Atı alan Üsküdar’ı geçecek mi?

Türkiye’nin her yerinden yükselen demokrasi çağrıları, yol ayrımında atı alanın Üsküdar’ı öyle kolay geçemeyeceğini; 15 Temmuz darbe girişiminin ardından 20 Temmuz’da yaratılmaya başlanan ve 16 Nisan’da çatısı çatılan rejimin meşruiyeti ile demokratik meşruiyetin karşı karşıya geldiğini gösteriyor.

Dinçer Demirkent dincerdemirkent@gmail.com

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iki kritik anda sarf ettiği iki “özlü” söz var. Kronolojik olarak ilki 15 Temmuz 2016 darbe girişimini tanımlamak için kullanılmış “Allah’ın lütfu” deyimi. İkincisi, YSK’nın iki buçuk milyon mühürsüz oyu kanuna açıkça aykırı olarak geçerli sayarak kabul etmesiyle rejimin değişmesinde eşik olmuş 16 Nisan 2017 plebisit sonucunda söylenmiş “Atı alan Üsküdar’ı geçti” atasözü. Erdoğan, yazılı metin yerine içgüdüleriyle konuştuğunda analizlerimiz için daha kıymetli veriler sağlıyor, zira Türkiye yazılı kurallar ile, yani bireylerin ve kurumların davranışlarına ilişkin sınırları çizen normlara uygun olarak değil, kişisel çıkarların ve hırsların doyurulmasına ilişkin güdülerle yönetiliyor uzun zamandır. Orta vadede bunlar da tarihçiler için yazılı kaynaklara dönüşecekler. Belli suçların cezalandırılması için ifadeler alınacak örneğin ya da daha uzun vadede anılar yazılacak, içine atmayacak kimse. Ya korkusundan ya da vicdanını biraz olsun rahatlatmak için.

Örneğin Türkiye’de biçimsel demokrasi görüntüsünü askıya almaktan çekinmeyen yediye dört kararının ismen sahibi olanların, imzasını atanların yedisi gibi dördünün de sürece ilişkin tutumlarını bir biçimde bizzat kendilerinden öğreneceğiz, dolayısıyla kararın aslen sahibi olanların tutumlarını da. (Tabii yedi asıl dört yedek üyeden oluşan kurulda 7/4 kararın nasıl çıktığını da) Tarihçiler için şanslı dönemlerin gelmesinin tarih ilmi açısından çok uzun sürmeyeceğini hiç çekinmeden söylemek mümkün. Tarihçiler, geçmişte olup bitenle ilgileniyorlar, onları düzenli bir bütün haline getiriyorlar. Bazı olup bitenleri, Romalıların res gestae dedikleri arkamızda bıraktıklarımızın bazılarını, dışarıda tutuyorlar ve bütünlüklü bir kurgu yaratıyorlar. Buna da historia diyorlar işte. Historia rerum gestatum, olup bitenlerin tarihi. 1 Kasım 2015 1 Nisan 2019 arası Türkiye siyasi tarihini yazacak kimselerin çok fazla adlandırma sorunu yaşayacağını, neyi içeri alıp neyi dışarı koyacaklarında büyük tartışmalara gireceklerini düşünmüyorum.

HAYATLARIMIZIN ÜZERİNDEN GEÇEN TARİH

Peki Türkiye’nin siyasi tarihinin bu kritik günlerinin içinden geçen, böyle durumlarda hep olduğu gibi tarihi günlerin bizzat kendi içlerinden hatta bazılarının üzerinden geçtiği yurttaşlar için hâlâ bir adlandırma, anlamlandırma sorunu var mı? Daha dün Çağlayan Adliyesi’nden cezaevine uğurladığımız bilim insanı Füsun Üstel için yaptığımız basın açıklamasını örneğin nasıl anlamlandıracağız? Bir bilim insanını, insanların ölmesine karşı yerine getirebildiği, elinden, dilinden, kaleminden geleni yaparak barış istediği için cezaevine gönderenleri nasıl adlandıracağız? En azından artık yargıç olarak değil. Türk Tabipleri Birliği’nin “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedikten sonra gördüğü baskıyı, Merkez Konseyi Üyeleri’nin çarptırıldıkları cezayı nasıl anlamlandıracağız? Bu cezayı veren yargıçlara yargıç diyecek miyiz hâlâ? Bu yargıçların uyguladığını iddia ettikleri hukuka hukuk diyecek miyiz? Cezaevlerinde yasaya rağmen yüzlerce bebeği tutan hukuk uygulayıcılarına hukukçu, uyguladıklarına hukuk diyecek miyiz? Barış İçin Akademisyenler Bildirisi’ni imzaladıkları ve bütün tehditlere rağmen, bilimsel şahsiyetleri ve toplumsal sorumlulukları gereği imzasını çekmedikleri için mesleklerinden ihraç edilen akademisyenlere iltisaklı, onları atan rektörlere akademisyen diyecek miyiz?

Kemal Kılıçdaroğlu, Yüksek Seçim Kurulu’nun hukuk ile ilişkilendirilmesi mümkün olmayan kararının ardından Yüksek Seçim Kurulu üyelerine çete demişti. Yarattıkları “hukuk” gerekçesiyle. Biz buna hukuk, bunu yaratan düzene hukuk devleti diyecek miyiz? KHK’li adayların kazandığı belediyelere YSK kararıyla gelen AKP’li kayyum belediye başkanlarına belediye başkanı diyecek miyiz? Belediye bütçesinden nemalanan vakıflara sivil toplum örgütü, propaganda araçlarına gazete diyecek miyiz? AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve sözcüleri Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu, herkesin haddini bilmesi gerektiğini söyledi. AKP Genel Başkanı’na; Cumhurbaşkanı’na, sözcülerine “hukuk” ile, “AKP Genel Başkanlığı” ile, “Cumhurbaşkanlığı” ile, sözcülük ile ilgili ne söyleyeceğiz?

DEMOKRATİK MEŞRUİYET TALEBİ

Bugün Türkiye siyasetinin krizinin aşılması, bu sorulara verilecek yanıtlarda yatıyor. Türkiye’nin her yerinden ve kurumundan yükselen demokrasi çağrıları, yol ayrımında atı alanın Üsküdar’ı öyle kolay geçemeyeceğini; 15 Temmuz darbe girişiminin ardından 20 Temmuz’da yaratılmaya başlanan ve 16 Nisan’da çatısı çatılan rejimin meşruiyeti ile demokratik meşruiyetin karşı karşıya geldiğini gösteriyor. Dolayısıyla 31 Mart seçimleri, daha önce de söylediğim gibi hem seçim kampanyalarının örgütleniş süreci, hem seçim sonuçları hem de seçim gecesi ve sonrası yaşananlar bakımından asıl olarak Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olarak adlandırılan kişiselleştirilmiş yönetim usulünün, bu usul içinde hukukun askıya alınmasının demokratik reddidir. Bugün olup bitenleri, sanatçılardan, aydınlardan, demokratik kitle örgütlerinden gelen çağrıyı da demokratik meşruiyeti olan bir yönetim usulüne ilişkin meşru bir çağrı olarak çözümlemek gerekir.

Tarihçiler için henüz bu konuda bir şey yok, daha olanlar, bitmedi. Olup bitenleri, ‘res gestae’i gerimizde bıraktıktan sonra bu derlenip toparlanacak. Elbette, bütün olup bitenler içinde atı alanın Üsküdar’ı geçtiği lütuf günleri unutulmayacak. Olup bitenler nasıl geçerse geçsin.

Tüm yazılarını göster