisi gibi dördünün de sürece ilişkin
tutumlarını bir biçimde bizzat kendilerinden öğreneceğiz,
dolayısıyla kararın aslen sahibi olanların tutumlarını da. (Tabii
yedi asıl dört yedek üyeden oluşan kurulda 7/4 kararın nasıl
çıktığını da) Tarihçiler için şanslı dönemlerin gelmesinin tarih
ilmi açısından çok uzun sürmeyeceğini hiç çekinmeden söylemek
mümkün. Tarihçiler, geçmişte olup bitenle ilgileniyorlar, onları
düzenli bir bütün haline getiriyorlar. Bazı olup bitenleri,
Romalıların res gestae dedikleri arkamızda bıraktıklarımızın
bazılarını, dışarıda tutuyorlar ve bütünlüklü bir kurgu
yaratıyorlar. Buna da historia diyorlar işte. Historia rerum
gestatum, olup bitenlerin tarihi. 1 Kasım 2015 1 Nisan 2019 arası
Türkiye siyasi tarihini yazacak kimselerin çok fazla adlandırma
sorunu yaşayacağını, neyi içeri alıp neyi dışarı koyacaklarında
büyük tartışmalara gireceklerini düşünmüyorum.
HAYATLARIMIZIN ÜZERİNDEN GEÇEN TARİH
Peki Türkiye’nin siyasi tarihinin bu kritik günlerinin içinden
geçen, böyle durumlarda hep olduğu gibi tarihi günlerin bizzat
kendi içlerinden hatta bazılarının üzerinden geçtiği yurttaşlar
için hâlâ bir adlandırma, anlamlandırma sorunu var mı? Daha dün
Çağlayan Adliyesi’nden cezaevine uğurladığımız bilim insanı Füsun
Üstel için yaptığımız basın açıklamasını örneğin nasıl
anlamlandıracağız? Bir bilim insanını, insanların ölmesine karşı
yerine getirebildiği, elinden, dilinden, kaleminden geleni yaparak
barış istediği için cezaevine gönderenleri nasıl adlandıracağız? En
azından artık yargıç olarak değil. Türk Tabipleri Birliği’nin
“Savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedikten sonra gördüğü baskıyı,
Merkez Konseyi Üyeleri’nin çarptırıldıkları cezayı nasıl
anlamlandıracağız? Bu cezayı veren yargıçlara yargıç diyecek miyiz
hâlâ? Bu yargıçların uyguladığını iddia ettikleri hukuka hukuk
diyecek miyiz? Cezaevlerinde yasaya rağmen yüzlerce bebeği tutan
hukuk uygulayıcılarına hukukçu, uyguladıklarına hukuk diyecek
miyiz? Barış İçin Akademisyenler Bildirisi’ni imzaladıkları ve
bütün tehditlere rağmen, bilimsel şahsiyetleri ve toplumsal
sorumlulukları gereği imzasını çekmedikleri için mesleklerinden
ihraç edilen akademisyenlere iltisaklı, onları atan rektörlere
akademisyen diyecek miyiz?
Kemal Kılıçdaroğlu, Yüksek Seçim Kurulu’nun hukuk ile
ilişkilendirilmesi mümkün olmayan kararının ardından Yüksek Seçim
Kurulu üyelerine çete demişti. Yarattıkları “hukuk” gerekçesiyle.
Biz buna hukuk, bunu yaratan düzene hukuk devleti diyecek miyiz?
KHK’li adayların kazandığı belediyelere YSK kararıyla gelen AKP’li
kayyum belediye başkanlarına belediye başkanı diyecek miyiz?
Belediye bütçesinden nemalanan vakıflara sivil toplum örgütü,
propaganda araçlarına gazete diyecek miyiz? AKP Genel Başkanı ve
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve sözcüleri Türkiye’nin bir
hukuk devleti olduğunu, herkesin haddini bilmesi gerektiğini
söyledi. AKP Genel Başkanı’na; Cumhurbaşkanı’na, sözcülerine
“hukuk” ile, “AKP Genel Başkanlığı” ile, “Cumhurbaşkanlığı” ile,
sözcülük ile ilgili ne söyleyeceğiz?
DEMOKRATİK MEŞRUİYET TALEBİ
Bugün Türkiye siyasetinin krizinin aşılması, bu sorulara
verilecek yanıtlarda yatıyor. Türkiye’nin her yerinden ve
kurumundan yükselen demokrasi çağrıları, yol ayrımında atı alanın
Üsküdar’ı öyle kolay geçemeyeceğini; 15 Temmuz darbe girişiminin
ardından 20 Temmuz’da yaratılmaya başlanan ve 16 Nisan’da çatısı
çatılan rejimin meşruiyeti ile demokratik meşruiyetin karşı karşıya
geldiğini gösteriyor. Dolayısıyla 31 Mart seçimleri, daha önce de
söylediğim gibi hem seçim kampanyalarının örgütleniş süreci, hem
seçim sonuçları hem de seçim gecesi ve sonrası yaşananlar
bakımından asıl olarak Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olarak
adlandırılan kişiselleştirilmiş yönetim usulünün, bu usul içinde
hukukun askıya alınmasının demokratik reddidir. Bugün olup
bitenleri, sanatçılardan, aydınlardan, demokratik kitle
örgütlerinden gelen çağrıyı da demokratik meşruiyeti olan bir
yönetim usulüne ilişkin meşru bir çağrı olarak çözümlemek
gerekir.
Tarihçiler için henüz bu konuda bir şey yok, daha olanlar,
bitmedi. Olup bitenleri, ‘res gestae’i gerimizde bıraktıktan sonra
bu derlenip toparlanacak. Elbette, bütün olup bitenler içinde atı
alanın Üsküdar’ı geçtiği lütuf günleri unutulmayacak. Olup bitenler
nasıl geçerse geçsin.