Birbirine benzeyen mutlu toplumlardan farklı olarak, her toplumun mutsuzluğu kendine özgüdür. Tolstoy’un mutsuz ailelerle ilgili tespitinden esinle sürdürürsem, mutsuz toplumların her birinin kendine has “gerçekleri” vardır. Edebiyat gibi siyasetin de en önemli meselesinin bu gerçeklere dil kazandırmak olması gerekmez mi?
Gerekmiyor demek ki, dünya kadar gazetecinin ve insan hakları aktivistinin akıl dışı iddialarla aylardır hapiste olduğu, yüz binlerce insanın işinden edildiği, Nuriye ve Semih’in ölümün tam eşiğinde işlerini geri istediği, gencecik eğitimcilerin umutsuz bir biçimde intihara sürüklendiği bir politik altüst oluş ortamında, muhalefet etmenin en barışçı yolları bile, o muhalefeti var eden gerçeğin en uzağında bir noktadan saldırı alıyor ve en uzağındaki bir noktadan savunuluyor.
Binlerce kişinin katılımıyla yapılan bir kurultayda, gündelik olarak çok yoğun bir insan trafiğinin olduğu bir yerde yani, tek bir abes olay bile yaşanmamışken, sırf iki kişi içki içti diye, balık gibi oltaya yakalandığı sanılan “gerçeğe” bakın siz! Şehitlerin mekanında alkollü içki içmişler! Onlar camiye de ayakkabı ile girmişlerdi. Onlar Kabataş’ta da başörtülü bacımızı taciz etmişlerdi. Onlar sabahın ayazında “ekmek almaya” diye...
Ey Spartalılar, onlar atletten önce de kasket giymişlerdi!
“Gerçek” demişken bu riya dilinin “gerçek”le herhangi bir seviyede bir aşk yaşadığını da kimse iddia etmiyor zaten. Rosa Luxemburg’un yaptığı bir atıf sayesinde haberdar olduğum bir Gotthold E. Lessing tespitini bu noktada paylaşmadan edemeyeceğim. Şöyle diyor filozof Lessing, “...her türlü kılıf ve boya altında gerçeği satmayı düşünen, gerçeğin pezevengi olabilir, asla aşığı olmadı.”(1)
Gerçekleri gizlemeye elverişli kılıflar her zaman var. Siyasetin gündemini belirleyenler bu kılıfların birini ya da diğerini kullanmakta hiç beis görmüyor. Atlet olsun, kefen olsun olayın ciddiyetine göre biri ya da diğeri meydana çıkarılıp “tereddütsüz” dalgalandırılıyor...
Son hadisemizde her ne kadar atleti Kılıçdaroğlu giymiş olsa da, bu atleti semalarda dalgalandıranlar yine AKP’liler oldu.
Siyaset alanındaki gündemleri belirleyen dil aslında uzunca bir süredir AKP’nin tekelinde. Çünkü yaygın medya da tasıyla tarağıyla AKP’nin elinde. Bu hakimiyete karşı dilsel bir meydan okuma, öncelikle Gezi döneminde, sosyal medyayı, sokakları ve duvarları yeni, özgür, umut dolu ve çok esprili bir dille donatanlardan gelmişti. Diğer bir dilsel meydan okumayı da 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen öncesinden başlayarak HDP gerçekleştirmişti. HDP’nin, politik gündemi çeşitli biçimlerde tepetaklak eden seçim dönemi propaganda dilinin de ne kadar şen, mizah yüklü, sazlı sözlü bir dil olduğunu hepimiz hatırlıyoruz. Gerçekçiydiler, imkanları yoktu ve imkansızı (barajı aşmak) istiyorlardı. Çok mütevazı olanaklarla cümbüşlü bir dil yaratmak zorundaydılar ve yarattılar o dönem. HDP’liler bu dilin ve bu dilin kurduğu umut ikliminin bedelini de çok fena ödediler...
Şimdi sırada CHP var. CHP’nin Adalet Yürüyüşü'yle başlayan ve şimdi kurultayla sürdürülen muhalefet dili de, bu dilin içerdiği resimsel, görsel içerikler de AKP siyasetinin her düzeyinde ve tabanında telaşlı bir laf yetiştirme çabasına yol açıyor. CHP’lilerin azımsanmayacak bir kesimi de dahil olmak üzere, muhalefette yer alanların birçoğunda bu kurultay, Adalet Yürüyüşü ile yakalanan dinamizmin devamı olarak tam bir hoşnutluk yaratamadı. Buna rağmen CHP’nin kurultayla sürdürdüğü eylem programı, AKP cenahında belirgin bir telaş üretmeye devam ediyor. Bu telaşın iyi okunması lazım.
