Tarihte, özellikle de popüler sinemada çok az yönetmene nasip olmuştur elleriyle kurduğu bir evreni acemice yerle bir edip, sıradanlaştırmak. Ama söz konusu yaratıcı James Cameron olunca, yarattığı muhteşem evrenleri mahvetmekte özel bir yeteneği olduğunu hatırlamadan edemiyor insan. "Terminatör" ve "Aliens" serilerinin ilerledikçe aldığı hal örneğin. Aynı durum bugün gösterime giren yeni “Avatar” filmi için de geçerli.
"Avatar: Suyun Yolu" (Avatar: The Way of Water) adıyla Türkiye’de gösterime giren yapım, ilk filmin evrenini, vaatlerini, kurduğu dünyayı tamamen unutmuş bir ekibin elinden çıkmış gibi duruyor. Biraz karikatürize ederek söylersek, “Böyle bir hikâyeyi Kansas’ta da çekebilirdiniz, Pandora gezegenine neden geri döndünüz?” diye sorabiliriz pekala.
“Suyun Yolu”na geçmeden önce “Avatar” evrenini kısaca hatırlatmakta yarar var. Cameron, popüler sinemanın alt metni güçlü içerik üreticilerinden birisi. Hatırlanacaktır, 2009 tarihinde vizyona giren ilk film, gelecek yüzyılda geçen bir distopya/ütopya hikâyesi anlatıyordu. İkisini birlikte anıyorum çünkü dünyadaki durum bir distopya olarak aktarılırken, insanoğlunun sömürgeleştirmek için seçtiği Pandora gezegeni tam bir ütopyaydı. Üstelik Elon Musk gibi kibirli burjuvaların “Mars’ın kutuplarına iki bomba atar atmosferini değiştiririz ne var ki” diye küstah cümleler kurmadığı bir dönemde, şirketlerin bitmek bilmez açgözlülüklerini başka gezegenlere de taşıyabileceğini salık veriyordu film. Yani doğa ile kurduğumuz ilişki üzerine düşünmemizi istiyordu insanlar ile Pandora yerlileri Na’vi halkı arasındaki uçuruma bakarak. Na’vi halkının doğa ile uyumu, kendilerini onun bir parçası olarak görmeleri ve hatta kimi zaman doğaya dönüşmeleri o dönemin popüler iklim krizi tartışmalarıyla paraleldi ve bu bakımdan ana akım bir film için gayet de ‘ilerici’ önermeler içeriyordu.
Tabii ki bu genel anlatı, bir aşk hikâyesiyle bezeniyor, işgalciler ve yerli halk arasında mücadeleyle birlikte film bir noktada aksiyona meylediyordu. Ama asıl odağını, o döneme kadar ki en büyük bütçeli bu filmin neden yaratıldığı, o evrenin hangi amaçla inşa edildiği gerçeğini hiç unutmuyordu James Cameron…
“Maymunlar Cehennemi” serisi, “Jurassic World”, “Mulan” gibi filmleri birlikte yazan Rick Jaffa-Amanda Silver ikilisiyle çalışmış bu kez Cameron. Ve bütün hikâye, çekirdek ailenin varoluşu, ayakta durması için gerekenler üzerine inşa ediliyor. Hikâyenin işleniş biçiminin senaryo matematiğine ne kadar uyduğu, seyirciyi ne kadar içine alıp dışına ittiği ayrı bir tartışma. Ama film boyunca ‘kutsal çekirdek aile’den başka hiçbir şeye odaklanmayan, bunu da ağırlıklı olarak ‘babalık’, ‘annelik’ ve ‘erkeklik’ gibi kavramlarla yücelten bir anlatının ilk filmin evrenine tamamen ters olduğunu söylemeden edemeyiz.