Kılıçdaroğlu’nun atletli fotoğrafı dillere dolandı önce. Bu fotoğrafta üzerinde durulacak tek öğe atlet de değildi üstelik. Masanın düzeninden poşetteki ekmeğe, taze fasulyeden bulgur pilavına, “hakiki” ve sıradan bir Anadolu sofrası, sahici bir baba kız vardı o resimde. Yürüyüş molalarında karavanına çekilip “beyaz çay” içmemişti Kılıçdaroğu. Her şey göründüğü kadardı.
Bu yüzden de Kılıçdaroğlu’nun “atletli muhalefeti” için ne söyledilerse bumerang etkisiyle geri dönüp yüzlerine çarptı. Kıllı ve beyaz atletli adam, kuşkusuz, modernleşmeci elitist ya da başka bir “beyaz Türk” zihin tarafından dışlanmaya müsait bir figür olarak popüler kültür alanına kaydedilmişti. Fakat elitist dışlamanın çizdiği, atletli, çizgili pijamalı, göbeğini kaşıyan adam figürü, popülist bir sağ tarafından da şu gıcık moda deyişle söylersek, büyük bir iştahla “satın alınmıştı.” Popülist sağın propaganda dilinde bu figür, geniş bir “halk” kategorisinin bir avuç azınlık tarafından dışlanmışlığının, hor görülmesinin, diğer bir deyişle mağdurluğunun ve mazlumluğunun ifadesiydi. Bu figürü onlar da pragmatist bir biçimde kullanmaya doyamadı.
Şimdi ise o atleti, işte o bir avuç otoriter azınlığı, vesayetçiyi, beyaz kibri temsil ettiği ifade olunan bir siyasetin lideri sırtına geçirivermişti. Bu beklenmedik Kılıçdaroğlu hamlesi karşısında AKP’nin propaganda aygıtı bir parça tökezledi. Dilleri esnekliğini yitirdi. Atletle resim vermenin sakilliğine ya da seviyesizliğine vurgu yapıldı. “Çoğunluğun” iktidarı ile kibirli bir “azınlığın” muhalefeti, neresinden baksanız bir an için rolleri değişmiş gibi oldu.
Kılıçdaroğlu bakımından da atlet elbette politik bir mesaj yüklenmişti. Az pozlanmış, çok pozlanmış fark etmez, bu fotoğraf, Kılıçdaroğlu’nu “içimizden biri” olarak benimsetme bakımından köhne bir propaganda diliyle de olsa bir mesaj taşıyordu. Kılıçdaroğlu verdiği resimle, AKP tabanının çoktan “satın almış” olduğu “halk adamı” imgesine görece derli toplu bir “kombinle” yaklaştı. AKP cenahından bu konuda gelen eleştirileri de zaten şöyle cevapladı. "Elinden çok büyük bir kozu aldım ben. Vatandaş orada kendisini gördü."
Kılıçdaroğlu, başka muhalif mecralarda yaratılmış olsa da sağ popülizmin varaklı çerçeve içine aldığı ve eskimesine asla izin vermediği bir “fotoğraf”ın hiç değilse çerçevesini dağıttı kısacası. Zira bu imgeyi düpedüz, “halk adamı” anlamıyla donatan sağ popülizmin ta kendisiydi. Entelektüel, okur yazar ya da “elit” bir kamuya duyduğu nefreti tersine çevirerek, “halk”a döndüren ve “senden nefret ediyor, bak” diyerek bu imgeyi çerçeve içine alan ve siyasetinin baş köşesine yerleştiren oydu.
İşte şimdi Kılıçdaroğlu bu fotoğrafı “kazara” medyaya düşürdüğünde, kırılmış olan şey, esas olarak o çerçevedir.
Kılıçdaroğlu’nun soyunduğu atletli siyaset bu nedenle es geçilemezdi ve geçilmedi de. Ancak çerçeveyi yeniden toplamak da epeyce zordu. İşte tam da o noktada her şeyi örten ölüm imdada yetişti. Viva la Muerte. Yaşasın ölüm!
Kefenleri giymeye hazır mıyız?
Siyasetin AKP dünyası böyle tuhaf, karanlık bir dünya. Bir yerden ışık mı sızıyor, kefen kumaşı tıkılıyor karşısına...
CHP atletle kefen arasındaki bu dar aralıkta siyaset yapmak istemiyorsa, bu siyasetin karşısına, “gerçek” ve riyasız bir dünya ve bir gelecek tasarımıyla çıkmak zorunda. Bu dünyada evet atletle dolaşan herifler olduğu gibi, alkollü içki de var. Yokmuş gibi yapmanın alemi de yok, inandırıcı da değil. Üstelik içki “normal” bir sosyalliğin bir parçası olduğunda tıpkı şişede durduğu gibi duruyor.
(1) Rosa Luxemburg. Siyasal Yazılar (1917 – 1918). Çev., Zafer Üskül. Ankara: Verso, 1989. Sayfa 121.