İlk filmin bitişinin ardından kısa bir özet izliyoruz açılışta. Jack ve Neytiri evlenmiş, boy boy çocukları olmuştur. Doktor Grace’in ‘ana rahmine nasıl düştüğü bilinmeyen’ (Mesih?) kızı Kiri ve ilk filmde çocuk olduğu için dünyaya geri gönderilemeyen Spider da bu ailenin tamamlayıcı unsurları olarak varlar. Kiri geçmişi, ailenin ikinci oğlu Lo’ak ise yeterince ‘erkek’ olamamaktan kaynaklı ergenlik triplerindedir. Ama nihayetinde Pandora’da barış sağlanmış, Na’vi halkı huzur içinde yaşamına devam etmektir. Ta ki bir gün gökyüzünde bir ışıltı görene kadar... İnsanoğlu yıllar sonra gezegeni sömürgeleştirmek için bir kez daha Pandora’ya döner ve yıkıma başlar. Üstelik ilk filmin finalinde Jack ve Neytiri tarafından öldürülen kötü kalpli asker Miles Quaritch, yeni bir teknolojiyle Na’vi yerlisi avatarıyla intikam için oradadır.
James Cameron, ilk filmdeki ‘sömürgeleştirme’ meselesine dair diyeceklerini on dakikada söyledikten sonra Jake’in ailesini koruma sürecine odaklanıyor. İzlemeyenler için fazla tat kaçırmadan nasıl söylenir bilmiyorum ama bu süreç öylesine maço erkek odaklı ve başka hiçbir şeye alan açmadan ilerliyor ki bir noktada ‘aile pornosu’na dönüyor. Jack’in ilk filmde dünyadaki varoluş şeklimizi sorgulayarak kendisini Na’vi halkının doğa ile kurduğu ilişkinin bir parçası haline getirmesinden, bir anda Orta Amerika genlerini hatırlayıp (!) alfa erkeğine dönüşme süreci bu aynı zamanda. İlk filmdeki kolektif yapının, kabilenin, toplumsallığın ve dişilliğin tamamen unutulup çekirdek dünyevi ailenin Pandora’nın geleceği konumuna yüceltildiği bir anlatı bu. Haliyle dünyadaki ilişki biçimlerini gezegene taşıyan yalnızca yeni işgalciler değil, bizzat Jack’in kendisi de oluyor. Sert baba pozları, dış sesten sürekti empoze edilen “bir adam şunları şunları yapar…” buyurmaları, Lo’ak’ın ben niye yeterince erkek değilim tripleri, Kiri’nin “babam kim benim” yakınmaları, Spider ile Quaritch arasında her şeye rağmen inşa edilen ‘baba-oğul’ dinamiği.
Doğanın ve kadınların merkezde olduğu ilk filmin evreninden tamamen uzak, bir erkek anlatısına dönüşen, kadınların da ‘çocuklarını korumak için’ birer savaşçıya dönüştüğü bir dil hakim bu yeni yapıma. Tam bu noktada Kate Winslet tarafından canlandırılan Ronal karakterinin hamile olarak böyle bir savaşın parçası olması da hikâyedeki kadınların ‘analık’ rolüne yapılan güçlü bir vurgu kuşkusuz.
Öte yandan film 190 dakika boyunca doyumsuz bir görsel dünya inşa etmeyi başarıyor ama yukarıda özetlemeye çalıştığım ana anlatı dışında güçlü yan hikâyeler geliştiremediği için bir süre sonra tekrarlara düşüyor. Neytiri ve Jack’in çocukları da alıp gözden kaybolmak için deniz insanlarının yanına gittiği bölüm örneğin, Metkayina klanının yanında geçirdikleri ve orman insanından su insanına dönüşmeyi öğrendikleri bölüm bir saate yakın sürüyor ve çoğu işlevsiz. Bir süre sonra su altı çekimlerinin ve yaratılan evrenin cazibesine kaptırıyor kendisini yönetmen. Bir su parkında eğitmenlerle su canlılarının şovlarını izliyormuş hissi geliyor. Cameron finalde kuşkusuz en iyi yaptığı şeyi yaparak aksiyonu hayli yükseltiyor. Hem dramatik gücü hem de çatışma sahnelerinin görselliğini bir arada yukarılara taşıyarak aksiyon açısından seyircinin beklentilerini karşılıyor.
Bu klasik ‘aile sineması’ anlatısı özelikle ABD’de çok sevilip bağırlara basılacaktır. Film, belki yepyeni gişe rekorlarıyla da tarihe geçebilir. Ama popüler sinemada ilk filmin yarattığı etkiyi, referans olma özelliğini geliştirdiğini söylemek güç. Hatta ilk filmin çok gerisine düşerek muhafazakar bir dile sürükleniyor.